HIDE

GAZETE DEMOKRAT / EKONOMİ

GRID_STYLE

SON HAVADİS

SHOW_BLOG

Türkiye’nin Hızla Büyüyen Ekonomisi, Çalışanların Hızla Eriyen Bedenleri, Hızla Artan İş Cinayetleri ve Erdoğan’ın Hızını Alamayan Üç Çocuk Çağrısı

Gün geçmiyor ki,haberlerde Türkiye ekonomisinin ne kadar hızla büyüdüğü, artık ne kadar güvenilir ve sağlam temeller üzerine oturduğu, ...


Gün geçmiyor ki,haberlerde Türkiye ekonomisinin ne kadar hızla büyüdüğü, artık ne kadar güvenilir ve sağlam temeller üzerine oturduğu, yabancı yatırımcılar için bir cazibe merkezi haline geldiği, Avrupa’nın en dinamik ve gelecek vaad eden piyasası olduğuna dair yeni bir söylemle karşılaşmayalım. Türkiye’nin dünyanın en büyük 16. ekonomisi olması AKP hükümetinin en başta gelen övünç vesilesi. Öyle ya AKP’li birçok siyasetçinin dile getirdiği gibi artık bizim Avrupa’ya değil Avrupa’nın bize ihtiyacı var. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de bir demeciyle bu tartışmaya son noktayı koyuyor: “Avrupa’da tek rakibimiz Almanya!”
Başta Başbakan Erdoğan olmak üzere tüm AKP’liler ne kadar övünseler azdır. Zira Türkiye’yi AKP’nin iktidarda olduğu süre boyunca sadece ekonomik büyüklük sıralamasında dünya 16.lığına yükseltmekle kalmadılar üç tane de Avrupa birinciliği kaptılar. Evet 2010 yılına dair açıklanan son rakamlara göre Türkiye üç alanda Avrupa birincisi. Bu alanlar sırasıyla gelir dağılımı dengesizliği, işçi ölümleri ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde mahkûm olunan dava sayısı. Şimdi Türkiye’deki ekonomik büyümenin Türkiye halklarına ödetilen ağır bedeline dair bu karanlık tabloya biraz daha yakından bakalım.
Türkiye gelir dağılımı dengesizliğinde Avrupa birincisi. Bu birinciliği Moskova ve Londra ile beraber “Avrupa’da en çok dolar milyarderini barındıran” üç şehirden biri olan İstanbul’a sahip olmakla taçlandıran Türkiye’de 2010 itibariyle 28 dolar milyarderi bulunuyor. Hepsi de İstanbul’da ikamet eden bu 28 kişiden ibaret dolar milyarderlerinin gelirinin toplam gayri safi milli hasılaya oranı ise %7.5 civarında. Türkiye’nin en zengin ilk 100 kişisinin toplam gelirden aldığı pay ise %15’i buluyor. Kişi başına düşen ortalama gelir sıralamasında oldukça gerilerde yer alan Türkiye’nin bu sıralamada oldukça üst sıralarda yer alan Fransa, Japonya, Hollanda, İsviçre gibi zengin ülkelerden daha çok dolar milyarderi çıkarmasıyla övünen AKP’liler olabilir. Öte yandan TUİK’in gerçek rakamların oldukça altında açıklanan verilerine göre bugün Türkiye’de 13 milyon kişi yani nüfusun %18’i yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Bu en yoksul 13 milyon kişinin toplam geliri en zengin 28 kişinin toplam gelirinin yarısı dahi etmiyor. Tüm bu rakamlar Türkiye’yi dünyada 16. sıraya taşıyan ekonomik büyümenin iddia edildiğinin aksine yoksulluğu gidermediğini net bir biçimde ortaya koyuyor. Çalışanlar ise tamamen kendi emekleri sayesinde gerçekleşen bu ekonomik büyümenin kazancından hak ettikleri payın çok ama çok azına razı olmaya zorlanıyor. Evet, birçok kişinin farkında olduğu ve dile de getirdiği gibi ortada ne kişi başına düşen dolarlar var ne de dengeli dağılan ortalama bir gelir söz konusu.
Türkiye’nin Avrupa’da birinciliği kimseye kaptırmadığı bir diğer alan ise can güvenliğini hiçe sayan çalışma koşulları karşısında adına kaza denemeyecek iş cinayetleri. Türkiye’de sadece resmi rakamlara göre her sene iş cinayetlerinde 1.500’e yakın işçi hayatını kaybediyor. En çok iş cinayetinin yaşandığı madencilik faaliyetlerinde 2010 yılında Türkiye’de 105 maden işçisi hayatını kaybetti, 61 maden işçisi de ağır yaralandı. Sadece bu resmi rakamlar bile Türkiye’nin madenlerde yaşanan iş cinayetlerinde Avrupa birincisi ve dünya üçüncüsü olduğunu gösteriyor. Bilindiği gibi yalnızca Tuzla tersaneler bölgesinde son sekiz yılda 142 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Uluslararası çalışma örgütü ILO tıpkı Tuzla’da olduğu gibi madenlerde ve inşaatlarda çalışırken ölenlerin sayısının da resmi verilerin çok üzerinde olduğunu tahmin ediyor. Yaralananların, ömürlerinin geri kalanını kalıcı bir sakatlıkla sürdürmek zorunda olanların veya ilerleyen yıllarda çalıştıkları ağır kimyasal maddelerin uzun vadeli etkileri sonucu kanser ve bilumum akciğer hastalıkları ile boğuşmak zorunda kalacakların sayısı ise bilinmiyor. Tek bilinen bu süreçte yaralanan, sakat kalan ve iş gücü olma özelliğini yitirdiği için aramızda sessiz sedasız çürümeye terk edilenlerin sayısının ölenlerden kat be kat daha fazla olduğu.
Türkiye’nin 2010 yılında birinci olarak anıldığı bir diğer konu başlığı da insan haklarının karanlık sicili. AKP hükümetinin tüm sözde demokrasi ve demokratikleşme hikâyelerine karşın Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde mahkûm olduğu davaların sayısı her geçen gün arttı. 2010 yılında Türkiye AİHM’de görülen 278 davada mahkûm olarak bu konuda bugüne kadar birinciliği kimseye kaptırmayan Rusya’yı ilk defa geçip birinci oldu. AKP’nin iktidarda olduğu yıllar boyunca başta devletin şiddeti karşısında haklarını arayan Kürtler olmak üzere, işkenceye maruz kalanların ve hükümeti eleştiren siyasi görüşleri dolayısıyla baskı görenlerin açtıkları davaların sayısı her geçen yıl biraz daha arttı. Bilindiği gibi AİHM’de davalar ancak bir ülke içindeki iç hukuk yollarının tamamen tükendiği kanıtlanabilirse kabul ediliyor. Dolayısıyla AİHM’de Türkiye aleyhine açılan davaların çokluğu Türkiye’deki siyaset, hukuk ve adalet kurumlarının insanların haklarını aramalarına dahi imkân vermediğini gösteriyor. Hükümetin Türkiye’nin demokratikleştiğine dair söyleminin sadece bir masaldan ibaret olduğu tüm çıplaklığıyla ortada duruyor.
Evet, şu halde Türkiye’nin ekonomik büyümesinin bedeli ağır. Türkiye’nin bu şekilde ekonomik büyümesini sürdürmesi, gelir dağılımının her geçen gün biraz daha bozulması, nüfusun büyük bir kesiminin yoksullaşması, çalışanların omuzlarındaki yükün her geçen gün biraz daha artması, işçilerin can güvenliklerinin yok sayılması ve tüm bu koşulları eleştiren ve karşı çıkanların da hükümetin ve yargı organlarının baskısıyla susturulması ve bastırılması pahasına sağlanıyor.
İşte tüm bu koşullar altında ekonomik “gelişmesini” sürdüren Türkiye’nin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ise her fırsatta yeni evli çiftlerden üç çocuk beklediğini dile getiriyor. Her ailenin ortalama iki çocuğu olsa sabit kalacak nüfusun üzerine bir ilave ekliyor. Peki, nüfus artışının artık hiç de arzulanan bir şey olmadığı bir çağda Erdoğan neden ısrarla bu üçüncü çocuğu istiyor? Doğacak üçüncü çocuğumuzdan ne istiyor, ondan ne bekliyor?

AKP hükümetinin neoliberal saiklerle ucuz emek gücüne dayandırdığı ve çalışan kesimlerin emeklerinin sömürülmesi üzerine inşa ettiği ekonomik büyüme modeli işçilerin ve emekçilerin bedenlerini her geçen gün biraz daha eritiyor. Yaşanan iş cinayetlerinin ardı arkası kesilmiyor. Şüphesiz, insanları öğüten, bedenleri eriten bu büyüme ve kâr hırsı, tükenen bedenlerin yenileriyle telafi edilmesini gerektiriyor.
2010 yılının Mayıs ayında Zonguldak Karadon’da 30 madencinin ölümüne yol açan iş cinayetinin ardından oraya giden Erdoğan yaptığı konuşmada “ölüm madencilik mesleğinin kaderinde var” demişti. Erdoğan madenci olarak doğacak üçüncü çocuklarımızın kaderini ve akıbetini şimdiden tayin etmiş görünüyor. Demek ki, Erdoğan bizlerden iş cinayetlerinde yiten, ağır çalışma koşulları karşısında eriyen hayatların boşalttıkları yeri dolduracak, daha doğmadan kaderi belirlenmiş ve ölüm fermanı yazılmış üçüncü bir çocuk istiyor.
Erdoğan, bizlerden üçüncü bir çocuğu daha demokratik, adaletli ve özgür bir ülkede yaşasın, daha iyi bir eğitim alsın, sağlıklı mutlu bir gelecekte yaratıcı, kültürel, bilimsel meraklarının izini güven içinde sürsün diye istemiyor. İktidarda oldukları sekiz yılın gösterdiği gibi Erdoğan’ın ve AKP’nin Türkiye için çizdiği gelecek tahayyülünde çocuklar ve gençler için hiçbir ciddi eğitim, sanat, bilim ve teknoloji yatırımı yok. Ekonomide dünyada 16. olmakla övünen Türkiye’ye dair tüm diğer göstergeler demokratikleşmede, adaletin sağlanmasında, eğitimde, sağlıkta, bilim ve teknoloji çalışmalarında ve yaratıcılık gerektiren alanlarda Türkiye’nin dünyada en son sıralarda yer aldığını teyit ediyor. Yarının üçüncü çocukları ve gençleri için vaad edilen tek gelecek tıpkı bugün olduğu gibi gemi ve otomobil kaportası üretirken, TOKİ inşaatlarında çalışırken, tekstil atölyelerinde fazla mesai yaparken, sözleşmeli öğretmenlik, yarı-zamanlı sekreterlik gibi işlere razı olurken her türlü sosyal güvenceden yoksun, her an işten atılacağının bilincinde, işsiz kaldığında iktidarın yardımlarına mutlak olarak bağımlı, tüm siyasi ve ekonomik örgütlülüğünden ve dolayısıyla pazarlık gücünden yoksun bırakılmış bir halde üç kuruşa talim etmekten, bunları kabul etmeyip isyan ederse de tutuklanıp hapse gönderilmekten ibaret. Bu ağır koşulları garanti altında almak için iktidar her geçen biraz daha otoriterleşiyor. En ufak bir eleştiriye dahi işte bu gelecek tahayyüllerine zarar verir diye tahammül edemiyor.
Tuzla’da tersane sahibi olan Metin Kalkavan bir keresinde Tuzla’daki çalışma koşullarına dair eleştirilere karşılık olarak “işçi ölebileceğini bilmelidir” demişti. Yine 2010’un Mayıs ayında Karadon’da 30 işçinin canına mal olan maden kazası sonrasında AKP’li çalışma bakanı Ömer Dinçer ölen işçiler için “güzel öldüler” diye demeç vermişti. Görülüyor ki, kapitalist patronlar, AKP ve ölümü işçiliğin kaderi olarak tayin eden Erdoğan bizlerden üçüncü bir çocuğu “ölebileceğine bilen birer işçi” olsun ve isyan etmeden, kaderine razı olarak sessiz sedasız “güzel güzel ölsün” diye istiyor.
Erdoğan’ın çağrısına kulak verip üçüncü bir çocuğu dünyaya getirmeye hazırlananlara önemle duyurulur…

Business News