HIDE

GAZETE DEMOKRAT / EKONOMİ

GRID_STYLE

SON HAVADİS

SHOW_BLOG

Leyla

Gırtlağıma sarılmış bizi her gün öldüren öyle çok hikayeler var ki, dalmışız gündelik siyasetin dalaşına, yazmak için bir zaman aralığı dah...


Gırtlağıma sarılmış bizi her gün öldüren öyle çok hikayeler var ki, dalmışız gündelik siyasetin dalaşına, yazmak için bir zaman aralığı dahi bulamıyoruz.
Oysa gündelik işime yani tabakhaneye b.k yetiştirirken kulağımda Tanrı’nın megafonu, yaz yaz yaz diye bağırıyor.
Yazılmamış üstümde ah’ı kalmış hikayeleri erteledikçe hikayenin tırnakları sivriliyor, uzuyor pençeleşiyor, hangi sert önemli büyük hadise gündeme otursa da, tınmıyor, saldırgan bir canavara dönüşüp gırtlağımı deliyor, işte deniz zamanı geldi, Deniz yine yapıştı gırtlağıma, nefes alamıyorum.
Dünyanın öz’ünde iyi bir yer olduğunu iddia eden biziz, öyleyse çiçek tozlarının renklerini nerelere uçtuklarını merak etmeliyiz.
On beş yıl kadar önceydi, yakınım arkadaşlarım içerdeydi ve beş-altı yıl sektirmeden aralıksız hapishane görüşlerine gidiyordum. İçerde yatan arkadaşlarını dışarıda düşünmek katlanılmaz çok zor’dur, aslında görüşmeye gitme sebebi, yollara vurur, hapishane içine girer, bu zor’luğu bir günlük olsun kafandan çıkartır, hafifletirsin ve bir yığın da hayatta hiç hesaplamadığın hayat’lar tanırsın.
Gittiğim hapishane Ankara’ya dört saatlik yoldaydı, erkenden yola çıkardık, onlarca PKK’lı koğuşu vardı ve üniversite eylemlerinden içeri atılmış arkadaşlarımıza da düşen sadece bir koğuştu.
Bazen şansına açık görüşe denk geliriz, torpil kayırma değil, ordaysan bir şekilde açık görüşte ailelerle bir saat kadar kalırsın, işte o zaman, içerde hangi siyasi suçtan hangi örgütten yatan varsa hepsiyle çok yoğun yüz yüze tanışma konuşma görüşme dertleşme şakalaşma şansın olurdu.
Deniz’i işte orda tanıdım, durmaksızın gülümseyen bir çocuk 19 yaşında. İlk bir yıl tanışacak fırsatımız olmadı. Sonra hapishane yolunda, önünde, görüşe gelen ziyaretçilerle aynı dolmuşlara aynı otobüslere ine bine tanışıyorsun, Deniz’in önce ailesiyle tanıştım. Ben ‘Deniz’in annesiyim’ dedi, çok zarif Türkçe konuşan orta yaşlı bir hanım.
Deniz’in annesi de öğretmen babası da, ancak o küçükken ölmüş babası. Çocuklarına Deniz adını malum Deniz Gezmiş’ten vermişler. Ama şimdi sizi havaya uçuracak bir sır vereyim, Deniz’in Deniz Gezmiş’i tanıyacak anlayacak hiç zamanı olmadı, içerde anlatmışlar ona Deniz’i, bildiği devrimciymiş çok ama çok genç yaşta asılmış olduğu.
Deniz şu üniversiteye hazırlanmayı hayat memat meselesi yapan inek öğrencilerin en hayvanlarından olur, ortaokuldan beri çalışmış da çalışmış ve sonunda özel hoca özel ders almadan Eskişehir İletişim’i kazanmış.
İşte o sene… Üniversite imtihanı bitince, yeter artık anne, denize gitmek istiyorum, demiş. Ege sahillerine gidecek parası da yok. Ortaokuldan beri arkadaşları dalgasını geçermiş, deniz görmemiş Deniz diye.
Deniz, Ankara Konur Sokak Mevkii’nde, ki burada hemen her gün gösteriler yapılır, yere serip deri takıları işporta satan mahallesinden bir çocukla tanışmış. İşportacının bir başka tezgahı daha varmış, Deniz’e tezgahın başında beklersen, yarı yarıya demiş. Bu da bugünün parasıyla 40-50 lira demek, ki, yirmi gün sonra demiş Deniz, Ege’ye gidecek parayı denklerim…
Tezgahın başında daha ilk gün, bismillah, PKK yanlısı bir grup gösteri yapıyor, henüz polisle çatışma başlamamış ve sonra polisten de yaralananlar olmuş ama polis kamerası kayıtta. Kayıtlar ortada söyleyecek bir şey yok, Deniz de sol yumruğunu kaldırmış slogan atıyor. Cezası kesildi, 6 yıl.
Arkadaşlığımız çok ilerleyince ancak sorabildim, Deniz, dedim, tezgahta daha ilk günün, sol bir kültürüm de yok diyorsun, peki sol yumruk kaldırmak slogan atmak, neyin nesi?
‘Hayatımda ilk defa iş buldum, ilk defa kendi param olacak, ilk defa denize gideceğim, yüzeceğim, ilk defa bir şeyim oldu bir tezgah, ilk defa sorumluluğum var, o gün öyle coşkuluydum ki toplanan kalabalık kim tanımam, niye ordalar anlamam, attıkları sloganı bilmem, kalabalığın içindeydim işte ne bileyim…’
İçinde delice coşku olan çocukların, üstelik 19 yaşında, kışkırtılmaması, kandırılmaması mümkün mü, onların ter ve kan’ı gençliklerine dair, siyaset bahanesi.
O yıllarda Leman Dergisi’nde minnacık puntolu ama çok uzun hikayeler yazıyorum, ülke gündeminde faili meçhuller gırla gidiyor, tehdit, şantaj, mahkeme kapıları, her günkü işimiz. Ülkede öyle gergin bir hava var ki o yıllarda ‘hepimiz Ermeni’ değil ‘hepimiz depresiftik’. Kusmamız yoktu ama sebepsiz terlerdik, ağırımız yoktu ama midemize sebepsiz kramplar girerdi, şiddetli bir ağrı beynimizden hikayelerimize cümlelerimize bizi dağ köylerinde okuyan öğretmen abonelerimize kadar bulaşırdı.
Suratımız öyle donuk derimiz öyle kalınlaştı ki sokakta gülen bir insan görsem, hadi öldüreceğim demeyeyim, içimde küfürlerim suratına bir kova dolduracak salyalı tükürük biriktirirdi, adamın gırtlağına mı yapışacaksın ne yapacaksın, acı zehirli gazıyla mideni yaka yaka kusturacak, kuru kuru yutkunur, gözlerimin içinden siyah çivi bir bakış keskinleşerek odaklanırdı.
Niçin güler bir insan, her gün manşetlerde onlarca faili meçhul, hala nasıl gülümseyebilir insanlar. Gülmeye taktım yani, benim için sebepsiz gülenler, ya katiller ya da yok edilmesi gereken mikroplardır…
Oysa ne zaman gitsem görüşe, Deniz durmadan gülüyor. Üstelik çocuk haksız bir ceza almış, tam anlamıyla gadre uğramış, en güzel en genç yaşında hapishane hücresinde. Ve bunlara rağmen gülüyor, insanın bu türünü yeni tanıyordum, bayağı şaşırmıştım.
Gide gele annesiyle rahat senli benli konuşacak kadar arkadaş olduk, ‘Nermin abla, Deniz hep gülüyor?’ dedim, ‘O babası öldüğünden beri öyle, hep güler.’
Bunun bir açıklaması olmalı. Koğuşunda herkes Deniz’e hayran, Deniz’de gerginlik yok, kasvet yok, Deniz her şeyin dalgasında, sıkılan daralan içine kapanan her arkadaşı açılmak için hep Deniz’in yanına gelir. Deniz’de insanı gevşeten bir şey var. Hapishanede Deniz’i sorduğunda da herkes gülüyor. Gardiyandan savcıya PKK’lısından TİKKO’lusuna üniversite eylemlerinden içeri alınmışlara, diğer adi mahkumlara kadar, gidin Deniz’i sorun, hepsi Deniz adını duyunca önce ‘tebessüm’ ediyor, ‘Deniz mi:’ diyor, yüzleri yumuşayıp hemen gülüyorlar ve ‘Deniz başka ya…’ diye söze giriyorlar.
Sonra sonra hapishane müdürüyle odasında tanıştık, bir kez savcıyla da görüştüm, gardiyanlarla da kapı arkasında ayaküstü sohbetimiz çok oldu, her daim mutlu gezen Deniz’e hepsi ‘Leyla’ adını takmış, kafası hafif tütsülü hafiften içkili anlamında, bazen koğuş arkadaşları da ‘Leyla’ diye çağırır Deniz’i, Deniz’in mutluluğunu sanki kıskanır gibi.
Deniz,kendi iç sıkıntılarım için arayıp bulamadığım mucizevi tılsımlı bir maden sanki.. Gülüyor işte, bir zaman sonra ‘gülüşü’ size de bulaşıyor. Deniz’le birkaç dakika görüştükten sonra, bir anda kendimi neşeli kahkaha atan ve çok nefis bir sinema sonrası gibi rahatlamış buluyorum, işte yıllardır arayıp bulamadığım kurtarıcı.
Bazen çok önemli bir yazı çizi işim olur görüşe gidemem, ama ne zaman çok gerilip hadi artık psikiyatristlerin kapısını çalmalısın dostum desem kendime, hayır, önce Deniz’i görmeliyim, derdim.
Ve hapishanenin uzun yolculuğunda beynime Deniz’in gülümsemesi yerleşir, ağrı sızı kalmaz yara kabuklarım nasıl oluyor bu Allah’ım şu memleketim Trabzon’un en sevdiğim ‘ortanca’ çiçekleri gibi renk renk yapraklanır.
Ve zihnime gelsin çikolatalar meyveli tatlılar, yalaya yalaya, çocukluğumun o en güzel tüp çikolatası gibi, beynimin emmeye doyamadığı bir sıcacık ziyafetin ortasında bulurdum kendimi.
Sonra bu ‘gülümseme’ işini çok taktım kafaya, Deniz’e de anlattım okuduklarımı, şempanzelerden kalmaymış ‘gülmemiz’. Bebekler mesela neden gülümser annelerine. Üstelik ellerini kanat gibi çırparak gülümserler. Annenin kucağını istediği için, meme için, memesini emerken annenin, kalbin, güven dolu ritmine kulağını versin diye, huzur işte.
Elle, başla, eğilerek, sözle, bir çok selamlaşma türü vardır, ama en soylusu selamların yüzünüzde bir tatlı tebessüm, ki, en güzeli selamlaşacak kimse olmadan ağacı bulutu taşı sabahı selamlayan…
Deniz’in babasının ölümüyle yüzüne bir daha hiç inmeyen bir gülümseme takması, hayatta güven arayışı mı,bir koruyucu kalkan mı, derine inmeyelim ama sahici ötelerden indirilmiş tül gibi bir güzellik iksiri.
Ve genç bir mahkuma niçin gülüyorsun diye sormak ne kadar ayıp bir şey, üstelik gülme üzerine felsefi psikolojik bir tartışma açmak, densizliğin dik alası…
Çok geçmedi Deniz’in hapishane sorunlarının tam ortasında buldum kendimi. PKK’lı mahkumlarla bir sinir savaşı yaşıyor ve elinden bir şey de gelmiyor. Sebebi, hapishane televizyonu ortak yayın yapıyor ve kumanda, sayı olarak çok olan PKK’lıların elinde. PKK’lılar hep tartışma haber ya da ciddi programlar izliyor.
Denizse denize takmış, denizi göreceği tek program ‘televole’ benzeri magazin programlar, ne kadar rica etseler yalvarsalar PKK’lılar karı kız programları yasak, izin vermiyor. Ancak aralarında öyle kibar bir dokunulmaz dengesi kurulmuş ki birbirlerine en küçük kırıcı bir söz edilmesi mümkün değil. Deniz, görüşe kim gelse, kiminle tanışsa, kulağına gizlice, ‘ağbi şunlara bir rica edin’ diyor. Rica mica faydasız, üstelik Deniz’e ‘bunlar televole solcusu, cincon bunlar’ diye laf soktukları oluyormuş..
Deniz de lafın altında kalmıyor, arkalarından, televoleci sizsiniz, her gün adınız hangi tartışma programında geçiyor diye meraktan öleceksiniz… diye yakın arkadaşlarına dedikodusunu yapıyor. Hatta, bir defasında nerden öğrenmişse solculuğuyla dalga geçilmesine de dayanamamış, PKK’lıların koğuşuna girip çıkan iyi görüşen bir arkadaşına ‘bak kardeşim, hayvanlar bile yiyeceğini kusarak çocuklarıyla arkadaşlarıyla yiyor, buna ‘ortak mide’ denir, ‘hani bunların ortaklığı?’ demiş, daha doğrusu bu olayı bana vallahi dedim ağbi isterse duysunlar diyerek cesur ifadelerle anlattı.
Ve Deniz ısrarla annesini defalarca savcıya gönderiyor, hapishane değiştirmek için, bir sürü prosedür kolay değil. Nermin hanım, PKK’lılarla arasında kavga çıkar diye ödü kopuyor. Tek çare Deniz’in ‘deniz’ hayalinden kurtulması…
Minibüste yalvarıyor bana, ‘ne olur Deniz’in aklından denizi alın, deniz diye diye aklını yiyecek.’
Görüş yerinde Deniz’e yarı ciddi güya denizi kötülüyorum: ‘deniz de neymiş böğğğ her tarafına yosunlar yapışır, kırık midyeler ayağını keser, mısır koçanları öööğğ nesini seviyorsun Deniz…’ diye şakayla giriyorum lafa, Deniz annesinin tenbih ettiğini tabii ki anlıyor, geyiği daha da yüksek sesle, arkadan bizi izleyen annesinin duyacağı şekilde sürdürüyor: ‘ığğğğ o pis kumlar, herkes işiyor, ığğğ kokana karıların yağları bulaşıyor ığğğğ….’
Sonra görüş yerine, iki kat tel örgü iki kat cam ve telefonla konuşulan yere, annesi tekrar giriyor. Hayatımda beni bu kadar eğlendiren bir çocuk görmedim, annesiyle bir eğleniyor, bütün görüştekiler, yahu neler oluyor burada diye tekrar tekrar gelip bakıyorlar, Deniz annesine, çocuklarla oynanan yüzünü kapatıp birden açıp ceee oyunu oynuyor, ceeee anne, ceee anne. Annesi nerdeyse ağlayacak bir yüzle girmişti görüş odasına, şimdi yerlere yatıyor gülmekten, sonra gülerek bana dönüyor, ‘hep böyle bu çocuk yoruyor beni…’
Deniz bir de en başta Leman dergisi, dışarıdan bir sürü yayın izliyor. Beni gördükçe, ‘ağbi senin Datça’da arkadaşlarınız varmış, ağbi senin Kaş’da tanıdıklarınız varmış, ağbi senin hikayende okudum Marmaris’e gitmişsin, ağbi geçen senin arkadaşın Assos’tan bahsetti…’ diye..
Yani lafı Ege’ye getirmek istiyor ve dergide okuduklarıyla bir yakınlık kurup, altı yıl sonra çıktığında gideceği yeri şimdiden sağlama almak istiyor.
Deniz’den başka da muhabbet çıkmaz. Lafın gelişi oradan buradan konuşurken, alakasız bir yerde ‘bir arkadaşım var İzmirli’ dediğinizde, lafı bıçak gibi keser, o İzmirli arkadaşı ne kadar tanıdığımı, şimdi cebinde bir adresinin olup olmadığını, hala İzmir’de oturup oturmadığını ciddi bir sorgulamadan geçirir ve bu sorgulamada sizi ateş basar boğulursunuz kurtulamazsınız.
Deniz’in bu takıntısına alıştık bu yüzden çok dikkatli konuşur, asla kat’a içinde Ege’yi Akdeniz’i deniz’i çağrıştırarak bir cümle kurmamaya çalışırız.
Hatta PKK’lılar bazen Deniz’le şakalaşmak için, ‘oğlum Nihat ağbin meşhur yazar, Ege’nin kızları ona tav, istemediğin kadar kız ayarlar, sen Nihat ağbinin yakasını bırakma’ diye…
Sakın Deniz’in deniz hayaline obsesyon takıntı falan demeyin, dünyanın bütün bebekleri her çağda her iklimde hatta eline kalem alabilen hayvanların dahi ilk çizdikleri şey: bir daire.
Sen ben o, hepimizin ilk çizdiği şekil, dünyaya benzeyen, evrene benzeyen, bir daire.
Bu hepimizin ortak içgüdüsel özelliği, ama sonrası var. Daire çizdikten sonra hepimiz dairenin içini doldurmaya başlarız. Karalamalar çizikler zamanla ağaca dağa çiçeğe benzemeye başlar…
Anladım ki Deniz dairesine önce denizi dalgaları köpükleri çizmiş, önüne çıkan herkese çelme atarak mutlu olmayı seçmiş insanlara saçma gelebilir. Deniz ‘deniz’e odaklanıp kendiyle geleceğiyle hayalleriyle işini çoktan bitirmiş. Eğer futbolcuysanız ayağınızın anlamı tekme atmaktır, Deniz’in işi de çocukluğundan beri içine yerleşmiş deniz, dalgalar, yelkenler ne var bunda.
Saygın bir insan olmak ya da aklı başında görünmek ya da annesini üzmemek için ya da PKK’lılarla sürtüşmesin diye hayalinden vaz mı geçsin. Annesi yine ağlamasın merakta kalmasın diye içindeki denizi inkar mı etsin?
Annesi söylüyor, Deniz, ortaokuldan beri gece gündüz ders çalışır, böyle hayal kuracak vakti de olmadı, nerden koydu aklına?
Hayatın anlamını en iyi bilen insanlar, hayatın anlamını düşünecek fırsatı hiç olmadan didişen, çalışan, direnen, zorluklarla başa çıkmaya çalışan insanlardır, denizin tadını da adını da en iyi bu insanlar bilir.
Tabii bizler için çok kolay, biramızı içip, manik bir sırıtmayla, ha ha ha mutluluk deyince aklına tatil gelen insanlar, ha ha deyip dalgaya almak… deniz, Deniz için tatil değil ki, deniz ilk çizdiği daire, başka da dairesi yok, ötesi yok.
Belki de Deniz’in yüzündeki o büyüleyici gülümsemenin tek sebebi, herkesten önce kayığına binmiş ufuklara açılmış olmasıydı…Deniz’in, yelken deniz kayık resimleriyle süslenmiş yeri sadece koğuşu değildi, bütün imge dünyası, görüş günü içinden bir şey ısmarlamak isterse,şu sözlerle yerinden fırlar: ‘acıktık hadi ağbi sana kayık gibi sandviç yapıp getireyim, bekle.’
İşte böyle. Hayatımın bir dönemi canım çok yanıyordu ve Deniz’in gülümsemesini çaktırmadan bir merhem gibi kullanıyor iyileşiyordum.
Bir gülümsemenin, bir yaralı insana, usta bir cerrahtan daha hayırlı geleceğini Deniz’i tanıyınca, kendi bedenimde şahit oldum.
Kopartıp çözemediğim ağulu ağrıları defetmenin yolunu Deniz’in her şart altında tatlı tatlı gülümseyen yüzündeki o sonsuz ufukları gösteren resimde buldum.
Hayat bizi her gün tuzağına düşürüyor ve bu neşter işlemez görünmez yaraları götüreceğin kimsecikler de yok, işte o zaman içimde patlayan bir sevinçle:‘dur dur yarın görüş günü mü, Deniz’i bir görüp geleyim’ dediğim çok oldu.
Ve bugün, başım hala dik, birilerine eğilerek, etek öperek, çömelerek, yarı bele kadar kamburlaşarak selam vermiyorsam ve tanıdığım iyi kötü dost düşman bütün insanlara sadece hafifçe içten gelen bir gülümsemeyle boynumu dik tutarak selamlayabiliyorsam, bunun tek sebebi, Deniz gibi insanlarla beni karşılaştıran güzel bereketli talihimdir.
Deniz bir savaş mı kazandı, eşsiz bir roman mı yazdı, bilimsel bir buluşa imza mı attı, hayır, hayatımın en çıkmaz günlerinde, arayıp da bulamadığım bir ‘yüz’ taşıyordu,öyle bir yüz ki hepimizin hayallerini giydirmiş, çok uzak denizlerin mavileri köpükleriyle sen uykuda olsan bile orada oynaşıyor işte.
Bu satırlarda hala hayatın bir anlamı var diye coşkulu yazılar yazabiliyorsam, hayalini hiç kimseden korkmadan ve imkansızlık içinde yılmadan asla saklamayan bir saniye geri adım atmayan Deniz gibi çocuklarla uzun uzun şakalar yapabildiğim içindir. …
Sonraki yıllar… Deniz çoktan cezaevini değiştirmiş, bir daha gidip göremedim, hatta Deniz bir yığın mektup yazmış, başımda öyle bir dert var ki, inanın bir tanesini açıp okuyamadım. Kardeşim çok ağır bir hastalık sonucu ölümü bekliyor ve maddi manevi yıkılmış gün sayıyoruz.
Bundan on yıl kadar önce, bugündü, Türkiye-Japonya milli maçı vardı sokaklar bomboşdu, üç beş arkadaşıyla kardeşimin cenazesini İstanbul Bebek Camii’nden kaldırıyorduk.
Dağılmış on kilo vermişim, elde yok ayakta yok, camii avlusunda, bir telefon geldi, başsağlığı telefonu sandım, değil.
Deniz tahliye olmuş, fıldır fıldır Ankara’da beni arıyor, bulamamış. Nasıl gülüyor nasıl eğlenceli. Planlar hazır Ege’ye gideceğiz, ufuklarda kaybolacağız, bilmediğimiz sahillerde sabahlayacağız…
Cenaze başındayım, hı diyorum, hı, tamam Deniz, ben seni ararım, diyorum.
Bu kadar.
Cenazenin yası. Deniz’i de tahliyesini de telefonunu da çoktan unuttum.
Birkaç yıl geçti, Deniz’i hepten unutmuşum…
Trabzon’a gitmiştim, sahildeyim, işte o an Deniz geldi aklıma. Hemen telefona sarıldım… ‘Yavv bizim Deniz ne oldu?’ diye, ortak bir arkadaşımızı aradım.
Telefondaki arkadaşım: ‘ooo sen bilmiyor musun, söylemediler mi sana…’
‘Neyi bilmiyorum oğlum, bir söyle…’
‘Deniz öldü yaaa…’
‘Ne diyorsun sen yaa, ne zaman?’
‘İçerden çıktıktan iki gün sonra, kalp krizinden Ankara’da…’
‘Ya delirdin mi sen ne kalp krizi, yirmi dört yaşında kalp krizi mi olurmuş.’
‘Olurmuş ağbi ne bileyim, kalp krizi işte…’
Böyle işte, ama hala sürdürüyorum yazarlığı, hiç değilse kendimi ikna edecek kadar, hayat’a yeni bir ad buluncaya kadar.
Başka da yapacak bir şey yok, belki içinizden denize ulaşmayı başaranlar çıkarsa, fazladan bir kulaç atsınlar, içerde dışarıda denize ulaşamayan Leylalarımız için.
Nihat Genç
Odatv.com

Business News