Coğrafi olarak Alevi nüfus tarihsel anavatanları olan Akdeniz havzasındaki dağlık bölgeler ile göçmen olarak yerleştikleri Şam ve Humus gibi büyük şehirlere dağılmış durumda. Şiilik ile ilişkili olmalarına rağmen, inançları Alevileri diğerlerinden ayırıyor ve kendilerine özgü kılıyor. Yakın geçmişe kadar bu inançların özellikle bazıları İslami ortodoksinin tamamen dışında kalmaktaydı. Halihazırda şehir hayatına geçen Alevilerin hepsi dini pratiklerini İslamize etmiş değil; bunlar kırsal yaşantılarını ve ezoterik inançlarını hala sürmekteler. Esad’ın Suriye’sinde Alevilerden bahsetmek her zaman bir tabu oldu, özellikle de kamusal alanda. (Arapçada iki sözcük arasındaki benzerlikten dolayı Alevilere “Alman” da denilmekte – alawiyyin, almaniyyin.)
Bu savaş konjonktüründe Aleviler içinde bölünmeler olup olmayacağı ya da rejime olan desteklerini çekip çekmeyecekleri konusunda farklı görüşler gündemde. Şu ana kadar pek az Alevi muhalefet tarafına geçmiş durumda; onlar için bu, Alevi toplumundan dışlanma riskini göze almak anlamına geliyor. Bunda misilleme korkusu ve Esad’ın yerini güvenilir bir alternatifin almasının imkansızlığına dair oluşan inancın payı büyük. Tarihte deneyimlenen onca zulüm, isyan ve baskı Alevilerin kuşkularını açıklamaya yetiyor.
Bugünün Alevileri yüz yıl kadar önce Nusayriler olarak bilinmekteydi. Belçikalı Cizvit ve Oryantalist araştırmacı Henri Lammens’ın 1903’te Antakya’da Nusayri inancının ruhani liderini ziyareti bize o döneme ilişkin gözlemler sunmakta. Nusayriler, ölümden sonra yeniden diriliş ve üçleme gibi (Muhammed, Ali ve onun yoldaşı Selman el-Farisi) kadim inançların yanı sıra sinkretizmin de izlerini taşıyan, kökeni muğlak bir inanca sahipti. Pagan görünümlü çeşitli ritüellerin yanında birtakım Hıristiyan ritüellerini de uyguluyorlar, yerel dini önderlerine ibadet ediyorlardı; camileri yoktu ve namaz kılmıyorlardı. Nusayri inancının sırları sadece icazet almış müridlere aktarıldığı için Lammens gibi meraklı Oryantalistler ve misyonerler için bunlar birer muamma olarak kalıyordu.
Lammens önceleri bir çeşit kadim Hıristiyan inancıyla karşı karşıya olduğunu düşündü. Fakat kendisini açıkca Şii İslam tarafında konumlandıran, Nusayrilerin Sünnilerce içerilmesi fikrine karşı çıkan ve Osmanlı İmparatorluğu tarafından gördükleri muameleden şikayetçi olan Nusayri şeyhiyle karşılaşınca fikrini değiştirdi. Lammens şeyhe halkının diğer inanç gruplarının sahip olduğu dış destekten mahrum olduğu için savunmasız olduğunu söyledi ve onlara Hıristiyan olmalarını önerdi, “böylece Fransa, sizin adınıza müdahalade bulunabilir.”
Bu Nusayrilerin 20. yy boyunca kimliklerini inşa etme ve ortaya koyma sürecinde yaşayacakları zorlukların bir habercisiydi; önce çöküşteki Osmanlı İmparatorluğunda, sonra 1920′den itibaren Fransız mandasında ve 1946′dan sonra bağımsız bir ülkede. Bu süreçte Nusayrilerin dağlardaki yalıtılmış hayatlarından çıkıp modern hayata uyum sağlamaları gerekiyordu.
Şiiliğin bir kolu
Nusayri inancı 9. ve 10. yüzyıllar arasında Şiiliğin bir kolu olarak ortaya çıkmış ve adını  kurucusu Muhammed ibn Nusayr’dan almıştır. Nusayriler, Ali’yi tanrılaştıracak (deification) derecede ilahlaştırdıkları için Aşırıcılar (Ghulat) olarak anılan gruplarla ilişki içinde olmuştur.[2] Doğuya doğru yayılmacı bir hamlenin ardından, Nusayri inancı Nusayr’ın takipçilerinin dağlara çekilmesiyle kapalı topluluklar arasında yerel inanç ve törenleri temel alarak gelişmeye başladı. İslami yasa ve usüllerin kıyılarında dolaşan, ezoterik, gnostik ve mistik bir yol izleyen Nusayriler 14. yy İslam fıkıhcısı İbn Teymiyye tarafından kafirlikle suçlanmalarının ardından İslam cemaatinden dışlandılar.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne doğru Nusayriler ayrımcılığa uğradılar. Diğer Şiiler gibi Nusayriler de Sünnilerin kendi değerlerine saldırı olarak kabul ettikleri birtakım dini pratiklerini korudular.[3] Başta cami yapımı olmak üzere çeşitli reform hamleleriyle Nusayrilerin asimile edilme çabaları başarısız oldu. Nusayrilerin çoğu Ensariye Dağları’ndaki köylerinde, görece daha kentli bir yaşam sürdükleri ve eğitime erişebildikleri İskenderun sancağında ve Suriye ayaklanmasının başından beri Trablusşam’da Sünni gruplarla her gün çatışmaya girdikleri kuzey Lübnan’da yaşaya geldiler.
Dağlarda Sünni toprak sahipleri tarafından sömürülen okuma yazma bilmeyen Alevi köylülerin hayatları sefaletle geçti. Bu topluluk içinden birkaç kişinin Osmanlı yönetiminde memuriyetlikler bulmasıyla dört aşiretten oluşan bu kırsal topluluk dış dünyaya açılmaya başladı. 1910’larda Nusayri toplumunun dini şahsiyetleri bugünkü Güney Lübnan ve Irak’a tekabül eden bölgedeki İmami Şiilerle[5] ilişkiye geçtiler. Bazıları kendilerine “Alevi” demeye başladılar; böylece Ali ve Şiilikle olan bağlarının altını çizerek kötüleyici (pejoratif) olan “Nusayri” tabiriyle aralarına mesafe koyuyorlardı.
Fransızlar Suriye ve Lübnan’ı manda yönetimi altına aldıklarında (1920-1946) “Alevi” tabirini benimsediler. Fransızların derdi sadece Alevi toplumunu korumak ve toplumsal, ekonomik problemlerini çözmek değildi; asıl amaçları “böl ve yönet” taktiğinin bir parçası olarak Alevileri Sünni ulusalcılardan ayırmaktı. Bu amaç doğrultusunda Suriye toprakları bölünerek Alevilere –1922’den tekrar Suriye’ye dahil oldukları 1939 yılına kadar başkenti Lazkiye olan bir devlet halini de alan– özerk bir bölge verildi.
Bazı aşiret reisleri Fransızların bu girişimini desteklediyse de, içlerinden biri, Saleh el-Ali (1884-1950), 1918 Aralığında silahlı bir ayaklanma başlattı. Diğer liderleri de örgütleyerek 1921’de yenilene dek dağlarda savaştı. Saleh el-Ali Suriye’nin ilk isyancısıydı ve 1946’da kurulan ilk bağımsız hükümet tarafından milli kahraman ilan edildi. Diğer tarafta mucizevi güçlere sahip olduğunu düşünen ve kendini peygamber, hatta tanrı ilan eden, çoban Süleyman el-Mürşid, Alevilerin özerkliğinden yanaydı ve Fransızların tarafında yer aldı. El-Mürşid 1946’da hainlikle suçlanarak asılınca, müridleri ayrı bir mezhep oluşturdular. [6]
İki Alevi kampı
1930’ların başlarında Alevi liderleri iki kampa bölündüler: topluluğun –ve kendilerinin– otoritesini koruyarak Suriye’den ayrı kalmak isteyenler; kentli Şiilerin tarafında yer alan ve birleşik bir Suriye’ye ait olmak isteyen genelde daha genç ve iyi eğitimli bir kesim.
1936’daki Fransız-Suriye antlaşmasından önceki dönemde Alevilerin İslama bağlılığı sorgulanıyordu. Alevi dini liderleri, Alevilerin özerkliğini savunanlarla Suriye’nin bütünlüğünden yana olanlar olarak ikiye ayrılmışlardı. Süleyman el-Ahmed’in (1866-1942) başını çektiği ikinci kesim ayrıca İslama bağlılığını da beyan ediyordu. 1936’da Aleviler Müslüman Arap kimliğini kabul eden bir bildiri yayımlayarak Kudüs müftüsü Emin el-Hüseyni’ye başvurdular. Bunun üzerine el Hüseyni bir fetva yayınladı: ilk defa İslami bir otorite, ümmetine Alevileri dahil ediyordu.
Suriye bağımsızlığını ilan ettiğinde (1946) Aleviler nüfusun yüzde 11’ini oluşturuyorlardı ve yüzde 80’i dağlarda yaşıyordu. Fransız mandası altındayken kasabalara ve sahil kentlerine göçmeye başlamışlardı. Göç, Fransızlar gittikten sonra da devam etti; yoksulluktan kaçmak için küçük esnaf olarak iş kurabildikleri Şam ve Humus’a yöneldiler. Bir taraftan orduya da katıldılar; Levant’tın Fransız Ordusu’nda zaten nüfuslarına oranla sayıca fazlaydılar ve 1940’ların sonundan beri askeri akademiye girmeye başlamışlardı. Arap ulusalcısı Baas Partisi’ne asker sağlayan bir kaynağa dönüşmüşlerdi.
Iraklı İmami Şii dini mercilerin desteğiyle dini kurumlar ve camiler açıp doktrinal yayınlar yaptılar. Alevi imamları 1952’de Suriye müftüsü tarafından Caferi, yani Şii olarak tanındı. Beşar Esad’ın babası Hafız Esad zamanında Şiizme daha çok yaklaştılar. 1973’te önemli bir Lübnanlı dini lider olan Musa al-Sadr Alevilerin müslüman olduğunu ilan etti ve Şam’ın güneyinde Seyyide Zeynep bölgesinde Şii din okulları açıldı. Son on yılda Suriye’nin arka planını Lübnan Hizbullah’ı ve İran’la olan yakınlaşmanın oluşturduğu bir “Şiileşme” sürecinden geçtiği yönünde söylentiler ortaya atılır oldu.
1963’teki Baas askeri darbesinin ardından Aleviler ordu içinde kilit pozisyonlara sahip olma fırsatı buldular. 1970’te hasımlarını tasfiye eden baba Esad bu politikayı devam ettirdi ve şunu açıkca ortaya koydu: “Esad’la birlikteyseniz, kendinizle birliktesiniz.”[7] Bu anlaşma hala geçerlidir ve aynı zamanda hem bir tehdit hem de bir sözdür. Fakat Alevierin ordu ve Baas Partisi içinde yükseldikleri, kurumlara sızıp kaynaklara el koyarak devleti ve maliyeyi ele geçirdikleri yönündeki tartışmaya ihtiyatle yaklaşmak gerekir.
Suriye üzerinde bu seviyede bir hakimiyete sahip olabilmek ve toplumun tümüne yayılmış bir ağ kurabilmek için Hafız Esad diğer bölgesel ve patronaja dayalı stratejilere ve başta ülkede çoğunluğu oluşturan Sünniler (özellikle ordu ve ekonomide) ve azınlıklar (Hıristiyanlar, Dürziler) olmak üzere diğer güçlere ve topluluklara başvurdu. Rejim, mevcut konjonktüre göre gerek Alevi tabanına (ve çok sayıda Alevi barındıran istihbarat teşkilatına) gerekse dışardan unsurlara başvurdu. Beşar da bu stratejiyi, kendi çıkarına uyacak şekilde, yolsuzluğa varan bir neoliberalizmle harmanlayarak uyarladı.
Fakat rejim tüm Alevilerin hayrına işlemedi. Yaşadıkları bölgeler modernleşmeden faydalandı ve bir nevi kurtarılmış bölge haline geldi belki ama sadece Esad klanına yakın olanlar bu bonkörlükten nasiplenebildi. Başkan Esad, kabile yapılanmasını ve dini önderlerin gücünü çökertti, nüfuzlu aileleri ihraç etti ve karşıtlarını ezdi. Düşük kademelerdeki memur ve askerler ancak çok az yükselebildiler ve diğer herkes gibi onlar da Suriye’nin ekonomik sorunlarının çilesini çekmekteler.

* Sabrina Mervin: Fransa Ulusal Bilim Araştırmaları Kurumu Disiplinlerarası Dini İnanç Çalışmaları Merkezi’nde araştırmacıdır (Centre d’Etudes Interdisiciplinaires des Faits Religieux at France’s Centre National de la Recherche Scientifique) ve İslam Tarihi: İlke ve Doktrinler (Historie de l’Islam: Fondements et Doctrines, Flammarion, Paris, 2003) isim ve künyeli kitabın yazarıdır.

Dipnotlar:
[1] Sabrina Mervin, “L’entite alaouite: une Creation française”  Jean-Pierre Luizard (der.) Le Choc Colonial et l’Islam, La Decouverte, Paris, 2006 içinde.
[2] Şiiler Peygamber’in kuzeni ve damadı olan Ali’yi gerçek halife kabul eder, ruhani liderleri olarak benimserler.
[3] Şii inancına göre Muhammed’in ölümünden sonra sırayla yerini alan üç halife (Ebu Bekir, Ömer, Osman) halifeliği gerçek sahibi olan Ali’den gasp etmişlerdir.
[4] Bu bölge, 1939 yılında Fransa’dan Türkiye’ye geçen Hatay ilidir. Günümüzde buradaki Aleviler ile Suriye’den buraya yerleştirilen göçmenler arasında gerilimler yaşanmaktadır.
[5] İmami Şiiler (Onikiciler) Şiiliğin en önemli kanadını oluştururlar. Günümüz Suriye’sinde İmami Şiiler Şam’da ve Halep yakınları ve Hauran Bölgesi’ndeki bazı köylerde yaşayan küçük bir azınlık (%1-2) konumundadırlar.
[6] Maduriyetlerinden dolayı Esad tarafından kayırılsalar da, Mürşidiyelerin devlet içinde önemli bir konumları  bulunmuyor. Mevcut çatışmada şu ana kadar tarafsız kaldılar.
[7] Michel Seurat, “Les populations, l’Etat et la Societe” Andre Raymanod (der) La Syrie d’aujourd2hui, CNRS, Paris, 1980 içinde.SABRINA MERVIN-SENDİKA.ORG
Daha yeni Daha eski