Araştırmacı-yazar Faik Bulut Suriye'de yaşananları ve Kürt meselesindeki son gelişmeleri soL Gazetesi'ne değerlendirdi. ...
Araştırmacı-yazar Faik Bulut Suriye'de yaşananları ve Kürt meselesindeki son gelişmeleri soL Gazetesi'ne değerlendirdi.
soL Gazetesi'nden Gamze Erbil, Araştırmacı-yazar Faik Bulut’la Suriye’deki gelişmeleri ve Türkiye’nin bu sıcak soruna müdahale arayışını konuştu. Bulut, bir süredir ortaya çıkan tabloyu, bir “pat” durumu olarak niteliyor.
Türkiye’deki açılım sürecinde fazla olumlu bir atmosfer yaratıldığına dikkat çeken Bulut, bunun AKP’nin projeleri için Kürt siyasetini yedeklemek niyetiyle yapılıyor olabileceğini vurguluyor.
Gamze Erbil'in Faik Bulut’la gerçekleştirdiği ve dün soL gazetesinde yayınlanan röportajın tam metni şöyle:
Cilvegözü’nde yaşanan patlamayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Kim yaptı, neyi amaçlıyordu?
Polisiye bilgiye sahip değilim, ancak tahlile dönük bakacak olursak her halükarda Türkiye’yi Suriye’ye daha fazla bulaştırmak isteyen taraf ya da taraflar olduğu yönünde bir izlenimim, kanaatim var. Aslında gelişmeler de biraz onu gösteriyor. Türkiye zaten bulaşacağı kadar bulaşmış ama bu sefer daha aktif müdahale yönünde bir çaba, tertip ne derseniz deyin, olduğunu düşünüyorum. Başka türlüsü bana çok anlamlı gelmiyor.
Suriye’nin başında onca bela varken, kalkıp bir de Türkiye’yi daha fazla kışkırtıp kendisine saldırtmak yönünde bir şeyi hiç mantıklı bulmuyorum.
Saldırı olduğu sırada Esad’ın da bir ucunda olduğu, muhalefet ile süren pazarlık vardı. BM Temsilcisi Brahimi’nin devrede olduğu, uluslararası aktörlerin de işin içinde olduğu bir “tarafları anlaşmaya vardırma” süreci vardı. Saldırının bu süreçle ilgili olduğu, cihatçı örgütlerin bunu baltalamak istedikleri söyleniyor…
Ben ve benim gibi yorumcular genelde mümkün olduğu kadar günlük haberler üzerinden yorum yapmamaya çalışıyoruz, genel bir portre çizmeye çalışıyorum ben. Daha önce de Türkiye’yi buraya zorlayan şeyler olduğunu düşünüyorum.
Ahdar İbrahimi’nin Rusya dahil tarafları bir araya getirme Muaz El Hatip’in “Suriye yönetimiyle görüşebiliriz” yönündeki demeçleri ve çabaları hâlâ Cenevre çerçevesini aşabilmiş değil. Gerisi günlük gelişmelere göre tarafların değişen tavrıdır. Suriye Milli Konseyi’nin Suriye koalisyonu altına girmesi, buradaki çekememezlikler, rekabetler vs. Zaten her grup bir ülkenin çıkarını temsil ediyor. Economist bunları yazdı; Katar’ın adamları var, Türkiye’nin adamları var, Amerika’nın adamı, İsveç’in adamı… İbrahimi’nin olayı daha tepeden bakarak bu işi mümkün olduğunca BM çerçevesinde buluşturma olayıydı. Buna yönelik olabilir, ama ben bu tür provokasyonların Türkiye’yi daha aktifleştirmek için olduğunu düşünüyorum.
Yalnız Türkiye’nin rolü o anlamda bir yıldır böyle. ABD seçimleri deniyordu, ama seçimden sonra da Türkiye ABD’yi arkasında göremedi. ABD temkinli görünüyor ve bir örtüşmeme durumu var siyaseten. Tablo buyken kim Türkiye’yi daha fazla işin içine çekmek istiyor?
Muhtemelen daha fazla müdahale etmek isteyenler. Muhalefet, yani Suriye muhalefetinin çeşitli kanalları. Analiz yapıyorum. Yabancı müdahalenin olmaması, özellikle silahların daha fazla verilmemesi –biliyorsunuz kısıtlamaya gidildi- gibi durumlardan kim şikayetçi? Muhalefet. Cihatçılar olsa olsa Suudi kesimle bağlantılıdır, onlar doğrudan Batı’dan isteyemez, muhalefet üzerinden alırlar. Esas olarak kim şikayetçi: Muhalefet. Muaz El Hatip kaç kez “Suriye halkı hayal kırıklığına uğradı” dedi. Hayal kırıklığına uğrayan kendisi. Daha fazla provokasyon zeminini kim isteyebilir?
Peki Türkiye ne kadar şikayetçi? Çok şikayetçi. Katar olayı aslında Türkiye’nin şimdiye kadar yürüttüğü krizin başarısızlığını gösteriyor. Amerikan planıdır bu Katar. Türkiye’ye dolaylı yoldan “sen başarısız oldun, biraz arkada dur bakalım” deniyor. Demek ki, Türkiye’nin de duygularına hitap ediyor.
Başka şeyler de olabilir, Türkiye’nin bir güvenlik odağı, ordunun bir kanadı vs. de olabilir. Ama genel olarak “Türkiye’nin bu işe daha fazla müdahale etmesini isteyenler” diyoruz.
Esad’ın durumu beklendiği gibi kötüye gitmedi. Eldeki senaryolar tükendi. Saldırı ve çatışmalar sürüyor ancak Esad iktidarını koruyor. Geri dönülmez bir aşamaya gelindiği söylenebilir mi?
Şu ana kadar görülen şu ki, Suriye yönetimi arkasında İran, yanında Hizbullah, arkasında Rusya, bölgesel ve uluslararası mevzilenmede böyle konumlanıyor. Diğer tarafta da Batılı ülkeler, ABD, AB, Türkiye, Katar vs. var. Bu mevzilenmede yenişme yok, yenme de yok. Bir çeşit pata durumu var ve gidiş-gelişler oluyor. Mesela Suriye ordusu Şam bölgesinde dört defa silahlı muhalefetin belini kırdı ama hakim olamadıkları yerler de var. Nitekim Cilvegözü de onun çok tipik örneğidir. Suriye diyor ki, benim denetimimde değil. Bir ülkenin devleti sınırlarında başlar. Demek ki devletin bir bölümü yok. Dolayısıyla pata durumu var, savaşta bir çıkmaz var. Artık bir adım ileri iki adım geri durumu var.
Son yaşanan gelişmeleri bir araya toplarsanız gündemde olan “geçiş hükümeti”dir. Tek açmaz Esad’lı mı, Esad’sız mu olacağı noktasındadır. Bir denge durumu var, iki parmak bunun lehine iki parmak öbürünün lehine. Genel olarak bir denge durumu yaşanıyor. Muhalefet ciddi bir askeri müdahale olmadıkça yenemez. Ama diğeri de bu işi kolay kolay bitiremez. Tümüyle belini kırdığını düşünün, temizlik operasyonu bile bir sene sürer. Kaldı ki sayıca da az değiller, her taraftan besleniyorlar. Aşırı miktarda dışarıdan insan geliyor. Beşar Esad kendisi sekiz bin cihatçı militan demişti. Batılı kaynaklar 8-15 bin arası değişen bir sayıdan bahsediyor. Hür Suriye Ordusu’nu saymıyorum. Çeteleşmiş gruplar vs. asayiş yokluğundan ortaya çıkmış.
Esad geçen günkü konuşmasında 2014’e kadar kalacağını sonra da bakacağını söylüyor. 2014’e kadar bu mesele bir şekilde sürecek. Çatışmalar az olur, fazla olur, yükselir, azalır, yaygın olur, dar olur. Bunlar günlük, aylık gelişmeler. Ama ben 2014’e kadar böyle kalacağını düşünüyorum. Sürpriz bir gelişme olmadığı durumda böyle olacaktır.
Bölgede İsrail’in varlığı düşünüldüğünde kaza ihtimali var.
İsrail tereddütlü, günlük kamuoyu yaratma faaliyetlerini bir yana bırakın, İsrail istihbaratı bu güvenlik boşluğunda cirit atıyor, askeri uzmanları o bölgelerde dolanıyor. Ama İsrail hala ciddi tereddüt içinde.
2006’dan dolayı mı diyorsunuz?
Hayır, İsrail ne olacağını kestiremiyor. “Beşar’ın kalması iyi mi, yoksa bu cihatçılar gelirse canımıza okurlar mı” diye. Netanyahu muhalefet yaralıları bize sığınsın dedi ama o yem atmadır.
İsrail çok tereddütlü. “Beşar kalsa bundan sonra iyi” diyor, ordu kendisini beş sene toparlayamaz, bunu tercih edebiliyor. Öte yandan çok yönlü bir savaş. Orada çete savaşı var, etnik boğazlaşma var, mezhepsel boğazlaşma var. Bir sürü şehir kendi içinde ayrılmış. Artı vekaleten bölgesel savaş, uluslararası bir savaş var. Dolayısıyla tek bir savaştan bahsedemiyoruz. Hakim olma meselesi buradan çıkıyor.
İsrail bile bu durumdayken Türkiye nasıl bu kadar kışkırtan, “asla Esad’la uzlaşmayacağız” diyen bir konumda olabiliyor. Çok keskin bir tercih değil mi bu?
Şöyle de bir takdir hatası. Değerlendirme hatası. Bir de kişiselleştirme.
Hükümet geleneksel dışişleri kadrosunu yeterince çalıştırmıyor. Ulusal ölçekli, kapsayıcı bir dış politika eksikliği var. Gerek başbakan, gerekse dışişleri bakanı meseleleri kişiselleştiriyor.
Kendisini çok birikimli, çok tecrübeli diplomat sayan birisi diyor ki, “ben ölürüm de Esad’ın elini sıkmam.” Hiçbir tecrübeli diplomat bunu söylemez. Diplomasinin d’sinden anlayan biri bunu söylemez. Çünkü bir gün kucaklaşırsın çıkarın gereği bir gün bıçak sallarsın. Burada fazla kişiselleştirme var. Diplomaside kin, sevinç, mutluluk gibi duygular olmaz.
Bir de bu Turancılık yerine gelen Yeni Osmanlıcılık var. Bu AKP yöneticilerini çok heyecanlandırıyor, gençlik dönemlerindeki gibi. Dikkat edin: Ecdadımız gibi gideriz, her tarafa gideriz, diyor. Senin ecdadın bağımsız gidiyordu, sen istesen de gidemezsin. Amerika’ya NATO’ya bağlısın. Kanuni bir dünya dengesine bakıyordu ama kendi siyaseti bağımsızdı, yani kendi karar veriyordu. Biz NATO’ya girdikten sonra hangi kararımızı kendimiz vermişiz, bunu bir düşünmek lazım.
Diplomatik ve daha çok jeostratejik dengeleri iyi gözlemleyemediklerini görüyoruz. Mesela başbakan Çin’e gitmişti hatırlarsınız. Suriye ile ilgili onları “ikna etmeye” gitmişti, basında öyle çıktı. Bir defa onları “iknaya” gitmek diplomatik dilde doğru değil, “görüş alışverişinde bulunursunuz” diplomatik dilde. Döndükten sonra şöyle bir söz söylemişti, ne oldu diye sorulduğunda: Ben anlattım, Çinliler de başlarını salladı. Çin’in beş bin yıllık diplomatik geleneğini bilen bilir. Çinliler zaten her şeye başlarını sallar, hiç ses çıkarmazlar. Red Kit’te bile vardır, Çinliler hep başlarını sallarlar. Sanıyorum buradan başbakan ve çevresi iyi bir sonuç
ABD Irak yönetimiyle ilişki kurun diye Türkiye’yi zorluyor. Geçtiğimiz günlerde bir “büyükelçi krizi” de yaşandı hatırlarsanız. Irak konusunda Türkiye ve ABD arasındaki açı kapanacak mı?
Türkiye’nin hem genel Irak politikası hem de Kürt politikası başından beri yanlış. Aynı zamanda pragmatizme, günübirlik hesaplara dayalı. Son olarak gerilim Kürtler üzerinden, Irak Kürdistanı üzerinden çıktı. Daha doğrusu kendi aralarındaki içsel anlaşmazlıkları kendi lehine kullanmaya çalıştı Türkiye. Tabii bu arada yine o alt-emperyal ülke, yeni Osmanlı, o fetihçi Osmanlı damarı kabardı. Bu sefer ekonomik olarak da kabardı: “Bütün enerjiyi biz alacağız, enerji hatlarına biz sahip olacağız” diye ortaya çıktı. Öyle olunca Amerika “çok acelecisin, yavaş ol, nereye gidiyorsun” dedi. Türkiye bu sefer yeniden gardını almaya çalıştı.
Dikkat edin, dengeler biraz daha oynamaya başladı orada. Türkiye dengelerin oynadığının farkında mı bilmiyorum ama yeniden Maliki’ye doğru bir yönelim içine girdi ve bu daha çok Amerika’nın telkiniyle oldu.
“Elçiyi çağırdık” dediler ama, zaten randevusu varmış elçinin. Yine de çok büyük yaygara koparılmış gibi oldu, sonuçlara bakarsanız gerçeklik farklı sanki.
Arapların güzel bir sözü vardır bu tür durumlarda. Bu elçi meselesi olsun, İsrail’le takışmalar olsun… Yerel tüketim malzemesidir bu işler, derler. Genelde buna ne denir? Kamuoyu imalat balonları.
Kürt hareketinin durumu nereye gider? Çok karmaşık bir denge oluştu. Mesela Suriye’deki Kürtler Esad’ın hem gidebileceği, hem kalabileceği üzerine kurulu bir yaklaşım geliştirdi. Serekaniye’de buna paralel olarak bir ateşkes bir çatışma gündeme geliyor. Irak’ta da Kürtlerin durumu farklı bir dengeye oturdu. Barzani ile Türkiye’nin ilişkilerinde gelişme var. İçeride de açılım süreci denen bir süreç var, tüm bunlar nereye gider? Olumlu bir çıkış görüyor musunuz?
Kısa dönemde olumlu bir çıkış görmüyorum. Gerek İmralı süreciyle ilgili gerek bütünüyle. Zaten bunların hepsi birbirine bağlı, bütünsel bir şey. Ben AKP’nin bir gece rüyasında görüp “bu askeri konseptten vazgeçip barışçıl konsepte geçelim” dediğini sanmıyorum. Suriye’yi de değerlendirmişlerdir. İçeriden-dışarıdan kendilerine bir takım telkinlerde bulunulmuştur: Suriye ya da Irak’la ilgili hesapların varsa, bu Kürt meselesini kendine yarayabilecek şekilde sönülmendir, ya da çöz, hallet. Bunun benim yahut normal bir Kürdün, sokaktaki bir Kürdün istediği çözüm olduğunu zannetmiyorum. Bir defa bu.
İkincisi, Büyük Türkiye olursun telkini. Bu konuda da bizim söylediğimizle o telkincilerinki farklı. Onlar alt-emperyal bir ülke olursun, bölgenin hakimi olursun; Irak’ın, Suriye’nin hamisi olursun anlamında söylüyorlar. Bizim söylediğimiz Türkiye iç sorunlarından kurtulur, rayına oturur, ekonomisi büyük, emek-sermaye ekseninde bir demokrasi olur anlamındadır.
Diğer yandan Türkiye bu Suriye Kürtleri meselesini çözebilmiş değil. Barzani üzerinden çembere almaya çalıştı, o başarılı olmayınca ikinci taktik devreye girdi. Bunu AKP’ye yakın bir gazeteci televizyonda çok açık söylemişti: “Bizim oraya tankla-topla girmemize gerek yok, göndeririz bir takım görevlileri, orada muhalefetin içinde bulunurlar. Beraber çalışırlar, bir Kürt-Arap, Kürt-Kürt çatışması olabilir” diye konuşmuştu. Bence bu ikinci taktik devam ediyor.
Üçüncüsü Türkiye’nin Irak Kürdistanı’yla olan ilişkisi sıkıntılı. Maliki ile gerilim üzerinden oluşmuş bir ilişki. Bunun üzerinden Iraklı Kürtlerle ilişkiyi sanki stratejik bir şeymiş gibi sürdürmek bana dargörüşlülük geliyor, yani vizyonu yok. Hatta biraz pragmatizm var. Buradan ciddi, uzun vadeli sonuçlar alınmaz, buradan kısa vadeli sonuçlar alınır o kadar.
Peki içerideki açılım süreciyle birlikte düşünüldüğünde…?
İçeride yayılan iyimserlikle Anayasa paketi arasında bir uyumsuzluk var, o iyimserlik o paketten çıkmıyor yani. Her şeyin samimi ve iyi niyetle yapıldığını düşünsek de bu yok.
Ya da şunu söyleyelim, bunlar yapılsa da daha sonra uygulamada yerini bulmuyor.
Ayrıca neden bu kadar acele ettikleri sorusu benim kafamı kurcalıyor. Ve çok iyimser bir hava yaymaları. Halbuki siyaset sosyolojisinde her görüşme geri dönmeye, bozulmaya, ara vermeye hatta yeniden çatışmaya açıktır.
Kamuoyunun bu kadar dolduruşa getirilmesi daha sonra Öcalan aleyhinde bir kampanyaya mı dönüşür bilmiyorum. Sanki Kürt hareketini, AKP böyle yedeğine alarak, yani bir atmosfer olarak teslim alarak, bir hava yaratarak kendi takvimini uygulamak istiyor AKP. “Yetmez ama Evet”çileri nasıl yedeğe düşürdü, onun gibi, yani kendi işi hallolana kadar, başkanlık sistemi, anayasa vs. biliyorsunuz.
Ama bu çok açık bir şey değil mi, Kürt hareketi buna inanır mı sizce?
Niyet başkadır, kısmet başka. Bu AKP’ye de uyarıdır, daha gerçekçi olun, demeye getiriyorum.
“Biz bunu uluslararası alanda çözeceğiz” vurgusu da dikkatimi çekti. Bu aslında çözmeden ziyade, Kürtlerin yasadışı, biraz da diri kanadını tecride ve kuşatmaya yönelik bir politikayı içeriyormuş gibi bir soru var kafamda.
soL Gazetesi'nden Gamze Erbil, Araştırmacı-yazar Faik Bulut’la Suriye’deki gelişmeleri ve Türkiye’nin bu sıcak soruna müdahale arayışını konuştu. Bulut, bir süredir ortaya çıkan tabloyu, bir “pat” durumu olarak niteliyor.
Türkiye’deki açılım sürecinde fazla olumlu bir atmosfer yaratıldığına dikkat çeken Bulut, bunun AKP’nin projeleri için Kürt siyasetini yedeklemek niyetiyle yapılıyor olabileceğini vurguluyor.
Gamze Erbil'in Faik Bulut’la gerçekleştirdiği ve dün soL gazetesinde yayınlanan röportajın tam metni şöyle:
Cilvegözü’nde yaşanan patlamayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Kim yaptı, neyi amaçlıyordu?
Polisiye bilgiye sahip değilim, ancak tahlile dönük bakacak olursak her halükarda Türkiye’yi Suriye’ye daha fazla bulaştırmak isteyen taraf ya da taraflar olduğu yönünde bir izlenimim, kanaatim var. Aslında gelişmeler de biraz onu gösteriyor. Türkiye zaten bulaşacağı kadar bulaşmış ama bu sefer daha aktif müdahale yönünde bir çaba, tertip ne derseniz deyin, olduğunu düşünüyorum. Başka türlüsü bana çok anlamlı gelmiyor.
Suriye’nin başında onca bela varken, kalkıp bir de Türkiye’yi daha fazla kışkırtıp kendisine saldırtmak yönünde bir şeyi hiç mantıklı bulmuyorum.
Saldırı olduğu sırada Esad’ın da bir ucunda olduğu, muhalefet ile süren pazarlık vardı. BM Temsilcisi Brahimi’nin devrede olduğu, uluslararası aktörlerin de işin içinde olduğu bir “tarafları anlaşmaya vardırma” süreci vardı. Saldırının bu süreçle ilgili olduğu, cihatçı örgütlerin bunu baltalamak istedikleri söyleniyor…
Ben ve benim gibi yorumcular genelde mümkün olduğu kadar günlük haberler üzerinden yorum yapmamaya çalışıyoruz, genel bir portre çizmeye çalışıyorum ben. Daha önce de Türkiye’yi buraya zorlayan şeyler olduğunu düşünüyorum.
Ahdar İbrahimi’nin Rusya dahil tarafları bir araya getirme Muaz El Hatip’in “Suriye yönetimiyle görüşebiliriz” yönündeki demeçleri ve çabaları hâlâ Cenevre çerçevesini aşabilmiş değil. Gerisi günlük gelişmelere göre tarafların değişen tavrıdır. Suriye Milli Konseyi’nin Suriye koalisyonu altına girmesi, buradaki çekememezlikler, rekabetler vs. Zaten her grup bir ülkenin çıkarını temsil ediyor. Economist bunları yazdı; Katar’ın adamları var, Türkiye’nin adamları var, Amerika’nın adamı, İsveç’in adamı… İbrahimi’nin olayı daha tepeden bakarak bu işi mümkün olduğunca BM çerçevesinde buluşturma olayıydı. Buna yönelik olabilir, ama ben bu tür provokasyonların Türkiye’yi daha aktifleştirmek için olduğunu düşünüyorum.
Yalnız Türkiye’nin rolü o anlamda bir yıldır böyle. ABD seçimleri deniyordu, ama seçimden sonra da Türkiye ABD’yi arkasında göremedi. ABD temkinli görünüyor ve bir örtüşmeme durumu var siyaseten. Tablo buyken kim Türkiye’yi daha fazla işin içine çekmek istiyor?
Muhtemelen daha fazla müdahale etmek isteyenler. Muhalefet, yani Suriye muhalefetinin çeşitli kanalları. Analiz yapıyorum. Yabancı müdahalenin olmaması, özellikle silahların daha fazla verilmemesi –biliyorsunuz kısıtlamaya gidildi- gibi durumlardan kim şikayetçi? Muhalefet. Cihatçılar olsa olsa Suudi kesimle bağlantılıdır, onlar doğrudan Batı’dan isteyemez, muhalefet üzerinden alırlar. Esas olarak kim şikayetçi: Muhalefet. Muaz El Hatip kaç kez “Suriye halkı hayal kırıklığına uğradı” dedi. Hayal kırıklığına uğrayan kendisi. Daha fazla provokasyon zeminini kim isteyebilir?
Peki Türkiye ne kadar şikayetçi? Çok şikayetçi. Katar olayı aslında Türkiye’nin şimdiye kadar yürüttüğü krizin başarısızlığını gösteriyor. Amerikan planıdır bu Katar. Türkiye’ye dolaylı yoldan “sen başarısız oldun, biraz arkada dur bakalım” deniyor. Demek ki, Türkiye’nin de duygularına hitap ediyor.
Başka şeyler de olabilir, Türkiye’nin bir güvenlik odağı, ordunun bir kanadı vs. de olabilir. Ama genel olarak “Türkiye’nin bu işe daha fazla müdahale etmesini isteyenler” diyoruz.
Esad’ın durumu beklendiği gibi kötüye gitmedi. Eldeki senaryolar tükendi. Saldırı ve çatışmalar sürüyor ancak Esad iktidarını koruyor. Geri dönülmez bir aşamaya gelindiği söylenebilir mi?
Şu ana kadar görülen şu ki, Suriye yönetimi arkasında İran, yanında Hizbullah, arkasında Rusya, bölgesel ve uluslararası mevzilenmede böyle konumlanıyor. Diğer tarafta da Batılı ülkeler, ABD, AB, Türkiye, Katar vs. var. Bu mevzilenmede yenişme yok, yenme de yok. Bir çeşit pata durumu var ve gidiş-gelişler oluyor. Mesela Suriye ordusu Şam bölgesinde dört defa silahlı muhalefetin belini kırdı ama hakim olamadıkları yerler de var. Nitekim Cilvegözü de onun çok tipik örneğidir. Suriye diyor ki, benim denetimimde değil. Bir ülkenin devleti sınırlarında başlar. Demek ki devletin bir bölümü yok. Dolayısıyla pata durumu var, savaşta bir çıkmaz var. Artık bir adım ileri iki adım geri durumu var.
Son yaşanan gelişmeleri bir araya toplarsanız gündemde olan “geçiş hükümeti”dir. Tek açmaz Esad’lı mı, Esad’sız mu olacağı noktasındadır. Bir denge durumu var, iki parmak bunun lehine iki parmak öbürünün lehine. Genel olarak bir denge durumu yaşanıyor. Muhalefet ciddi bir askeri müdahale olmadıkça yenemez. Ama diğeri de bu işi kolay kolay bitiremez. Tümüyle belini kırdığını düşünün, temizlik operasyonu bile bir sene sürer. Kaldı ki sayıca da az değiller, her taraftan besleniyorlar. Aşırı miktarda dışarıdan insan geliyor. Beşar Esad kendisi sekiz bin cihatçı militan demişti. Batılı kaynaklar 8-15 bin arası değişen bir sayıdan bahsediyor. Hür Suriye Ordusu’nu saymıyorum. Çeteleşmiş gruplar vs. asayiş yokluğundan ortaya çıkmış.
Esad geçen günkü konuşmasında 2014’e kadar kalacağını sonra da bakacağını söylüyor. 2014’e kadar bu mesele bir şekilde sürecek. Çatışmalar az olur, fazla olur, yükselir, azalır, yaygın olur, dar olur. Bunlar günlük, aylık gelişmeler. Ama ben 2014’e kadar böyle kalacağını düşünüyorum. Sürpriz bir gelişme olmadığı durumda böyle olacaktır.
Bölgede İsrail’in varlığı düşünüldüğünde kaza ihtimali var.
İsrail tereddütlü, günlük kamuoyu yaratma faaliyetlerini bir yana bırakın, İsrail istihbaratı bu güvenlik boşluğunda cirit atıyor, askeri uzmanları o bölgelerde dolanıyor. Ama İsrail hala ciddi tereddüt içinde.
2006’dan dolayı mı diyorsunuz?
Hayır, İsrail ne olacağını kestiremiyor. “Beşar’ın kalması iyi mi, yoksa bu cihatçılar gelirse canımıza okurlar mı” diye. Netanyahu muhalefet yaralıları bize sığınsın dedi ama o yem atmadır.
İsrail çok tereddütlü. “Beşar kalsa bundan sonra iyi” diyor, ordu kendisini beş sene toparlayamaz, bunu tercih edebiliyor. Öte yandan çok yönlü bir savaş. Orada çete savaşı var, etnik boğazlaşma var, mezhepsel boğazlaşma var. Bir sürü şehir kendi içinde ayrılmış. Artı vekaleten bölgesel savaş, uluslararası bir savaş var. Dolayısıyla tek bir savaştan bahsedemiyoruz. Hakim olma meselesi buradan çıkıyor.
İsrail bile bu durumdayken Türkiye nasıl bu kadar kışkırtan, “asla Esad’la uzlaşmayacağız” diyen bir konumda olabiliyor. Çok keskin bir tercih değil mi bu?
Şöyle de bir takdir hatası. Değerlendirme hatası. Bir de kişiselleştirme.
Hükümet geleneksel dışişleri kadrosunu yeterince çalıştırmıyor. Ulusal ölçekli, kapsayıcı bir dış politika eksikliği var. Gerek başbakan, gerekse dışişleri bakanı meseleleri kişiselleştiriyor.
Kendisini çok birikimli, çok tecrübeli diplomat sayan birisi diyor ki, “ben ölürüm de Esad’ın elini sıkmam.” Hiçbir tecrübeli diplomat bunu söylemez. Diplomasinin d’sinden anlayan biri bunu söylemez. Çünkü bir gün kucaklaşırsın çıkarın gereği bir gün bıçak sallarsın. Burada fazla kişiselleştirme var. Diplomaside kin, sevinç, mutluluk gibi duygular olmaz.
Bir de bu Turancılık yerine gelen Yeni Osmanlıcılık var. Bu AKP yöneticilerini çok heyecanlandırıyor, gençlik dönemlerindeki gibi. Dikkat edin: Ecdadımız gibi gideriz, her tarafa gideriz, diyor. Senin ecdadın bağımsız gidiyordu, sen istesen de gidemezsin. Amerika’ya NATO’ya bağlısın. Kanuni bir dünya dengesine bakıyordu ama kendi siyaseti bağımsızdı, yani kendi karar veriyordu. Biz NATO’ya girdikten sonra hangi kararımızı kendimiz vermişiz, bunu bir düşünmek lazım.
Diplomatik ve daha çok jeostratejik dengeleri iyi gözlemleyemediklerini görüyoruz. Mesela başbakan Çin’e gitmişti hatırlarsınız. Suriye ile ilgili onları “ikna etmeye” gitmişti, basında öyle çıktı. Bir defa onları “iknaya” gitmek diplomatik dilde doğru değil, “görüş alışverişinde bulunursunuz” diplomatik dilde. Döndükten sonra şöyle bir söz söylemişti, ne oldu diye sorulduğunda: Ben anlattım, Çinliler de başlarını salladı. Çin’in beş bin yıllık diplomatik geleneğini bilen bilir. Çinliler zaten her şeye başlarını sallar, hiç ses çıkarmazlar. Red Kit’te bile vardır, Çinliler hep başlarını sallarlar. Sanıyorum buradan başbakan ve çevresi iyi bir sonuç
ABD Irak yönetimiyle ilişki kurun diye Türkiye’yi zorluyor. Geçtiğimiz günlerde bir “büyükelçi krizi” de yaşandı hatırlarsanız. Irak konusunda Türkiye ve ABD arasındaki açı kapanacak mı?
Türkiye’nin hem genel Irak politikası hem de Kürt politikası başından beri yanlış. Aynı zamanda pragmatizme, günübirlik hesaplara dayalı. Son olarak gerilim Kürtler üzerinden, Irak Kürdistanı üzerinden çıktı. Daha doğrusu kendi aralarındaki içsel anlaşmazlıkları kendi lehine kullanmaya çalıştı Türkiye. Tabii bu arada yine o alt-emperyal ülke, yeni Osmanlı, o fetihçi Osmanlı damarı kabardı. Bu sefer ekonomik olarak da kabardı: “Bütün enerjiyi biz alacağız, enerji hatlarına biz sahip olacağız” diye ortaya çıktı. Öyle olunca Amerika “çok acelecisin, yavaş ol, nereye gidiyorsun” dedi. Türkiye bu sefer yeniden gardını almaya çalıştı.
Dikkat edin, dengeler biraz daha oynamaya başladı orada. Türkiye dengelerin oynadığının farkında mı bilmiyorum ama yeniden Maliki’ye doğru bir yönelim içine girdi ve bu daha çok Amerika’nın telkiniyle oldu.
“Elçiyi çağırdık” dediler ama, zaten randevusu varmış elçinin. Yine de çok büyük yaygara koparılmış gibi oldu, sonuçlara bakarsanız gerçeklik farklı sanki.
Arapların güzel bir sözü vardır bu tür durumlarda. Bu elçi meselesi olsun, İsrail’le takışmalar olsun… Yerel tüketim malzemesidir bu işler, derler. Genelde buna ne denir? Kamuoyu imalat balonları.
Kürt hareketinin durumu nereye gider? Çok karmaşık bir denge oluştu. Mesela Suriye’deki Kürtler Esad’ın hem gidebileceği, hem kalabileceği üzerine kurulu bir yaklaşım geliştirdi. Serekaniye’de buna paralel olarak bir ateşkes bir çatışma gündeme geliyor. Irak’ta da Kürtlerin durumu farklı bir dengeye oturdu. Barzani ile Türkiye’nin ilişkilerinde gelişme var. İçeride de açılım süreci denen bir süreç var, tüm bunlar nereye gider? Olumlu bir çıkış görüyor musunuz?
Kısa dönemde olumlu bir çıkış görmüyorum. Gerek İmralı süreciyle ilgili gerek bütünüyle. Zaten bunların hepsi birbirine bağlı, bütünsel bir şey. Ben AKP’nin bir gece rüyasında görüp “bu askeri konseptten vazgeçip barışçıl konsepte geçelim” dediğini sanmıyorum. Suriye’yi de değerlendirmişlerdir. İçeriden-dışarıdan kendilerine bir takım telkinlerde bulunulmuştur: Suriye ya da Irak’la ilgili hesapların varsa, bu Kürt meselesini kendine yarayabilecek şekilde sönülmendir, ya da çöz, hallet. Bunun benim yahut normal bir Kürdün, sokaktaki bir Kürdün istediği çözüm olduğunu zannetmiyorum. Bir defa bu.
İkincisi, Büyük Türkiye olursun telkini. Bu konuda da bizim söylediğimizle o telkincilerinki farklı. Onlar alt-emperyal bir ülke olursun, bölgenin hakimi olursun; Irak’ın, Suriye’nin hamisi olursun anlamında söylüyorlar. Bizim söylediğimiz Türkiye iç sorunlarından kurtulur, rayına oturur, ekonomisi büyük, emek-sermaye ekseninde bir demokrasi olur anlamındadır.
Diğer yandan Türkiye bu Suriye Kürtleri meselesini çözebilmiş değil. Barzani üzerinden çembere almaya çalıştı, o başarılı olmayınca ikinci taktik devreye girdi. Bunu AKP’ye yakın bir gazeteci televizyonda çok açık söylemişti: “Bizim oraya tankla-topla girmemize gerek yok, göndeririz bir takım görevlileri, orada muhalefetin içinde bulunurlar. Beraber çalışırlar, bir Kürt-Arap, Kürt-Kürt çatışması olabilir” diye konuşmuştu. Bence bu ikinci taktik devam ediyor.
Üçüncüsü Türkiye’nin Irak Kürdistanı’yla olan ilişkisi sıkıntılı. Maliki ile gerilim üzerinden oluşmuş bir ilişki. Bunun üzerinden Iraklı Kürtlerle ilişkiyi sanki stratejik bir şeymiş gibi sürdürmek bana dargörüşlülük geliyor, yani vizyonu yok. Hatta biraz pragmatizm var. Buradan ciddi, uzun vadeli sonuçlar alınmaz, buradan kısa vadeli sonuçlar alınır o kadar.
Peki içerideki açılım süreciyle birlikte düşünüldüğünde…?
İçeride yayılan iyimserlikle Anayasa paketi arasında bir uyumsuzluk var, o iyimserlik o paketten çıkmıyor yani. Her şeyin samimi ve iyi niyetle yapıldığını düşünsek de bu yok.
Ya da şunu söyleyelim, bunlar yapılsa da daha sonra uygulamada yerini bulmuyor.
Ayrıca neden bu kadar acele ettikleri sorusu benim kafamı kurcalıyor. Ve çok iyimser bir hava yaymaları. Halbuki siyaset sosyolojisinde her görüşme geri dönmeye, bozulmaya, ara vermeye hatta yeniden çatışmaya açıktır.
Kamuoyunun bu kadar dolduruşa getirilmesi daha sonra Öcalan aleyhinde bir kampanyaya mı dönüşür bilmiyorum. Sanki Kürt hareketini, AKP böyle yedeğine alarak, yani bir atmosfer olarak teslim alarak, bir hava yaratarak kendi takvimini uygulamak istiyor AKP. “Yetmez ama Evet”çileri nasıl yedeğe düşürdü, onun gibi, yani kendi işi hallolana kadar, başkanlık sistemi, anayasa vs. biliyorsunuz.
Ama bu çok açık bir şey değil mi, Kürt hareketi buna inanır mı sizce?
Niyet başkadır, kısmet başka. Bu AKP’ye de uyarıdır, daha gerçekçi olun, demeye getiriyorum.
“Biz bunu uluslararası alanda çözeceğiz” vurgusu da dikkatimi çekti. Bu aslında çözmeden ziyade, Kürtlerin yasadışı, biraz da diri kanadını tecride ve kuşatmaya yönelik bir politikayı içeriyormuş gibi bir soru var kafamda.