1 Mayıs 1977'nin üzerinden tam 26 yıl geçti. O gün Taksim'de iddianameye göre 34 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı. Ölenlerd...
1 Mayıs 1977'nin üzerinden tam 26 yıl geçti.
O gün Taksim'de iddianameye göre 34 kişi
öldü, yüzlerce kişi yaralandı. Ölenlerden beşi kurşunla vuruldu. 29'u
izdiham sırasında nefes alamadığı için boğularak ya da ezilerek öldü.
Yaralılardan da 34'ü de başından ve göğsünden kurşunla vurulmuştu.
Çeşitli sendika ve sol örgütlere mensup
98 kişi hakkında 14 yıl boyunca süren yargılamada kimse ceza almadı.
Hiçbir devlet yetkilisinin yargılanmadığı ve zamanaşımına uğrayan dava
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) taşındı.
Geçen sene başlayan 12 Eylül Davası'nda
mahkeme, olayların öncesinde Intercontinental Oteli'ne yerleştikleri
iddia edilen başka ülkeden gelen ajanlarla igili MİT'ten ellerinde
bulunan belgeleri istedi.
Gazeteci Korhan Atay, 1977 1 Mayıs'ında orada olan farklı hatta "düşman" örgütlere mensup 13 kişi ile görüşerek "1 Mayıs 1977, İşçi Bayramı Neden ve Nasıl Kana Bulandı?" başlıklı bir belgesel kitap hazırladı.
Görüşülen kişiler: Ahmet Sami Belek, Bingöl Erdumlu, Dinçer Doğu, Doğan Ülgen, Feyyaz Kurşuncu, Gün Zileli, Kamil Arslantürk, Leman Fırtına, Mahir Sayın, Mehmet Karaca, Murat Belge, Murat Tokmak ve Osman Cavit İyigü.
Korhan Atay, bianet'in sorularını yanıtladı.
Taksim’de kutlanan 1 Mayıs 1977,
aylar öncesinden varan hazırlıklarıyla hem işçi sınıfı hem de sol için
neden bu kadar önemliydi? Türkiye’ye genel olarak nasıl bir siyasi
atmosfer hakimdi?
12 Mart 1971 askeri darbesi her ne
kadar önünü kapamaya çalıştıysa da DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları
Konfederasyonu) işçilerin örgütlenmesi ve hak mücadeleleri konusunda çok
önemli adımlar atıyordu. Özellikle otomotiv sektörünün de gelişmesiyle
artan işçi kitleleri DİSK çatısı altında örgütleniyordu. Gençlikte de
benzer bir durum vardı. Darbeyle dönemin devrimci kadrolarının büyük
çoğunluğu yargılanıp ceza evlerine konulmuştu. 1974'teki afla
cezaevlerinden çıkan bu kadro kendilerini heyecan ve şevkle bekleyen
büyük bir gençlik kitlesiyle karşılaştı. Cezaevi sürecindeki tartışma,
değerlendirme ve ayrışmaların da etkisiyle solda çok sayıda yepyeni
siyasi örgüt doğdu. Örgüt sayısının artışıyla birlikte rekabet ve
çelişkiler de hızla yükseldi.
DİSK
1976 1 Mayıs'ında Taksim'de başarılı ve kalabalık bir miting
düzenlemiş, gerek işçilerin gerekse devrimci gençliğin katıldığı miting
olaysız sona ermişti. DİSK 1977 1 Mayıs'ını çok daha görkemli bir
mitingle yine Taksim'de kutlamaya karar vermişti. Türkiye'de var olan
tüm siyasi parti ve hareketler de olabildiğince iddialı bir şekilde
mitingde yer almaya hazırlanıyordu. 1 Mayıs 1977 mitingi Türkiye solunun
görkemli bir gövde gösterisi olacaktı.
Miting günü henüz 19 yaşında bir işçi
olan Doğan Ülgen kitapta içinde bulunduğu ruh halini şöyle anlatıyor:
"Yani büyük bir beklentiyle gidiyoruz 1 Mayıs'a. Çünkü sol hareket
yükseliyor, biz de onunla birlikte büyüyoruz. Hepimizde geleceği kurmaya
doğru bir beklenti var 1 Mayıs'ta. (…) O dönemin kendine özgü yüksek
bir ruhu vardı. Bütünüyle arkadaşları, beni etkileyen şey -öyle
düşünüyorum- devrim durumudur. Devrim olacak... Yani biz kesintisiz bir
şekilde iyilikler dünyasına geçeceğiz. 1 Mayıs onun bir adımı. Devrim
deyince, işte şu üretim araçları şöyle olacak falan filan tartışmasının
dışında bir şey bu. Çünkü, bir şeye adanmışlık var o dönemde. Yani bir
tür peygamber askeri insanlar. Bir davanın uğrunda gidiyorlar. Hangi
gruba, hangi sekte bağlı olursa olsun o duyguyla gidiyordu.
Ayrışma meselesi
H. Korhan Atay kimdir? 1949'da İzmir, Karşıyaka’da doğdu. Müzisyenlik ve profesyonel fotoğrafçılığın ardından 1977'de İstanbul’da kitap yayıncılığı ve Aydınlık Gazetesi’nde muhabirlik yaptı. 12 Eylül 1980 darbesinin ardından Ses Dergisi’nde muhabir ve fotoğrafçı olarak çalıştı. 1982'de kuruluş sürecinde katıldığı Nokta Dergisi’nde; muhabirlikten haber müdürlüğüne çeşitli görevler üstlendi. 1991'den itibaren Star, Kanal 6 ve ATV televizyonlarında çalıştı. 1994'te Pro-Tv ve Eylül Tv şirketlerinin kurucusu ve ortağıydı. Figen Kumru ile yazdığı “Katina’nın Elinde Makası” adlı Seyfi Dursunoğlu/Huysuz Virjin söyleşi kitabı, yine Figen Kumru ile kaleme aldığı "Mizahın Abisi Oğuz Aral" biyografi kitabı mevcut. Küratörlüğünü yaptığı Adalar Müzesi'nin bir sergisinden yola çıkan "Adalarda İz Bırakanlar" kitabını yazdı. |
Tanıklardan Feyyaz Kurşuncu,
“yükselen bir işçi sınıfı vardı ama herkes kendi örgütünün hesapları
peşindeydi” diyor. 1 Mayıs 1977’ye gelmeden soldaki ayrışma bu kadar
derin miydi?
Kitapta Murat Belge 12 Mart
sonrasındaki sol içi ayrışmayı şöyle özetliyor: "(…) daha önce başlayan
ayrışmalar hızlanarak, çoğalarak devam etti. Eskiden belki yan yana
kulvarlar vardı diyelim. Sovyet kulvarı, Çin kulvarı gibi. Ama 12
Mart'tan sonra o kulvarların kendi iç kulvarları oluştu. Çin kulvarı
deyince oradaHalkın Sesi, Halkın Kurtuluşu, Halkın Yolu, Halkın
Birliği... Sovyetik kulvar deyince TİP, TSİP, TKP falan gibi... İyice
dallandı budaklandı."
Aynı şekilde Gün Zileli de o günlerin
gruplaşmalarını anlatıyor: "Saflaşmayı şöyle anlatabilirim. Bir Maocu
blok oluştu 1975 yılında diyelim, bir Moskovacı blok oluştu. Bir de
bunların arasında kalan daha çok THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi
Cephesi) kökenli akımların oluşturduğu, Latin Amerika'yı kendisine örnek
alan ve Pekinci veya Moskovacı olmayı tercih etmeyen gruplar. (…) Ana
gövdesini THKP-C kökenli Dev-Yol'un oluşturduğu, Kurtuluş vb. daha
kalabalık bir kesim vardı. Bunların içinden çıkıp böyle vurucu timler
şeklinde örgütlenmiş mesela MLSPB (Marksist Leninist Silahlı Propaganda
Birliği) vardı."
Siyasi gruplar anılanlardan ibaret
değildi tabii. Kürtler de yukarıdaki grup ve sendikaların bir bölümünde
yer almakla birlikte, Kawa gibi bağımsız Kürt siyasi hareketleri de
mitinge katılıyordu.
Kuruluşundan itibaren Türkiye İşçi
Partisi (TİP) kökenli kadrolarının etkin olduğu DİSK'te 1975'ten
itibaren Türkiye Komünist Partisi (TKP) etkinliği ele geçirmeye başlamış
ve TİP'liler büyük ölçüde tasfiye edilmişti.
Murat Belge, solun o günlerde içinde
bulunduğu durumu anlatıyor: "1977'de sol artık bir şey üzerinde
uzlaşabilir olmaktan çıkmıştı. Birbiriyle kanlı bıçaklı olan bir sürü
grup vardı. Yalnızca o dediğim ayrı ana kulvarlarda oldukları için
değildi bu. Aynı kulvarda olanlar daha yakın rakip oldukları için belki
daha da fazla kanlı bıçaklıydı.Sonuçta enternasyonal denge de tabii
buraya yansıyordu. Yani Sovyetik çizginin artık oldukça net hegemonya
kurduğu DİSK gibi bir örgütün oraya özellikle Çin'i temsilen kimseyi
almamak gibi bir tutumu vardı. Can alıcı mesele buydu..."
Kendi önlemlerini almışlardı
1 Mayıs alanına bu ayrışmanın verdiği öfkeyle mi gidildi?
Partiler ve siyasetler arasındaki
ideolojik ve siyasi rekabet alabildiğine yükselmişti. Son yıllarda
birbirleriyle her yöntemle mücadele içinde olan pek çok sol grup aynı
alanda olaysız bir şekilde nasıl bir araya gelecekti? Mitingin
düzenleyicisi DİSK içindeki etkin TKP kanadı, "Maocu" diye nitelenen
grupları Taksim'e sokmamaya karar verdi.
DİSK'in o dönemdeki Genel Sekreteri ve 1
Mayıs 1977 mitingi Tertip Komitesi Başkanı Mehmet Karaca kararlarını ve
nedenlerini kitapta şöyle anlattı: "1 Mayıs'ı DİSK organize ediyor,
DİSK'in talepleri bunlardır. Sizin de talepleriniz olabilir, bunları
yine kendi belirlediğiniz çerçevelerde söyleyebilirsiniz ama eğer
DİSK'in mitingini bozacak bir eyleminiz olursa biz buna da müsaade
etmeyiz dedik. Buna büyük ölçüde uyuldu. Fakat bu Aydınlık çevresi
diyelim. Halkın Sesi filan gibi yayın organlarının etrafında
toplananlar, buna uymayacaklarını söylediler (…) Şimdi biz, açıkça
söyleyeyim bunları miting alanına almak istemedik. Çünkü; olay çıkmasın,
bir provokasyona meydan vermeyelim diye işçileri iş kollarına göre
ayırarak her sendikanın nerede toplanacağını belirledik."
"Maocu" gruplardan Halkın Sesi/Aydınlık
grubu bu gergin atmosferin bir provokasyona yol açabileceğinden endişe
duyduğu gerekçesiyle mitinge grup değil, bireysel olarak katılacaklarını
açıkladı. Diğer "Maocu" gruplar; Halkın Yolu, Halkın Kurtuluşu ve
Halkın Birliği ise Taksim'e gitmekte kararlıydı.
Dönenim Halkın Kurtuluşu grubunun etkin
isimlerinden Ahmet Sami Belek o günlerdeki tavırlarını anlatıyor: "Anti
Sovyetik grupları almayacağız dediler. O zaman biz de, '1 Mayıs
kimsenin tekelinde, kimsenin ipoteğinde değildir. Taksim de kimsenin
ipoteğinde değildir. O gün işçi sınıfının bayramı, biz de çıkarız oraya'
dedik... Bir yandan da görüşmeler yapılıyordu. Mesela YDGD (Halkın
Kurtuluşu'nun Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği) yöneticileriyle
DİSK'in o günkü sendika yöneticileri birkaç kez bu konuyla ilgili
görüştüler. Onlar biz anti-Sovyetik sloganları attırmayız diyorlar. E
şimdi, bu zaten gelmeyin demek. Yani benim o sloganı atmamam mümkün
değildi."
Çelişki ve gerginlik yalnızca
"Sovyetçi" - "Maocu" gruplar arasında değildi. Birbirlerine yakın iki
siyaset olan Dev-Yol ve Kurtuluş arasında da o tarihlerde yoğun
çatışmalar yaşanmış, yaşamlarını yitirenler olmuştu. Ama onlar kendi
önlemlerini aldı. Dev-Yol Beşiktaş-Dolmabahçe üzerinden, Kurtuluş ise
Saraçhane-Tarlabaşı üzerinden geldi alana. Böylece gruplar karşılaşmamış
oldu…
Gerekli çaba gösterildi
Mitingi tertipleyen ve
güvenliğinden sorumlu olan DİSK’in tutumu provokasyon söylentilerinin
olduğu bir ortamda yeterli miydi? Maocuları alana almama kararı
vermeleri, yerinde miydi?
Kitapta bu konuda yer alan bazı anlatıları alıntılamakla yetineceğim:
Mehmet Karaca: "Biraz önce anlattığım
olaylarda olduğu gibi sendikaların düzenlediği bir mitinge, bir eyleme
bir başka siyasi grup gelip ille damgasını vurmak istiyor. Bu yanlış.
Bunu yapmamak lazım. İşte orada olay çıkıyor. Eğer sen, 'Kardeşim 1
Mayıs'ı burada biz kutluyoruz. Sen de git başka bir alanda kutla'
diyorsan, illa gelip orayı sabote etmenin alemi yok."
DİSK'e bağlı Maden-İş Sendikası Topkapı
Şube Başkanı ve Saraçhane'den Taksim'e gelen DİSK kortejinin güvenlik
sorumlusu Murat Tokmak: "Ama şimdi bugün, buradan bakarak konuşsam;
neden olmadı acaba? Olabilirdi diyorum. Öyle bakabiliyorum, çünkü zor
bir durum. O zaman öylesine kemikleşmişti ki her şey... Yani özellikle
bazı gruplar açısından. Çünkü bir taraf "Maocu bozkurtlar" diyordu.
Diğer taraf "Sosyal faşistler" diyordu. Dolayısıyla, şimdi bunların
arasında acaba sırf o gün için olsa bile bir uzlaşma olamaz mıydı?
Olamazdı yahu! Yani olamıyordu... Olmadı zaten görüldüğü gibi. Ha, buna
çaba gösterildi mi? Bence gösterildi. Gerekli çaba gösterildi ama bazı
grupların direnmesi iyi olmadı. Talihsizlik oldu."
Dönemin Halkın Yolu grubunun etkili
isimlerinden Kamil Arslantürk nasıl uzlaşılamadığını anlatıyor:
"DİSK'ten adını hatırlayamadığım bir yetkili geldi. Biz, ortak slogan
dışında slogan atmayacağız dedik. Bütün gruplarla konuştuk. 'Ne Amerika
ne Rusya' sloganı vardı, 'Kahrolsun sosyal emperyalizm' sloganı vardı.
Bunları atmayacağımızı, 'Yaşasın 1 Mayıs' gibi o zaman belirlenen 3-4
ortak sloganı atacağımızı söyledik. Bu sloganları zaten DİSK ve DİSK'in
kortejindeki bütün gruplar atıyordu. Bunları atarak mitinge katılalım,
bu bütün işçi sınıfının bayramı. Adı üstünde birlik ve dayanışma günü.
Burada kimse kimseye yasak uygulayamaz. Taksim Meydanı kimsenin özel
malı değil dedik. (…) Bizimle görüşen DİSK'li çok sekter bir arkadaştı.
Kestirdi attı: 'Hayır, bizim kararımız var. Bu merkezi bir karardır.
Mitingi biz organize ediyoruz, sorumlusu biziz. Miting DİSK'in
sorumluluğunda ve olay çıkmayacak diye valiliğe, emniyet müdürlüğüne
taahhütte bulunduk. Siz istiyorsanız ayrıca kendi mitinginizi yapın bizi
ilgilendirmez, biz burada kesiyoruz korteji' dedi."
77 sonrası bölünmeler hızlandı
“Sol hiç hata yapmasa da Taksim
o gün kana bulanacaktı”, “provokasyon önlenemezdi ama bizim ortak
olmamız önlenebilirdi” cümleleri farklı kutupların en önemli
ortaklaştığı noktalardan biri mi?
Kitapta görüşleri yer alan kişilerin
tamamı, ABD desteğindeki hakim güçlerin işçi sınıfının ve solun
Türkiye'deki yükselişini durdurma konusunda kararlı olduğu, bu yüzden
mitingin başarıyla sona ermesine izin vermeyeceği kanısında. Sendikal
yükselişin ve sol siyasetlerin yükselişlerini durdurabilmek için böyle
bir provokasyonun tasarlanıp uygulandığı savunuluyor.
Gerçekten de o tarihten sonra sol içi
çelişkiler ve bölünmeler daha da hızlandı, halk, gençler hatta işçiler
sola karşı daha mesafeli davranmaya başladı; Malatya, Çorum,
Kahramanmaraş katliamları, suikastlar ve milliyetçi sağın alabildiğine
tırmandırdığı terör olaylarının ardından Türkiye 12 Eylül 1980 askeri
darbesinin tuzağına düşürüldü.
O gün alanda yaşananlarla ilgili tanıklıkların anlatılarında bugüne kadar bilinenin dışında ilginizi çeken ayrıntılar oldu mu?
Alanda ve alana çıkan sokaklarda
provokatörlerin nasıl çalıştıklarına ilişkin bazı önemli tanıklıklar
var. Bir örnek vereyim: 1 Mayıs 1977'ye 70 yaşındaki annesini de yanına
alarak katılan o tarihte 51 yaşında olan Leman Fırtına meydanda olaylar
patlak verince Intercontinental Oteli'nin otoparkına sığınıyor, sonra da
otele sığındığını düşündüğü yakınlarını aramaya karar veriyor: "'Hadi
bakalım' dedim anneme, 'Kızları arayacağız otelde'. Bir merdiven vardı,
onu çıktık, tekrar bir cam kapı önüne geldik. (…) Kapıları açıp
bakıyorum ben. Odalara mı saklandılar falan diye... Alt kattaki bir
odanın kapısını açtım. Perdeleri kapalı bir oda. 10-12 kişi, önlerinde
fermuarlı valiz gibi çantalar, parkalı çocuklar oturuyorlar. Artık polis
midir, sivil midir nedir bilmiyorum. Ve o amir, 'Hanım hamile
gelinlerini arıyor' dedi ve kapıyı hemen çekti. Zaten oradakiler beni
görünce telaşlandılar gibi böyle, hemen kapı çekildi."
Geçen
yıl, solun katliamdaki sorumluluğuna dair tartışmalar yaşandı. Bugüne
kadar sol kendi sorumluluğuna dair yeterli özeleştiriyi verdi mi? Bu
kitapla sağlanmak istenen biraz da bu mu?
Bu kitaba ilişkin röportajlara 2009
yılında başladım. Türkiye ve dünyanın geleceğine ilişkin çözümlemelerde,
ona hâlâ misyon yüklüyor ve şans tanıyorsak eğer; solun, öncelikle 1
Mayıs 1977 katliamından çıkarılacak derslere ihtiyacı olduğunu
düşünüyorum. Bu ciddi ihtiyacın karşılanabilmesinde katkısı olacağını
umduğum için bu belgesel kitap çalışmasına kalkıştım.
Kitapta yer alan konuşmalarda çok net
değerlendirmeler ve çok içten gerçekçi özeleştiriler var. En
önemlilerinden birini Feyyaz Kurşuncu dile getiriyor: "1 Mayıs 1977
herkesin ortak sorumsuzluğuydu. Oradan çıkan, çok pahalıya mal olan,
yaşanmasına hiç lüzum olmayan iki ders var... Bunu biz daha önce
bilmeliydik.
Birincisi kendi örgütünün ötesine
bakmak zorundasın. Hayat senin örgütünün menfaatleriyle sınırlı değil.
Bunu hâlâ yaşıyoruz... Ama orada ortaya çıkan gerçek buydu. Oraya gelen
grupların ötesinde, hakikaten tarihin ortaya çıkardığı bir işçi sınıfı
hareketi vardı. Önemli olan oydu. Onu gözetmedik biz. İkincisi, sokakla
oynanmaz... Sol hareket esas olarak sokakta kazanır. Ama şımarırsa... En
ufak bir şımarıklıkta, o kazandığının on mislini hemen sokakta
kaybeder. Bunun örnekleri var. En acısı 1 Mayıs 1977'dir."
Kitapta özeleştiriler kadar, "keşke",
"ne yazık ki" gibi vurgularla ifade edilen pişmanlıklar da yer alıyor.
Bir de özeleştiri amacıyla söylenmeyen ama gerçeği, bakış açısını, o
dönemin davranış biçimlerini, alışkanlıklarını çok net bir şekilde
ortaya çıkaran anlatılar var. Ben oların da en az özeleştiriler kadar
etkileyici ve eğitici olduğu kanısındayım.
Murat Tokmak’ın “1 Mayıs
1977’de DİSK’te sadece güvenliği sağlamakla görevli 20 bin kişi vardı,
şimdi 20 bin üyeli sendika yok” sözleri sol ve işçi sınıfının bugünkü
durumu hakkında bize ne söylüyor?
2011 yılında maalesef aramızdan ayrılmış olan Murat Tokmak yalın bir gerçeği dile getiriyor.
Solun Türkiye ve dünyada yaşamakta
olduğu büyük değişim süreci 1 Mayıs 1977 felaketine bağlanamaz tabii.
Yine de 1 Mayıs katliamının özellikle sol içinde enine boyuna
tartışılması, geleceğe yönelik yeni perspektifler yaratılmasında yararlı
ve aydınlatıcı olacaktır diye düşünüyorum.
Gün Zileli’nin o zamanki solun “iktidar sendromu” olarak nitelendirdiği eksikliği bugünkü sola miras kaldı mı?
Gün Zileli, solun kendi içinde silahlı
çatışmaya varan düzeyde rekabete girmesini "İktidar Sendromu" ile
açıklıyor: "Ama bu iktidar sendromunu tetikleyen olay, Türkiye'de
hakikaten demin söylediğimiz o 1974'den sonraki büyük yükseliştir. Bu
büyük yükseliş bütün örgütlere bir kolay zafer, kolay iktidar sağlama
eğilimi kazandırdı. Yani, şunu gördüler: 'Yahu, insanlar geliyor! E niye
iktidar olamayalım?' İktidar derken, illa ülke çapında iktidar olması
şart değil. Bulunduğun yerde bir güç olmak. (…) Başlarda herkes
birbirine belirli bir tolerans gösterebiliyordu, işte tartışmalar falan
yapılıyordu. Ama işler giderek sertleştikçe ve herkes biraz daha, 'Ben
iktidar olacağım!' ihtirasına kapıldıkça, hemen kendi monolitik
iktidarını ilan etti. (…) Referansını oradan alıyor. 'Bolşevikler'
diyor, 'Hayat hakkı tanıdı mı diğer gruplara?'... 'Olamaz' diyor.
Bunların hepsi burjuva yolcusudur, tak!
"Ondan sonra getiriyor aynı modeli
burada da dogmatik bir şekilde uyguluyor. Dogmatizm çok yüksekti o
zaman. Onu da görmek lazım. Hepimiz dahildik. O zaman Birikim çevresi
falan belki bunun dışında görülebilir ama solun yüzde 99'u
monolitikti... Monolitik olunca da ne olacak? Hakim olduğun yerde
diğerine hayat hakkı tanımayacaksın..."
"İktidar Sendromu"nun çeşitli
versiyonlarını solun 12 Eylül 1980'den sonraki örgütlenme çabalarında da
pek çok kez yaşadığımızı düşünüyorum. Şimdilerde yeni yeni bu aşılmaya
çalışılıyor. 1 Mayıs 1977 - İşçi Bayramı Neden ve Nasıl Kana Bulandı"
kitabı umarım bu çabalara katkı sağlar. (NV)
1 Mayıs 1977, İşçi Bayramı Neden ve Nasıl Kana Bulandı?, Korhan Atay, Metis yayınları, 205 sayfa.