İTC üyesi olan, ancak Enver Paşa ile girdiği liderlik mücadelesini
kaybettiği için arka plana itilen Mustafa Kemal’in, 1915 Ermeni
soykırımına karışmadığı genel olarak kabul gören bir görüştür. Önce ‘İTC
üyeliği’ kısmına açıklık getireyim. İTC ve Millî Mücadele’nin
önderlerinden Ali Fethi (Okyar) kendisinin ve Mustafa Kemal’in İttihat
ve Terakki Cemiyeti’ne girişini şöyle anlatır: “Benim cemiyete girişim,
Manastır Kolordusu’nda vazifeli İsmail Hakkı Bey aracılığı iledir.
Enver, Cemal beylerle, daha sonra Şam’daki vazifesinden Selanik’e gelen
Kolağası Mustafa Kemal’in girişleri de aynı kanaldan oldu. Benim,
Mustafa Kemal’in, Cemal’in ve diğer bazı arkadaşların ordu kurmay
kadrosunun kilit noktalarında oluşumuz subaylar arasında cemiyetin
benimsenmesine geniş ölçüde yardım etti.”
322 No’lu İTC üyesi
Bir başka İttihatçı Hakkı Baha’ya (Pars)göre ise Mustafa Kemal İTC’ye 29 Ekim 1907’de Hakkı Baha’nın Selanik’teki evinde yemin ederek üye olmuştu; üyelik numarası ise 322’ydi. Millî Mücadele yıllarında ve Cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal’in en yakınlarından olan Falih Rıfkı’ya (Atay) göre de Mustafa Kemal 1909’daki İTC Kongresi’ne Bingazi (veya Trablusgarp) delegesi olarak katılmıştı.
Kendisi de İTC üyesi olan İsmet (İnönü) Bey de Mustafa Kemal’in İTC nüfuzluları arasında Fethi Bey’le beraber ayrı bir grup teşkil ettiğini iddia eder. Şevket Süreyya Aydemir, Mustafa Kemal’in Selanik Şubesi’nin yöneticisi olduğunu; Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanlığı sırasında sekreteri olan, tarihçi Yusuf Hikmet (Bayur) ise daha ileri giderek Mustafa Kemal’in İTC’nin Genel Merkez üyesi olduğunu ileri sürmüştür.
Nitekim Mustafa Kemal, Ekim 1918’de savaşın kaybedileceğinin anlaşıldığı günlerde, İTC’nin kapatılmasına karşı tedbir olarak kurulan Osmanlı Hürriyetperver Avam Fırkası’nın yayın organı olan Minber gazetesinde “Mensup olduğum İttihat ve Terakki için öylesine çirkin ve haksız bir neşriyat başlamıştı ki, bunları cevapsız bırakmak ve sükûtla karşılamak mümkün değildi...” diye yazmıştı. 1919’da Pera Palas’ta görüştüğü İngiliz istihbarat görevlisi Rahip Frew’e “Başlangıçtan çok zaman sonrasına kadar ben de bu cemiyet içinde bulundum” demişti. 15 Nisan 1923 tarihli Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde çıkan bir mülakatında ise “Vaktiyle zaten birçoğumuz o Cemiyet’in müessisi (kurucusu) veya azasından (üyesi) bulunuyorduk” açıklamasını yapmıştı.
Çekişme
Bu yıllar içinde Enver ile Mustafa Kemal arasındaki gerilimin tam bir çetelesini vermeye yeterli yer olmadığı için Birinci Dünya Savaşı arefesinden itibaren durumu özetlemekle yetineceğim.
Birinci Balkan Savaşı (1912) sırasında düşman eline geçen Edirne’nin 21 Temmuz 1913’te geri alınışı sırasında, Bahr-i Sefid (Bolayır) Kuvva-yı Mürettebe Kurmayı olan Mustafa Kemal’e, Enver’in X. Kolordusu’nu beklemesi emredildiği halde, Bolayır Kolordusu, emri dinlemeyip gece de harekâta devam etmiş ve Edirne’ye ilk olarak bu kolordunun süvari tugayı girmişti. Ama daha sonra şehre bir fatih edasıyla giren Enver ‘Edirne’yi geri aldığı için’ önce albaylığa, 14 gün sonra da tuğgeneralliğe (yani paşalığa) terfi ederken, Mustafa Kemal yakın arkadaşı Ali Fethi Bey’in yanında pasif Sofya Askerî Ataşeliğine gönderilecekti. Falih Rıfkı olay üzerine şöyle yazmıştı: “Gitmeyip de ne yapacaktı? Orduda kalsa bir türlü idi. Ordudan ayrılmak ve politikaya atılmak sonu gelmez bir sergüzeştçilik (maceracılık) olacaktı. Ne orduda kalarak Enver’le uyuşmasına ve çarpışmasına, ne de politikacı olarak İttihatçılarla uzlaşmasına ve savaşmasına imkân yoktu.”
1915’te Çanakkale’de
Sofya’ya gidişinden ancak dört ay sonra yarbaylığa terfi eden Mustafa Kemal Sofya’da kıyafet baloları ve ufak tefek flörtlerle gönül eğlendirmeye çalışırken, artık paşa olan Enver Ocak 1914’te Harbiye Nazırlığı’na getirilecek, bir süre sonra da Başkumandan Vekilliği yetkilerini elde edecekti. Bununla da kalmayarak Abdülmecid’in oğlu Şehzade Süleyman’ın kızı Naciye Sultan’la evlenerek saraya damat ve padişah yaveri olacaktı. Mustafa Kemal ise Vahdeddin’in kızı Sabiha Sultan’la evlenmek isteyecek, ancak Sabiha Sultan’ın gönlü kuzeni Şehzade Ömer Faruk Efendi’de olduğu için bu teklifi reddedecekti.
Ali Fethi Bey’e göre savaşa karşı olan, ancak savaş patlayınca savaşa katılmaktan başka bir şey düşünmeyen Mustafa Kemal Şubat-Aralık 1915 arasını Çanakkale Cephesi’nde geçirdi. Ocak 1916’da Edirne’de bulunan 16. Kolordu Komutanlığı’na atanmış, bu kolordunun Diyarbakır’a kaydırılması üzerine, Mart 1916’dan itibaren Diyarbakır’da göreve devam etmiş, Şubat-Temmuz 1917 tarihleri arasında önce vekâleten sonra da asaleten Suriye’de görevlendirilmişti.
Bu tarihlerde söz konusu coğrafyada yaşayan birinin Ermenilerin başına gelenlere şahit olmaması imkânsızdı. Ancak Harp Okulu öğrenciliğinden beri günlük tuttuğunu bildiğimiz Mustafa Kemal’in bugüne dek ATASE tarafından yayımlanan 12 defterinde Ermenilerin maruz kaldığı korkunç muameleye dair bir not yok. Mustafa Kemal bu konudaki düşüncelerini ilk kez Aralık 1917’de Şehzade Vahdettin’le birlikte gittiği Almanya’da Strasbourg şehrinin valisi Nikolaus von Dallwitz’le arasında geçen konuşmada telaffuz etmişti:
“Alman Vali bana Ermenilerin iyi niyetli insanlar olduğunu ve Türklerin Ermenilere karşı epey kötü saldırıları olduğunu söylemeye yeltendi, çok şaşırdım. Yüksek bir valinin -ki ben misafiri idim- ve biz savaş müttefiki idik -bütün ciddiyetiyle bana geleceğin Türk yöneticisine böyle bir şeyi sorması çok garipti. Ben dedim ki evvela ben sizden şunu öğrenmek istiyorum: Siz neden Ermenilerin lehine bir düşünceye kapılıyorsunuz, tarihin bilinmeyen bir zamanında millet olduğunu iddia ederek ve bu milletin varlığını ispata kalkışanlara böylece dünyayı kandırarak Türkiye’ye zarar vererek maddi ve manevi her türlü desteği veren bir savaş müttefikinizin desteğini riske sokuyorsunuz? Anladım ki bizden pek haberi yoktu. Bu konuşmada kendimi tutamadım. Ve alaycı bir tonla konuşmaya devam ettim. Bu kadar kurban vermemize rağmen Türkiye topraklarında bir Ermeni milletinin olabileceğini düşünmesini garip buldum....”
Batı’ya mavi boncuk
Eylül 1919’da Sivas’ta kendisini ziyaret eden Amerikan Generali Harbord’un Mustafa Kemal’e yönelttiği ilk sorulardan biri ‘Ermeni kıtali’ hakkında ne düşündüğü olmuştu. Mustafa Kemal’in cevabı “Ermenilerin katledilip sürülmeleri(nin) hükümeti ele geçiren küçük bir komitenin eseri” olduğu, kendisinin de bunu ‘takbih ettiği’ (kınadığı, ayıpladığı) yolundaydı. Yine aynı tarihlerde, ABD Radyo gazetesine verdiği mülakatta “Hiçbir yayılma planımız yoktur (…) Ermenilere karşı yeni bir Türk vahşetinin olmayacağının garantisini veririz” diyerek uluslararası tepkiyi yumuşatma yoluna gitmişti. İstanbul’daki Ali Rıza Paşa Kabinesi adına Mustafa Kemal’e bir mektup gönderen Harbiye Nazırı Cemal (Mersinli) Paşa, İtilaf Devletleri’nin baskısıyla Mustafa Kemal’den “Harp esnasında yapılan her nevi cinayet faillerinin ceza-yi kanuniyeden kurtulamayacakları” yolunda bir açıklama yapmasını istediğinde, savaş suçlularının cezalandırılacağı sözünü vermişti. Üstelik bu cezalandırmanın kâğıt üzerinde kalmayacağını da eklemişti.
İtilaf Devletleri’ni yatıştırmak için son hamle, 18-22 Ekim 1919’da, İstanbul adına Bahriye Nazırı Salih Paşa ve padişahın başyaveri Naci (Eldeniz) Paşa ile Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adına Mustafa Kemal, Rauf (Orbay) ve Bekir Sami (Kunduh) paşalar tarafından imzalanan Amasya Protokolleri vesilesiyle yapıldı. Beş protokolden birincisi ve üçüncüsünde ‘Ermeni kıtali’ yüzünden aranan İttihatçıların cezalandırılması ve seçimlere katılmalarının engellenmesi konusunda anlaşma sağlanmıştı.
Artık ‘katliam’, ‘fazahat’ kavramları kullanılmıyor
Son olarak 24 Nisan 1920’de BMM’deki konuşmasında, “Harbi Umumiye’nin (Birinci Dünya Savaşı’nın) başlangıç safhalarından bahsetmek istemem. Zaten İtilaf Devletleri’nin bahsettikleri de bittabii maziye ait fazahat (geçmişe ait utanç verici işler, alçaklık) değildir” demişti ancak bunların taktik adımlar olduğu çok kısa sürede ortaya çıktı. BMM, 8 Mayıs 1920’de ‘tehcir suçlarından dolayı tutuklu olan’ tüm sanıkların tamamının tahliyesine karar verdi. 10 Ağustos’ta Osmanlı İmparatorluğu’nun İtilaf Devletleri arasında pay edilmesini öngören Sevr Barış Antlaşması’nın imzalanması üzerine, 12 Ağustos’ta tehcir suçlamasıyla ‘vatan evlatları idam edilecek olursa’, kendisinin de yanlarında bulunan İngiliz Yarbayı Rawlinson’u ve diğer İngiliz esirleri asacağını Ahmed İzzet Paşa’ya bildirdi. 16 Ağustos’ta Heyet-i Vekile ‘tehcir vesaire’ dolayısıyla İstanbul hükümetince kurulan İdare-i Örfiye Divanı Harbi’yi lağvetti.
21 Şubat 1921’de, Public Ledger-Philadelphia muhabirinin sorularına verdiği yazılı demecinde, Mustafa Kemal’in sözleri yorum yapılmayacak kadar açıktı: “İngiltere’nin sulh zamanında ve harp sahasından uzak olarak İrlanda’ya reva gördüğü muameleye hemen hemen kayıtsız bir şekilde bakan dünya efkârı, Ermeni ahalinin tehciri hususunda almaya mecbur kaldığımız karar için bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz. Bize karşı yapılmış olan iftiraların aksine, tehcir edilmiş olanlar hayattadır ve bunlardan ekserisi şayet İtilaf Devletleri bizi tekrar harp etmeye zorlamasa idi evlerine dönmüş olurlardı.”
Dikkat edileceği gibi artık ‘katliam’, ‘katliama katılanların cezalandırılması’, ‘fazahat’ gibi kavramlar kullanılmıyordu. Bu söylemin hem İTC’nin Birinci Dünya Savaşı sırasında geliştirdiği ‘öz savunma’ söylemi ile hem de bugünkü ‘resmî söylem’ ile benzerliği ortadaydı.
Mustafa Kemal’in 16 Mart 1923’te Adana esnafıyla konuşurken söylediği şu sözler İttihatçı zihniyetin hâlâ yaşadığı konusunda şüpheye yer bırakmıyordu: “Arkadaşımız beyanatında demişlerdi ki, Adanamızı idaresi altına alan diğer unsurlar, şunlar, bunlar, Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir vaziyet almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, o halde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşıyacaktır (...) Memleket en nihayet yine sahibi aslilerinin elinde kaldı. Ermeniler vesairenin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir...”
Atlayarak sunduğum bu tarihçeye göre, Mustafa Kemal’in Ermeniler hakkında hiç de olumlu şeyler düşünmediğini söylemek mümkün. Peki o zaman, geçen yazımdaki iddialar doğruysa (ki çalışmalarına engel olunmasından endişe ettiğim için adını vermek istemediğim değerli bir gazeteci bu konudaki sorulara tatmin edici cevaplar vereceğini umduğum kitabı üzerinde çalışıyor) Hatun Sebilciyan adlı bir Ermeni yetimini evlat edinmesini nasıl açıklayacağız? Eğer o küçük kız, varlığını Hatun Sebilciyan olarak sürdürebilseydi bu soruya ‘1915’e dair tutumundan dolayı örtük bir özür dileme çabası’ diye cevap verebilirdim, ancak o yetimin Sabiha Gökçen haline dönüştürülmesi (ve elbette daha önemlisi 1923-1938 arasında Kemalistlerin özel olarak Ermeni genel olarak azınlık politikaları) iyimser yorumlar yapmamı engelliyor.
Özet Kaynakça: Emel Akal, Milli Mücadele’nin Başlangıcında Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki ve Bolşevizm, Tüstav Yayınları, 2002; Atatürk’ün TBMM Açık ve Gizli Oturumlarındaki Konuşmaları, Cilt I, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1991; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt I, TTK Basımevi, 1961; TBMM Gizli Celse Zabıtları, I-IV, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1985.
Not: Araştırmacı Selçuk Uzun, '1915’te İyiler ve Kötüler' yazımda ‘iyiler’ arasında adını saydığım Erzurum Valisi Tahsin Bey’in de ikili politikaları yüzünden ‘kötüler’ listesine dahil edilmesi gerektiğini belirtti. (Yazarın Erzurum Ermenilerinin kaderine dair bir yazısı için bkz. http://www.armenieninfo.net/selcuk-uzun/3882-selcuk-uzun-ermeni-soykirimi-1915-ve-erzurum.html) Aynı şekilde yine iyiler arasında saydığım Kastamonu Valisi Reşid Bey’in de ‘kötülerden’ olabileceğini Fuat Dündar’ın bir makalesi (http://www.academia.edu/1479369/Kastamonu_valisi_resid_pasa_bey_ermenileri_korudu_mu) vesilesiyle farkettim. Selçuk Uzun’un dediği gibi kişilerin rollerini tanımlarken daha titiz olmam gerekirdi.AYŞE HÜR-RADİKAL
322 No’lu İTC üyesi
Bir başka İttihatçı Hakkı Baha’ya (Pars)göre ise Mustafa Kemal İTC’ye 29 Ekim 1907’de Hakkı Baha’nın Selanik’teki evinde yemin ederek üye olmuştu; üyelik numarası ise 322’ydi. Millî Mücadele yıllarında ve Cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal’in en yakınlarından olan Falih Rıfkı’ya (Atay) göre de Mustafa Kemal 1909’daki İTC Kongresi’ne Bingazi (veya Trablusgarp) delegesi olarak katılmıştı.
Kendisi de İTC üyesi olan İsmet (İnönü) Bey de Mustafa Kemal’in İTC nüfuzluları arasında Fethi Bey’le beraber ayrı bir grup teşkil ettiğini iddia eder. Şevket Süreyya Aydemir, Mustafa Kemal’in Selanik Şubesi’nin yöneticisi olduğunu; Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanlığı sırasında sekreteri olan, tarihçi Yusuf Hikmet (Bayur) ise daha ileri giderek Mustafa Kemal’in İTC’nin Genel Merkez üyesi olduğunu ileri sürmüştür.
Nitekim Mustafa Kemal, Ekim 1918’de savaşın kaybedileceğinin anlaşıldığı günlerde, İTC’nin kapatılmasına karşı tedbir olarak kurulan Osmanlı Hürriyetperver Avam Fırkası’nın yayın organı olan Minber gazetesinde “Mensup olduğum İttihat ve Terakki için öylesine çirkin ve haksız bir neşriyat başlamıştı ki, bunları cevapsız bırakmak ve sükûtla karşılamak mümkün değildi...” diye yazmıştı. 1919’da Pera Palas’ta görüştüğü İngiliz istihbarat görevlisi Rahip Frew’e “Başlangıçtan çok zaman sonrasına kadar ben de bu cemiyet içinde bulundum” demişti. 15 Nisan 1923 tarihli Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde çıkan bir mülakatında ise “Vaktiyle zaten birçoğumuz o Cemiyet’in müessisi (kurucusu) veya azasından (üyesi) bulunuyorduk” açıklamasını yapmıştı.
Çekişme
Bu yıllar içinde Enver ile Mustafa Kemal arasındaki gerilimin tam bir çetelesini vermeye yeterli yer olmadığı için Birinci Dünya Savaşı arefesinden itibaren durumu özetlemekle yetineceğim.
Birinci Balkan Savaşı (1912) sırasında düşman eline geçen Edirne’nin 21 Temmuz 1913’te geri alınışı sırasında, Bahr-i Sefid (Bolayır) Kuvva-yı Mürettebe Kurmayı olan Mustafa Kemal’e, Enver’in X. Kolordusu’nu beklemesi emredildiği halde, Bolayır Kolordusu, emri dinlemeyip gece de harekâta devam etmiş ve Edirne’ye ilk olarak bu kolordunun süvari tugayı girmişti. Ama daha sonra şehre bir fatih edasıyla giren Enver ‘Edirne’yi geri aldığı için’ önce albaylığa, 14 gün sonra da tuğgeneralliğe (yani paşalığa) terfi ederken, Mustafa Kemal yakın arkadaşı Ali Fethi Bey’in yanında pasif Sofya Askerî Ataşeliğine gönderilecekti. Falih Rıfkı olay üzerine şöyle yazmıştı: “Gitmeyip de ne yapacaktı? Orduda kalsa bir türlü idi. Ordudan ayrılmak ve politikaya atılmak sonu gelmez bir sergüzeştçilik (maceracılık) olacaktı. Ne orduda kalarak Enver’le uyuşmasına ve çarpışmasına, ne de politikacı olarak İttihatçılarla uzlaşmasına ve savaşmasına imkân yoktu.”
1915’te Çanakkale’de
Sofya’ya gidişinden ancak dört ay sonra yarbaylığa terfi eden Mustafa Kemal Sofya’da kıyafet baloları ve ufak tefek flörtlerle gönül eğlendirmeye çalışırken, artık paşa olan Enver Ocak 1914’te Harbiye Nazırlığı’na getirilecek, bir süre sonra da Başkumandan Vekilliği yetkilerini elde edecekti. Bununla da kalmayarak Abdülmecid’in oğlu Şehzade Süleyman’ın kızı Naciye Sultan’la evlenerek saraya damat ve padişah yaveri olacaktı. Mustafa Kemal ise Vahdeddin’in kızı Sabiha Sultan’la evlenmek isteyecek, ancak Sabiha Sultan’ın gönlü kuzeni Şehzade Ömer Faruk Efendi’de olduğu için bu teklifi reddedecekti.
Ali Fethi Bey’e göre savaşa karşı olan, ancak savaş patlayınca savaşa katılmaktan başka bir şey düşünmeyen Mustafa Kemal Şubat-Aralık 1915 arasını Çanakkale Cephesi’nde geçirdi. Ocak 1916’da Edirne’de bulunan 16. Kolordu Komutanlığı’na atanmış, bu kolordunun Diyarbakır’a kaydırılması üzerine, Mart 1916’dan itibaren Diyarbakır’da göreve devam etmiş, Şubat-Temmuz 1917 tarihleri arasında önce vekâleten sonra da asaleten Suriye’de görevlendirilmişti.
Bu tarihlerde söz konusu coğrafyada yaşayan birinin Ermenilerin başına gelenlere şahit olmaması imkânsızdı. Ancak Harp Okulu öğrenciliğinden beri günlük tuttuğunu bildiğimiz Mustafa Kemal’in bugüne dek ATASE tarafından yayımlanan 12 defterinde Ermenilerin maruz kaldığı korkunç muameleye dair bir not yok. Mustafa Kemal bu konudaki düşüncelerini ilk kez Aralık 1917’de Şehzade Vahdettin’le birlikte gittiği Almanya’da Strasbourg şehrinin valisi Nikolaus von Dallwitz’le arasında geçen konuşmada telaffuz etmişti:
“Alman Vali bana Ermenilerin iyi niyetli insanlar olduğunu ve Türklerin Ermenilere karşı epey kötü saldırıları olduğunu söylemeye yeltendi, çok şaşırdım. Yüksek bir valinin -ki ben misafiri idim- ve biz savaş müttefiki idik -bütün ciddiyetiyle bana geleceğin Türk yöneticisine böyle bir şeyi sorması çok garipti. Ben dedim ki evvela ben sizden şunu öğrenmek istiyorum: Siz neden Ermenilerin lehine bir düşünceye kapılıyorsunuz, tarihin bilinmeyen bir zamanında millet olduğunu iddia ederek ve bu milletin varlığını ispata kalkışanlara böylece dünyayı kandırarak Türkiye’ye zarar vererek maddi ve manevi her türlü desteği veren bir savaş müttefikinizin desteğini riske sokuyorsunuz? Anladım ki bizden pek haberi yoktu. Bu konuşmada kendimi tutamadım. Ve alaycı bir tonla konuşmaya devam ettim. Bu kadar kurban vermemize rağmen Türkiye topraklarında bir Ermeni milletinin olabileceğini düşünmesini garip buldum....”
Batı’ya mavi boncuk
Eylül 1919’da Sivas’ta kendisini ziyaret eden Amerikan Generali Harbord’un Mustafa Kemal’e yönelttiği ilk sorulardan biri ‘Ermeni kıtali’ hakkında ne düşündüğü olmuştu. Mustafa Kemal’in cevabı “Ermenilerin katledilip sürülmeleri(nin) hükümeti ele geçiren küçük bir komitenin eseri” olduğu, kendisinin de bunu ‘takbih ettiği’ (kınadığı, ayıpladığı) yolundaydı. Yine aynı tarihlerde, ABD Radyo gazetesine verdiği mülakatta “Hiçbir yayılma planımız yoktur (…) Ermenilere karşı yeni bir Türk vahşetinin olmayacağının garantisini veririz” diyerek uluslararası tepkiyi yumuşatma yoluna gitmişti. İstanbul’daki Ali Rıza Paşa Kabinesi adına Mustafa Kemal’e bir mektup gönderen Harbiye Nazırı Cemal (Mersinli) Paşa, İtilaf Devletleri’nin baskısıyla Mustafa Kemal’den “Harp esnasında yapılan her nevi cinayet faillerinin ceza-yi kanuniyeden kurtulamayacakları” yolunda bir açıklama yapmasını istediğinde, savaş suçlularının cezalandırılacağı sözünü vermişti. Üstelik bu cezalandırmanın kâğıt üzerinde kalmayacağını da eklemişti.
İtilaf Devletleri’ni yatıştırmak için son hamle, 18-22 Ekim 1919’da, İstanbul adına Bahriye Nazırı Salih Paşa ve padişahın başyaveri Naci (Eldeniz) Paşa ile Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adına Mustafa Kemal, Rauf (Orbay) ve Bekir Sami (Kunduh) paşalar tarafından imzalanan Amasya Protokolleri vesilesiyle yapıldı. Beş protokolden birincisi ve üçüncüsünde ‘Ermeni kıtali’ yüzünden aranan İttihatçıların cezalandırılması ve seçimlere katılmalarının engellenmesi konusunda anlaşma sağlanmıştı.
Artık ‘katliam’, ‘fazahat’ kavramları kullanılmıyor
Son olarak 24 Nisan 1920’de BMM’deki konuşmasında, “Harbi Umumiye’nin (Birinci Dünya Savaşı’nın) başlangıç safhalarından bahsetmek istemem. Zaten İtilaf Devletleri’nin bahsettikleri de bittabii maziye ait fazahat (geçmişe ait utanç verici işler, alçaklık) değildir” demişti ancak bunların taktik adımlar olduğu çok kısa sürede ortaya çıktı. BMM, 8 Mayıs 1920’de ‘tehcir suçlarından dolayı tutuklu olan’ tüm sanıkların tamamının tahliyesine karar verdi. 10 Ağustos’ta Osmanlı İmparatorluğu’nun İtilaf Devletleri arasında pay edilmesini öngören Sevr Barış Antlaşması’nın imzalanması üzerine, 12 Ağustos’ta tehcir suçlamasıyla ‘vatan evlatları idam edilecek olursa’, kendisinin de yanlarında bulunan İngiliz Yarbayı Rawlinson’u ve diğer İngiliz esirleri asacağını Ahmed İzzet Paşa’ya bildirdi. 16 Ağustos’ta Heyet-i Vekile ‘tehcir vesaire’ dolayısıyla İstanbul hükümetince kurulan İdare-i Örfiye Divanı Harbi’yi lağvetti.
21 Şubat 1921’de, Public Ledger-Philadelphia muhabirinin sorularına verdiği yazılı demecinde, Mustafa Kemal’in sözleri yorum yapılmayacak kadar açıktı: “İngiltere’nin sulh zamanında ve harp sahasından uzak olarak İrlanda’ya reva gördüğü muameleye hemen hemen kayıtsız bir şekilde bakan dünya efkârı, Ermeni ahalinin tehciri hususunda almaya mecbur kaldığımız karar için bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz. Bize karşı yapılmış olan iftiraların aksine, tehcir edilmiş olanlar hayattadır ve bunlardan ekserisi şayet İtilaf Devletleri bizi tekrar harp etmeye zorlamasa idi evlerine dönmüş olurlardı.”
Dikkat edileceği gibi artık ‘katliam’, ‘katliama katılanların cezalandırılması’, ‘fazahat’ gibi kavramlar kullanılmıyordu. Bu söylemin hem İTC’nin Birinci Dünya Savaşı sırasında geliştirdiği ‘öz savunma’ söylemi ile hem de bugünkü ‘resmî söylem’ ile benzerliği ortadaydı.
Mustafa Kemal’in 16 Mart 1923’te Adana esnafıyla konuşurken söylediği şu sözler İttihatçı zihniyetin hâlâ yaşadığı konusunda şüpheye yer bırakmıyordu: “Arkadaşımız beyanatında demişlerdi ki, Adanamızı idaresi altına alan diğer unsurlar, şunlar, bunlar, Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir vaziyet almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, o halde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşıyacaktır (...) Memleket en nihayet yine sahibi aslilerinin elinde kaldı. Ermeniler vesairenin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir...”
Atlayarak sunduğum bu tarihçeye göre, Mustafa Kemal’in Ermeniler hakkında hiç de olumlu şeyler düşünmediğini söylemek mümkün. Peki o zaman, geçen yazımdaki iddialar doğruysa (ki çalışmalarına engel olunmasından endişe ettiğim için adını vermek istemediğim değerli bir gazeteci bu konudaki sorulara tatmin edici cevaplar vereceğini umduğum kitabı üzerinde çalışıyor) Hatun Sebilciyan adlı bir Ermeni yetimini evlat edinmesini nasıl açıklayacağız? Eğer o küçük kız, varlığını Hatun Sebilciyan olarak sürdürebilseydi bu soruya ‘1915’e dair tutumundan dolayı örtük bir özür dileme çabası’ diye cevap verebilirdim, ancak o yetimin Sabiha Gökçen haline dönüştürülmesi (ve elbette daha önemlisi 1923-1938 arasında Kemalistlerin özel olarak Ermeni genel olarak azınlık politikaları) iyimser yorumlar yapmamı engelliyor.
Özet Kaynakça: Emel Akal, Milli Mücadele’nin Başlangıcında Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki ve Bolşevizm, Tüstav Yayınları, 2002; Atatürk’ün TBMM Açık ve Gizli Oturumlarındaki Konuşmaları, Cilt I, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1991; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt I, TTK Basımevi, 1961; TBMM Gizli Celse Zabıtları, I-IV, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1985.
Not: Araştırmacı Selçuk Uzun, '1915’te İyiler ve Kötüler' yazımda ‘iyiler’ arasında adını saydığım Erzurum Valisi Tahsin Bey’in de ikili politikaları yüzünden ‘kötüler’ listesine dahil edilmesi gerektiğini belirtti. (Yazarın Erzurum Ermenilerinin kaderine dair bir yazısı için bkz. http://www.armenieninfo.net/selcuk-uzun/3882-selcuk-uzun-ermeni-soykirimi-1915-ve-erzurum.html) Aynı şekilde yine iyiler arasında saydığım Kastamonu Valisi Reşid Bey’in de ‘kötülerden’ olabileceğini Fuat Dündar’ın bir makalesi (http://www.academia.edu/1479369/Kastamonu_valisi_resid_pasa_bey_ermenileri_korudu_mu) vesilesiyle farkettim. Selçuk Uzun’un dediği gibi kişilerin rollerini tanımlarken daha titiz olmam gerekirdi.AYŞE HÜR-RADİKAL