HIDE
GRID_STYLE

OTORİTE VARSA ÖZGÜRLÜK YOKTUR!

SHOW_BLOG

Durduralım bu adamı!

AKP’nin şu an denediği gibi içerideki iktidarını sağcı-gerici bir tabanı kemikleştirerek korumaya çalışma taktiği bu ülke toplumunu da hızla...

AKP’nin şu an denediği gibi içerideki iktidarını sağcı-gerici bir tabanı kemikleştirerek korumaya çalışma taktiği bu ülke toplumunu da hızla saflaştıracak (Alevilerin, Kürtlerin karşı tercihine rağmen) ve en zayıf en kırılgan olduğu dönemde Suriye benzeri din-mezhep-aşiret-tarikat savaşlarına kapı açacaktır 

Oruç başına vurmadı, şekerinin ya da tansiyonunun yükselmesi de değil, neden. Bağırsağının yirmi santim kısaltılmış olmasının da beyne doğrudan bir etkisi olmasa gerek! Bu bildiğimiz dinci, gerici, tutucu, Alevi düşmanı, orta Anadolu sağcılığının Başbakan versiyonu. Demokrasi kültürünü yaşamamış/benimsememiş, insan haklarını (kendisi söz konusu olmadıkça) umursamayan, kendisi ve kendisine benzer olanların dışındakileri önemsemediği gibi düşman gören, pragmatist, sıkıştığı her durumda yalana başvuran sıradan kişiliklerden. 

Tayyip Erdoğan, geçenlerde katıldığı sözde soru-cevaplı televizyon şovunda, kendi “malum medyası”nın çanak sorularına dürüstçe yanıtlar verdi. Erdoğan’ın dilinde işkenceci-tecavüzcü polis “arkadaşımız”, sopalı Obama “saygıdeğer”, yandaş olmayan medya “malum medya”, eski komutan Büyükanıt'la ilişkisi “mahrem”, camiye gitmeyenler “ayrımcı, bölücü”, cemevi “ucube” olarak tanımlandı. 

Bu başbakan, her şeyden önce kendisine çanak sorular değil de “gerçek sorular” sorabilecek bir gazeteci ekibinin önüne çıkabilecek bir cesarete bile sahip değil. Kendi dışıyla, göstermelik bile olsa demokratik bir ilişki kurabilmekten aciz. 

“Hakkında mahkumiyet kararı yok” dediği işkenceci-tecavüzcü polis şefi Sedat Ay hakkında doğruyu söylemiyor. Yargılandığı mahkeme, bu işkenceci polis şefi için işkenceden ceza verdi. Yargıtay’a götürülen davada, karar bozuldu ancak bozulma nedeni işkencenin sabit görüldüğü, “cezanın az verildiği” şeklindeydi. Daha sonra çok özel çabalarla, dava geciktirilip, zaman aşımına uğratıldı. Ayrıca Tayyip diyor ki “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu polise ceza vermedi”. Bakın bu doğru! Çünkü AİHM, kişileri yargılamıyor, o yüzden bu kişiye zaten ceza veremez ancak AİHM , devletleri yargılıyor ve bu şahıs yüzünden T.C. devletini yargıladı ve ceza verdi. 

Peki, tüm bunlara rağmen koskoca Başbakan, neden bu tecavüzcü-işkenceci “arkadaşı”nın arkasında duruyor? Çünkü hem ona hem de onun gibilere ihtiyacı var, sistemin hukuku içinde başa çıkamadığı devrimcilerle mücadele etmek için. 

Obama ile de arkadaşmış, aralarında çok saygıdeğer bir ilişki varmış. Ancak Obama öyle düşünmüyor olacak ki Tayyip ile telefon görüşmesi yaparken eline beyzbol sopası alıyor, bu halinin fotoğrafını çektiriyor ve bu fotoğrafı altyazısıyla birlikte basına servis ettiriyor! Burada “van minute” neden işlemiyor, acaba? Çünkü ABD ile ilişkilerde yapmacık da olsa kabadayılığa yer yok. 

“Malum medya” tanımı ise çok tanıdık. Tayyip’in eski hocası Erbakan bu durumu “bir kısım medya” olarak tanımlardı. Bunlar, Menderes’ten bu yana kendilerinden olmayan medyaya hep kafayı takmışlardır zaten. Ancak Tayyip’in hakkını teslim etmek gerek. Çünkü iktidara geldiği andan itibaren medya alanında çok özel bir strateji izledi. İlk olarak kendi medyasını güçlendirme ve palazlandırma taktiği izledi (Zaman, Yeni Şafak, Vakit gibi). Kendi medyasını yaratma yolunda, var olan medya gruplarının patron yapısını değiştirdi (Sabah, Star gibi). İkinci aşama, “cızırtı” yapan medya gruplarını ya vergi denetimi zoruyla (Doğan) ya da ihalelerin “çekiciliği” teşvikiyle (Doğuş) terbiye etmek oldu. Bu aşamada AKP aynı zamanda “zorla” bazı gazetecilerin kovulmasını da sağladı. Üçüncü aşamada ise AKP’nin “özel” olarak yapması gereken bir şey kalmadı. Çünkü bir kısmı doğrudan kendi elemanı, bir kısmı da çok iyi “terbiye” edilmiş olan elemanlar olarak, şu anki medya kendi otosansürünü, otokontrolünü çok iyi bir şekilde yapar oldu. Tüm bunlara rağmen, Tayyip hala kendini güvende hissetmiyor, çünkü o kadar çok açığı var ki! 

O açıklardan sadece biri; generalleri tasfiye etmek için uyguladığı “her yol mubah” planları. Aradan 5 yıl geçmiş olmasına rağmen Büyükanıt ile Dolmabahçe’de yaptığı “mahrem” görüşmeyi sık sık hatırlatıyor. “O açıklamadığı sürece kendisi o görüşmeyi mezara götürecekmiş!” Büyükanıt’a sürekli yapılan bu hatırlatma hem bir tehdit hem de bir korku anlamı taşıyor. Bu Büyükanıt için ise hayatının son demlerini cezaevinde değil de yazlığında geçirme bonusu. Bir ülke başbakanının bırakın halktan, devletinden bile saklı “mahrem”i olur mu? Bizimkinin var. 

Tayyip, yine ve yeniden ve hep Alevilere takmış durumda. Bu kez daha damardan: “Ben hepsinden daha Aleviyim” diyor. (Bir ara da çevrecilere takmıştı, “Ben çevrecinin daniskasıyım” diyordu). Yeni bir tür Alevilik keşfetmiş olsa gerek. Çünkü ona göre Karacaahmet Cemevi ucube (bu arada sadece Karacaahmet değil, ülkede bulunan 400 civarındaki Cemevinin tamamı zorunlu olarak kaçak durumda), camiye gitmeyenler ayrımcı-bölücü. Ayrımcı-bölücü olmamak için tek din, tek mezhep şart. Tek mezhep de olmak yetmez, o mezhebi de Tayyip’in tarikatındakiler gibi yorumlamak gerek. 

Meclis'te Cemevi açılmasını talep edenlere Meclis Başkanlığı yanıt veriyor: “Diyanete sorduk, İslamda cami ve mescitten başka ibadet yeri olmaz dediler.” Hangi insanın neye ihtiyacı olduğunu ve neyi isteyip, isteyemeyeceğini Diyanet belirliyor. Hani insanlar laik olmaz, devlet laik olurdu? (Tayyip bir zamanlar böyle diyordu). Laik devlete düşen görev, insanların nasıl ibadet edeceklerine karışmak değil, ibadet etmeleri için talep ettikleri şartları yerine getirmektir. Aynı biçimde (olur ya bir gün!) dinsel inancı olmadığı için krematoryum talep edecek olanların da bu talebini yerine getirmek zorundadır laik devlet. 

Açılımlar hiç açılmamıştı ki... 
AKP iktidarının en büyük gücü, yalan üretme gücüdür. Demokratik açılım, Alevi açılımı ve hatta Roman açılımı bile yaptılar hesapta. Ancak hepsi başından itibaren bir yalandı. En büyük yalanları da Kürt açılımında oldu. 

En son geldikleri nokta Hakkari’de 7 bölgeyi “askeri güvenlik bölgesi” olarak ilan etmek oldu. Neden? Çünkü AKP’nin oyalama, yok sayma, muhatap almama taktikleri iflas etti. İktidar olduğu günden beri Kürt sorununun çözümüne ilişkin yarattığı sahte umudu devam ettirecek hiçbir aracı kalmadı artık AKP’nin. En son müzakere süreci diyerek geçiştirmeye çalıştığı dönemi de kendi sıkışmışlığı nedeniyle sonlandırınca, PKK’nin şu anki durumu zorlaması kaçınılmaz oldu. Bir bölgenin bir bütün olarak hakimiyetini amaçlayan, şimdiye kadarki nitelik ve nicelik itibariyle en büyük silahlı etkinlik. PKK’nin bu noktadan sonra geri çekilip çekilmeyeceğinin bir önemi yok, çünkü artık ne kadar ileri gidebileceği konusunda çok önemli bir sıçrama yapmış durumda. Kuzey Irak’tan (Güney) sonra Kuzey Suriye’de (Batı) elde ettiği siyasal ve askeri konum, AKP’ye (dolayısıyla T.C.’ye) eşit ve adil biçimde sürdürülecek bir müzakere sürecinden başka bir yol bırakmamış durumda. Ne teknoloji ne de Fethullah modeli işe yarayacakmış gibi durmuyor! 

Suriye’ de gelinen nokta ise gerçek anlamda bir rezalet. Esad gidecek olsa bile T.C. artık o bölge halkları için emperyalist çıkarlar uğruna her türlü pisliği yapabilecek bir aktör konumuna geldi: Komşusunda iç savaş çıkartmaya çalışan bir ülke. Bunun için silah veren, silah geçişine izin veren, hiçbir kriter aramadan askeri eğitim veren, hatta yanlarına kendi subaylarını katarak eyleme gönderen, adam kaçırtan bir taşeron. Üstelik bunları yaparken, “yapmıyorum” diyerek sürekli yalan söyleyen bir konumda. AKP için artık her şey yapılabilir, hatta El-kaide bile değerlendirilebilir. İlginç gelişme, El-Kaide’nin avukatlığını kapan bir şahsın Halep’te Suriye ordusu tarafından öldürülmesi oldu. Bu şahıs ve bunun benzerleri Esad’ı devirmek için savaşıyorlarmış. Peki, El-Kaideciler Esad’a karşı savaşma motivasyonunu nereden alır? Esad, Amerikancı da değil. Ama Nusayri! 

Gelinen noktada ABD-AKP ikilisinin geliştirdiği Suriye politikası, Tayyip’in son telefon görüşmesinin ardından dillendirdiği biçimde “rejim gitsin, devlet kalsın” şeklini aldı. Neymiş efendim, ABD’nin Irak deneyiminden çıkardığı sonuç; devletin kurumları da (ordu, yargı, polis, bazı bakanlıklar) dağıtılınca kontrol tamamen elden kaçıyormuş. O yüzden Esad devrilmeli ama (Mısır’da olduğu gibi) ordu mutlaka korunmalıymış. Bunun yapılabilmesinin tek bir yolu olduğu aşikar; rüşvet ve şantajla insan devşirmek. Bunun sonucu da belli: Yozlaşmış, suç ilişkilerinden oluşan bir devlet mekanizması. AKP’nin Suriye hayali bu. Buna rağmen bile Ortadoğu coğrafyasını az-çok bilen herkesin de dediği gibi bu bölgede “rejim gitsin, devlet kalsın” şeklindeki bir politikanın başarı şansı sıfırdır. 

Her şeye rağmen T.C. devletinin önünde, değerlendirilebildiği ölçüde çok büyük bir olanak var. Kürtler tarihte şimdiye kadar olmadığı bir biçimde siyasal temsiliyette ve jeo-politik pozisyonda çok önemli bir güç elde ettiler. Bu ortamı sağlayan unsurlardan biri Barzani’nin Kuzey Irak’ta izlediği siyasettir. Hatırlanacağı gibi T.C.’nin çok değil, 4-5 yıl önceki tavrı; Kuzey Irak’ta ayrı bir Kürt oluşumunu savaş nedeni olarak açıklıyordu, hatta böylesi bir yönetimin petrol ihracat anlaşmaları yapabilecek olması hayal bile edilmiyordu. Ama gelinen noktada bunların hepsi meşrulaşmanın ötesinde resmileşti. Ancak görülmelidir ki Barzani’ye bu koşulları sağlayan en önemli etkenlerden biri PKK’nin askeri ve siyasi varlığıdır. AKP, artık kabul etmelidir ki Irak ve Suriye’de oluşturulan Kürt siyasi yapısı, Türkiye içindeki “yasaklı bölgeler”le birlikte duygusal-siyasal-toplumsal bir süreklilik içindedir. Bu gerçeğin kabulü ve bu kabul üzerinden atılması gereken kaçınılmaz adımlar vardır. Bu adımların ilki ise eşit, adil bir barış için yeni bir ilişkinin, hukukun tesis edilmesi gelmektedir. 

Bu yapılmadığında ve hatta tam tersine AKP’nin şu an denediği gibi içerideki iktidarını sağcı-gerici bir tabanı kemikleştirerek korumaya çalışma taktiği bu ülke toplumunu da hızla saflaştıracak (Alevilerin, Kürtlerin karşı tercihine rağmen) ve en zayıf en kırılgan olduğu dönemde Suriye benzeri din-mezhep-aşiret-tarikat savaşlarına kapı açacaktır. Sadece geçen haftalarda yaşanan gelişmeler bile toplumsal gerginliğin boyutunu yeniden göz önüne sermiştir; Malatya Doğanşehir’den, Şişli Ayazağa’ya, Muğla Dalyan’a kadar her an “kontrol”den çıkabilecek bir tehlike mevcut. 

Tayyip, şu anki haliyle bu gerçeği görmenin ötesinde, bu gerilimi aklınca kullanma ve kontrollü bir biçimde koruma taktiği izliyor. Bu durumu değiştirmeyi AKP’den beklemek ham bir hayaldir. Bu toplumun “aklı selim”, ilerici özneleri yaz rehavetinden kurtulup derhal sürece müdahil olmak zorunda!