Page Nav

HIDE

Grid

GRID_STYLE

GAZETE DEMOKRAT / İKTİDAR DOSYASI

HIDE_BLOG

"NURHAK SANA GÜNEŞ DOĞMAZ..."

DEVRİMCİNİN DEVRİMİ Tarih kitaplarında o yıllar bir gün böyle yer alacak! Bugün içinse, şimdi tarih kitaplarında yer almayan bir ke...

DEVRİMCİNİN DEVRİMİ
Tarih kitaplarında o yıllar bir gün böyle yer alacak! Bugün içinse, şimdi tarih kitaplarında yer almayan bir kesiti  A.Tuncer Sümer "Devrim"de, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'nun (THKO) mücadelesini, anıları ve topladığı belgeleriyle sunuyor.
Sümer için 31 Mayıs'ın anlamı büyük. O, 41 yıl önce bugün Nurhak Dağları'nda çatışanların yoldaşıydı. O gün Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan öldürüldü. Mustafa Yalçıner, ağır yaralandı, Hacı Tonak yakalandı. Ahmet Erdoğan ve Metin Güngörmüş kaçmayı başardı. Sümer ise geride kalan 14 kişilik ekibin başındaydı.
"Devrim" bugünden itibaren kitapçılarda.
Şimdi sözü Sümer'e bırakalım, "Devrim"i ve Nurhak'ı ondan dinleyelim.
Kitabı nasıl hazırladınız?
Bu kitabı yeni düşünmedim. 1971'de Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi'nde 2. THKO davasında yargılanırken duruşmaların zabıtlarını almaya başladım. Cezaevinden çıkınca da belge toplamayı sürdürdüm.
Kitap 640 sayfa. İlk 125 sayfada THKO'nun kuruluş öyküsü ve anılarım var. Kalanı da belgelere dayanıyor. Savunmalar, emniyet ifadeleri, gazete sayfaları, Türkiye Devriminin Yolu broşürü ve İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi'nin İçişleri Bakanlığı ile yazışmaları da kitapta mevcut. Bazı belgeler de ilk kez yayınlanıyor.

"Onlar benim gözümde hala genç yoldaşlarım"

En çok hangi bölümde zorlandınız?
En çok anılarımı yazarken zorlandım. Çünkü çok anım vardı ve bahsettiğim arkadaşlarımın hepsini kaybettik. Ama onlar benim gözümde hala genç yoldaşlarım.
Yaşadıklarımızdan hangisini koyarsam daha doğru olur diye düşündüm. Anıları doğru hatırlamak ve yazmak zorundaydım. Çünkü topluma karşı sorumluluğum var. İşin bir de duygusal kısmı vardı. Ama ileride kronolojik olarak anılarımı yazmayı düşünüyorum.
41 senelik emeğin üzerine, neden kitabı şimdi yayınladınız?
Son yıllarda o dönemi anlatan çok sayıda eser çıktı.  Kitaplarda, dönemi anlatan film ve dizilerde, hatta belgesellerde sanki ister istemez  duygusal yan daha ağırlıklı gibi. İdeolojik kısım pek öne çıkarılmıyor.
Bu yüzden belgeleri bir araya getirip ilk ağızdan sorulara cevap verecek bir ihtiyaç doğdu. Bu konudaki eserlere tabii ki karşı değilim; ne kadar çok eser, o kadar çok hatırlama, tartışma. İnsan memnun da oluyor. Çünkü böylece yoldaşlarımız gündemde oluyor.

"Hasbelkader yaşıyorum"

THKO nasıl bir ortamda kuruldu?
THKO'nun kuruluşu 1969'da başladı. 1969-70 dünyada önemli yıllardı. Latin Amerika'da, Afrika'da pek çok ülkede ve Uzak Asya'da Vietnam'da emperyalizme ve sömürgecilere karşı mücadeleler veriliyordu.
Türkiye'de de o dönemde mücadele hız kazanmıştı. Grevler, toprak işgalleri, öğrenci olayları, boykotlar, işgaller ve çatışmalar vardı. 1970'te sağda ve solda cunta çalışmaları yoğunlaşmıştı.
Bu koşullarda örgütlendik ve Filistin'den El Fetih'e haber gönderdik. Haber gecikince Hüseyin (İnan) harekete geçme kararı verdi. Yakın arkadaş olduğumuz için, ben de bu çalışmalardaydım. Önce bir örgüt evi tuttuk, orada Sinan (Cemgil) ve Taylan (Özgür) kaldılar. Sonra da Türkiye'yi dolaşıp ağımızı genişletmek için bir motosiklet aldık. Fakat bu arada Taylan vuruldu, sonra da Filistin'e kabul haberimiz geldi.
13 kişi Filistin'e gittik. Orada da katılanlar ve ayrılanlar oldu. Dört ay sonra, 31 Ocak 1970'de 16 kişi Türkiye'ye döndük ve 1 Şubat'ta 11'imiz Diyarbakır'da yakalandık.
Sekiz ay cezaevinde kaldık. O sürede Yusuf örgütlenme çalışmaları için motosikletle Türkiye'yi dolaştı. Cezaevinde gelen-gidenlerle konuşmalar, bildiriler, haberleşmeler sürdü. Adımız "Dağcılar"a çıktı. Çünkü yakalanınca, ifadelerimizde de "Dağa çıkacağız" demiştik. THKO böyle kuruldu.
Tahliye olunca Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) yurtlarında örgütlenmemiz sürdü ve kırsaldaki çalışmalarımız başladı. 1970'in Aralık ayından 12 Mart 1971 Muhtırası'na kadar arazi çalışmaları yaptık. Evlerde, mağaralarda kaldık. O dönemki banka soygunundan gelen parayla silahlar alındı.
Siz THKO'ya nasıl katıldınız?
Erzurum'da Türk Dili ve Edebiyatı okuyordum. Çocukluk arkadaşım Muammer Soysal 1964'te ODTÜ Öğrenci Birliği Başkanı oldu. Ben o zamanlar Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya'daydım. İki yıl orada okudum, sonra kaydımı Erzurum'a aldırdım. 1967'de Erzurum'a gidene kadar ODTÜ'den çok arkadaş edindim. O dönem Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesiydim. Sinan'ı oradan tanıyordum. Her Ankara ziyaretimde arkadaşlarımla irtibattaydım. Hepimiz devrimci ve sosyalisttik.
Dağa çıkmaya nasıl karar verildi?
Filistin'e giderken dağa çıkmaya karar vermiştik zaten. Ama Nurhak bir araştırmanın sonucudur. Çünkü orada "Dayı" lakaplı Mustafa Göçmen'in ve Teslim Töre'nin yardımı oldu. O yüzden o bölgeyi seçtik. O bölge Nurhak'a sınır olduğu için, Nurhak'ı aşıp Sırıklı Dağları'na geldik. Dolayısıyla adımız "Nurhakçılar"a çıktı.
Orada iç örgütlenmemizi oluşturduk. Sinan'ın gelişinden bir gün önce Deniz (Gezmiş) ve Yusuf (Aslan) yakalandı. Sinan gelince, oy birliği ile onu önder seçtik. Onun dışında öncü, orta ve artçı grup komutanımız vardı. Ben öncü grup komutanıydım.
THKO'nun eylemleri nelerdi?
İlk eylemi 29 Aralık 1970'te Amerikan Sefareti'nin önündeki iki polise açılan ateştir. Amaç gözdağı ve mesaj vermekti. Öldürmek için ateş etmediler. Onu İş Bankası Emek şubesi soygunu izledi. Sonra silah almak için girilen Balgat Amerikan tesislerinde, silah bulunamayınca bir çavuş bir gün alıkonuldu. Dört ABD'linin kaçırılmasından sonra olay patladı zaten. Cihan Alptekin'in başta olduğu İstanbul'da da fidye alma, banka soyma Eminönü arabalı vapuruna sabotaj gibi eylemler yapıldı.
Dağdaki yapılanmanın amacı neydi?
Halkı sömürenlere karşı yapılacak silahlı eylemlerle emekçi sınıfları bilinçlendirmekti. Bu sayede ileri unsurları bünyemize kazandırıp, parti çatısı altında sosyalizme gitmekti amaç. Dağdaki mücadeleleri araç olarak kullanıp Türkiye sosyalist yapılanmasını iktidara getirecek örgütü yaratacaktık. Kırsal alan askeri açıdan şehirlerden daha güvenliydi. Daha özgürdük ve dağlar bizimdi. O yüzden kırdan şehre doğru bir yapılanma geliştirdik.
Sizin 31 Mayıs'ınız nasıldı?
Kitabın iç kapağında "31 Mayıs 1971 ve 6 Mayıs 1972 anısına" yazdım. İki tarih de benim için anlamlıdır. 31 Mayıs'ta kaybettiğimiz yoldaşlarımlaydım. Nurhak'taki grubun lideri Sinan'dı, yardımcısı da bendim. Nurhak olayının bu kadar içindeydim.
Nurhak'ta kaç kişiydiniz?
Gelenler, gidenlerle toplam 35-40 kişi civarındaydık. Ama Sinanlar vurulduğunda 21 kişiydik. Kürecik'teki Radar Üssü'nü basmak üzere eylem kararı aldık. Fakat sonra beni gruptan çıkardılar ve yedi kişi gittiler. Hatta bu olay, kitapta Yargılanma bölümünde geçiyor. "Hasbelkader yaşıyorum" diyebilirim.
Dağdaki süreç nasıldı?
Yaklaşık üç ay dağda kaldık. Gerilla yeri yurdu olmayan insandır. Bizim de dağda belli bir yerimiz yoktu. Hava soğuktu, yiyecek-içecek bulmak zordu. Yöreden insanlar bize yardım edip yiyecek getiriyordu. Ama çok fazla insanla ilişki kuramıyorduk. Çünkü kaçaktık ve mağaradan mağaraya dolaşıyorduk.
Ama hiçbirimiz yılmadık ve şikâyet etmedik. Çünkü inancımız vardı. Biz Türkiye'yi kurtaracaktık. Sömürücü sınıflara, Amerikan emperyalizmine karşı bağımsızlık mücadelesi verecektik. İnancımız çok büyüktü ve hepimiz yoldaştık. Bugün o sıkıntıları unuttuk; dostluklarımızı, esprilerimizi hatırlıyoruz.
Bu sürede grup eylem yapmak için acele etti. Eylem için acele etmek yerine, bir süre daha dağlarda saklansaydık efsane olurduk. Bunu bugün iddia ediyorum.
Neden?
Çünkü devamlı peşimizde olacaklardı ve gündemde olacaktık. O dönemde çok sükse yapmıştık. Halen daha o bölgede bu olaylar konuşuluyor. Mesela üç sene önce o bölgeyi gezdiğimde gençler bile olayları anlatıyordu.
Çatışan ekipte değildiniz. O gün neler yaşadınız?
Ben yargılanıp affedildikten üç gün sonra, 30 Mayıs akşamı yedi kişi eylem için yola çıktı. Sinan, geride kalan grubun lideri olarak beni bıraktı. Biz 14 kişi Sırıklı Dağları'nda kaldık. Ben onlara yolda 15 dakika eşlik ettim ve kucaklaşıp vedalaştık. Sonra biz Göksu Vadisi'ne indik. Ertesi gün öğlen haberlerinde Sinanların vurulduğunu öğrendik. Ölen üç yoldaşımın en son vedalaştığı kişi benim. Çünkü birbirleriyle vedalaşma fırsatı bulamadılar.
Olayları nasıl öğrendiniz?
Sabaha kadar uyanık olduğumuz için uyuyordum. Radyodan haberi duyan nöbetçi arkadaşlardan biri beni uyandırmış. "Kalk Tuncer! Sinanlar vurulmuş" dedi. Önce aptallaştım. Sonra olayı anladım.
Hemen toplantı düzenledik ve ağırlıklarımızı atıp yürümeye karar verdik. Sabaha doğru konakladığımızda bir çadır gördük. Oradan biri yanımıza geldi, bize yiyecek-içecek verdi. İsmini hatırlamıyorum, ama saygıyla anıyorum. Çünkü bizi ihbar etmedi ve yardım etti.
Etrafımızda jandarmalar vardı ve baskı altındaydık. Binboğalar'a gitmeyi düşünüyorduk ama uzaktı. Geriye de dönemezdik. Oy çokluğuyla dağılıp, sonra tekrar toplanmaya karar verdik. Bugün kararımızın doğru olduğunu düşünüyorum.
Çünkü silahlarımız derme çatmaydı, lojistik desteğimiz yoktu. Tanımadığımız yerlerde ihbar edilme riskimiz yüksekti. O kararı vermeseydik ölebilirdik, yakalanabilirdik. Zaten üç kişiyi kaybetmiştik, dört kişi de yakalanmıştı.
Dağıldıktan sonra neler yaptınız?
Haziran'da tekrar Filistin'e gittim. Çünkü çember daralmıştı. 9 Ekim'de idam kararları verilince Türkiye'ye döndüm ve 17 Ekim'de yakalandım.
O zaman Filistin'de Yaser Arafat'ın önderliğinde El Fetih vardı. Marksist Leninist Ebu Cihad da siyasi sorumlusuydu. Türkiye'ye dönmeden önce Ebu Cihad'a gittim ve idam kararlarını anlattım. O da belindeki tabancayı söktü ve bana verdi. Onu belime takıp geldim.
1 Şubat 1975'e kadar cezaevindeydim. Sonra Halkın Kurtuluşu saflarında yer aldım. Bir buçuk sene sonra ideolojik farklılıklar ortaya çıktı ve ayrıldım. Sonra hiçbir siyasi partiye veya gruba girmedim.
Malatya'da bir polis yaralamasından ötürü, 1977'de beş yıl ceza aldım. Ama benim dışımda bir olaydı ve kısa süre beraat ettim. 1979'da Genel İş Sendikası'na girdim, 12 Eylül'de işten atıldım. 2008'de emekli olana dek farklı işlerde çalıştım. Emekli olduktan sonra da, kitabımla ilgilenmeye başladım.

"Yoldaşlarımız yaşasalardı, Türkiye farklı olurdu"


Geriye baktığınızda o günleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
6 Mayıs'ta, 31 Mayıs'ta ve farklı tarihlerde kaybettiğimiz yoldaşlarımız yaşasalardı, bugün Türkiye solu ve Türkiye farklı olurdu. Çünkü onlar tarihi değiştirebilecek yetenekteydiler. Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya gibi arkadaşlar da çok önemli değerlerdi.
Şu anda Denizler, Sinanlar başka taraflara çekilmeye çalışılıyor. "Kemalist'ti, Atatürkçüydü" denilerek devrimcilikleri bir yana bırakılıyor. Oysa onlar Marksist Leninist'ti ve Türkiye'de sosyalist düzeni kurmak için yola çıkmışlardı.
Kitabın sonunda onların son sözlerini vererek bu durumu anlatmaya çalıştım. Çünkü o sözler idam sehpasında tesadüfen söylenmedi. O sözlerde mesajları ve ideolojileri vardı. Bugün Hüseyin'in "Bu bayrağı Türkiye halkına emanet ettim" sözü, tahrif edilmeye çalışılıyor. Hüseyin duysa çok öfkelenirdi. Çünkü o şovenist, milliyetçi değildi. O "Türk halkına" demedi. Bu, önemli bir ayrımdır.
THKO, dünyadaki ulusal kurtuluş hareketleriyle ilişki kurmaya çalışıyordu. Mesela Deniz o dönemde Almanya'dan öğrenci liderlerinden Rudi Dutschke ile ilişki kurmuştu.
Hasan Cemal de dâhil bazıları "Herkes cuntacıydı, Deniz de cuntacıydı" dediler. 9 Martçılar sol darbe için çalışırken, biz kırsalda depolama yapıyorduk. Mihri Belli acele etmememiz için haberler gönderiyordu. O bakımdan THKO önderleri için cuntacılık suçlaması doğru değildir.
O dönemlerde TCK'nın 141-142 ve 146. maddeleri meşhurmuş. Şimdi ise gazeteciler, yazarlar, aydınlar terörle ilgili maddelerden cezaevindeler. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
O zaman komünizmle mücadele için o maddeler vardı. Aydınları, yazarları, avukatları o maddelerden alıyorlardı. Sonra kampanyalar yapıldı ve o maddeler kaldırıldı. Şimdi o maddelerin devamı başka maddeler var. Hiçbir şey değişmemiş. Kitaba 1968'den 72'deki idamlara kadar 35 gazete sayfası ekledim. Sadece o sayfalara bakanlar bile, haberlerin bugünkü haberlerle benzerliğini görebilirler. Olaylar bu kadar benzeşiyor. Gözaltılar, tutuklanmalar, boykotlar, grevler, işgaller... Türkiye'de olaylar hiç durmuyor. Biz de tarihe not düşmeye çalıştık. (EG)BİANET

NURHAK'IN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

16 Mart 1971'de Malatya Kürecik'teki Amerikan radar üssünü tahrip etmeye giden Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'na (THKO) bağlı gruptan bir kısmı, 31 Mayıs 1971'de Adıyaman'ın Gölbaşı ilçesine bağlı İnekli Köyü civarında mola verdikleri bir sırada jandarma birlikleri tarafından kuşatılmış ve teslim olmayıp birliklerle çatışmaya girmişlerdi.
Civardaki köylülerce eşkıya zannedilerek ihbar edilen grup, yedi kişiden oluşuyordu: Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan çatışma sırasında öldü. Mustafa Yalçıner ağır yaralandı. Hacı Tonak ise kaçamayarak yakalandı. Metin Güngörmüş ve "hemşerim" adıyla bilinen Ahmet Erdoğan ise kaçtılar. Daha sonra 6 Haziran'da yakalanan Güngörmüş ve Erdoğan, Yalçıner ve Tonak'la birlikte THKO Davasından yargılandılar.
Kuzey Kafkasya'dan, dünyanın henüz farkına varmadığı son derece trajik sürgünle uzaklaştırılan Çerkeslerden, Bjeduğ kökenli sülalem, İstanbul'a, oradan Çanakkale - Hatay - Halep - Şam - Amman'a kadar kırıla kırıla gider. Yolda hastalananlar, yaşlılar, vatanlarından sürgün edilmenin ağır travmasına dayanamayanlar, geldikleri yerin yerleşik kültürüne - iklimine - yaşam koşullarına uyum sağlayamayanlar hele de sıtmaya karşı mukavim olamayanlar kahredici bir şekilde kırılıp giderler.
Kalanlarından sonra gidenleri ile azala azala iki kuşak sürekli göç etmek mecburiyetinde kalır. Anavatandan sürgün edildikten sonra, bizim aile en son Hatay'a yerleşmiş, devam edenler Amman'a kadar gitmişler.
İlk iki kuşak günlük yaşamlarında Çerkesçe konuşurlarmış. Daha sonraki yıllarda "Vatandaş Türkçe konuş!" şiarının günlük hayattaki baskıcı tezahürleriyle (bir komiser tarafından 'Türkçe konuş ulan' diyerek, Çerkesçe konuştuğu için bir vatandaşın çarşının ortasında tokat yemesi gibi) karşılaşma tehdidinden ve okullardaki öğretmenlerin, Çerkesçe konuşulduğu zaman konuşanın suratına okkalı şamar indirdiklerinden son nesil de günlük yaşamında pek kullanamayınca, dil, gün gün unutulmaya başlar. Ev içinde aile büyükleri aralarında da artık çoğunlukla Türkçe konuşurlar. Küçüklerin anlamamalarını istedikleri bir mevzu ya da kelimeye sıra gelince, çocuklar artık dili bilmedikleri için, anında Çerkesçeye dönerlerdi.
1970 yılında artmaya başlayan öğrenci-gençlik olayları artık hemen her evde konuşulan konular arasına girdi. Ortak merak, ' ne istiyorlar?'' sorusunda ifadesini buluyordu.
Bu soru bizim oralarda da soruluyordu çünkü geniş bahçeli evleri hemen sokağın karşısında bulunan ve Çerkes olan Yahya (Kanbolat ) amca Türkiye İşçi Partisi (TİP) milletvekili seçilmişti. Yahya amca da solcu ve sosyalist idi ama bu gençlerle pek bir alakası görülmüyordu. Bu yüzden olmalı, gençlerin solculuğu, sosyalist mücadeleleri, eylemleri hergün gazetelerde yer alırken, sorunun cevabı TİP'ten gelmeyecek gibiydi.
Her gün saat 12'de ezan sesinin alt anlamlı çağrısıyla öğle yemeğinin yenmesi o yıllarda, adı konmamış bir kuraldı. Adalet Partili olan babam yemek saatini asla aksatmazdı ama o gün gecikmişti. Sonra geldi ve anneme Mustafa Deliveli'nin (Adalet partisi Hatay senatörü) geldiğini, parti ilçe binasını ziyareti sonrasında kendisi ile sohbet ettiğini bu yüzden geciktiğini söyledi. Babam "Bu gençler hep iyi üniversitelerde okuyorlar, parlak gelecekleri var, ne diye böyle olayları çıkarıyorlar '' diye sorunca AP'li senatörün ''dışgüçlerce beyinleri yıkanmış olan bu gençleri ya parayla ya da ş'zu ile kandırıyorlar'', dediğini aktardı. Ş'zu Çerkesçe kadın demek, ben ve kardeşlerim de odada bulunduğu için, hemen Çerkesçeye başvurup sadece annemin anlayacağını düşünmüştü babam. Beş yaşıma kadar babaannemle evde sürekli Çerkesçe konuşuyordum ama artık 10 yaşımda idim ve babaannemin vefatının üzerinden beş yıl geçmişti. Çerkesçemin de ''artık bilmiyor'' seviyesine geldiğini düşünüyor olmalıydı.
İşte babam burada yanılıyordu çünkü daha uzun yıllar yaşayacak olan anneannem evlerinde benimle, çocukları ve diğer torunları ile de hep Çerkesçe konuşuyordu ve ben ş'zu'nun kadın demek olduğunu biliyordum.
Parayla, kadınla kandırılan bu genç insanlar ne diye ölüme gözlerini kırpmadan gidiyorlardı  peki?
Soru kafa karıştırıyordu.
Buradaki gençler gibi Avrupa'da da gençlerin, üniversite talebelerinin olayların önlerinde olduğunu gazetelerden okuyorduk.
O yıllarda popüler magazin dergilerinden SES veya HAYAT mecmuasında kızıl Dany ve kızıl Rudi isimli gençlerin ortalığı karıştırdıktan sonra esrarengiz bir şekilde kaybolduklarını ve yerlerinin de hiç kimse tarafından bilinmediğini okumuştum.
Türkiye'de de onlara benzetilen Deniz Gezmiş de ortadan kayboluyordu.
Yıllar sonra, anılarında, Rudi'nin Katmandu'ya gitmek için Sultanahmette fotoğraf makinesini satışını, Dany'nin kendi ifadesiyle bulut gibi âşık olduğu için o ara pek ortalıkta görünmediğini, Deniz'in de arandığı için Kuşadası'nda çadırda 3 ay geçirdiğini öğrenecektim.
Rudi, Berlin de bir faşist tarafından vurulup güç bela sağlığına kavuştuğunda, kendisini vuran ve cezaevinde olan şahsa yolladığı mektupta, sağlık durumunun iyi olduğunu, kendisine karşı kötü duygular beslemediğini bilmesini ve üzülmemesini rica ettiğini yazıyordu. Mektubu okuyan faşist, solcuları böyle bilmediğini ve birçok insanın da solcuları çok yanlış tanıdığını, bu nedenle kendilerini daha çok tanıtmaları gerektiğini cevaben yazarken bu üzüntü ve pişmanlıkla yaşayamayacağını da belirtiyor çok geçmeden de intihar ediyordu. Rudi'nin bu intiharı duyduğu zaman başını iki elinin arasına alarak hüngür hüngür ağladığını biliyoruz.
Kafatasına gelen kurşunun tahribatı nedeniyle çok dikkatli yaşamasını doktorların özellikle salık verdiği Rudi, 68'den sonra 68'in devamı olarak gördüğü Alman Yeşiller partisinde var gücüyle çalışırken doktorların sıcak ve buharlı ortamlardan uzak durma uyarılarına rağmen, 1979 yılında bir banyo sırasında fenalaşıp düşerken başını küvete çarparak hayata veda ediyordu; Alman Yeşiller partisinin 1 yıl sonraki seçim başarısını göremeden.
Rudi böyle ölmüştü ama benzeri idealleri paylaştığı kuşakdaşları Türkiye'de katledilmişlerdi. 68'li devrimcilerin delik deşik edilerek, idam edilerek öldürüldüğü yıllarda gazetelere bakan her izan sahibi insanın içi yanmıştır.
31 Mayıs 1971 günü Adıyaman'ın Gölbaşı ilçesi, İnekli köyünde üç genç devrimcinin vurularak öldürüldüğünü, ayrıca birinin sağ diğerinin yaralı yakalandığını gazetelerden okuduk. Ölenlerin resimlerinden birinin üzerinde sadece külot olan gencin vücudundaki sayısız mermi delikleri gazeteden bile fark ediliyordu. Bu genç Sinan Cemgil idi, diğer arkadaşları ise Alpaslan Özdoğan ve Kadir Manga olarak yazıyordu. Bugünkü gibi hatırlıyorum o gazete resmini. İçim acımıştı. O yıllarda çok sık içim acıdı; Nurhak, Kızıldere, Deniz'lerin idamı, Filistin'e gitmiş olan devrimcilerin MOSSAD operasyonları ile öldürülmeleri...
Bu insanların parayla ya da kadınla kandırıldıklarını söyleyen AP'li, Demirel hayranı senatöre o yaşta bile inanmıyordum, eşkıya ve cani olduklarına da...
Rehin aldıkları insanların, mahkemede koşup ağabey diye o devrimcilere sarılmaları, rehin sırasında evdeki çocukların ödevlerine yardımcı olup onları ders çalıştırmaları, evde bulunan pahaca ağır çok miktarda ziynet eşyalarına el sürmememeleri, olaylar sonrasında yetişkin olan rehinelerin büyük insanlık idealleri için mücadele ediyorlar şeklinde duygularını ifade etmelerini okuyorduk. Ben 10 yaşımda, muhakeme yaparken, AP senatörünün değil, rehinelerin söylediklerine önem vermiştim. Zaten geçen 40 yıl da AP senatörünü değil beni haklı çıkardı. Daha doğrusu 68'li devrimcileri.
Adlarına türküler, ağıtlar, şiirler yazıldı daha sonra.
68 dalgası geri çekilip çok yeni dönemler ve modern zamanlar yaşanmaya başlayınca bir zamanlar toplumu dalgalandıran bu genç devrimciler, tüm aleyhte ideolojik manipülasyon çabalarına ve propagandalara rağmen egemen ideoloji tarafından unutuldukları, boşuna hayatlarını feda ettikleri empoze edilirken, toplum vicdanında hak ettikleri yeri almaya başladılar yavaş yavaş. Boşuna ölmedikleri de anlaşılmaya başlandı.
Yıllar sonra yolumun düştüğü  Nurhak'ta iş görüşmesi yaptığım bir şahıs, konuşurken lafı geçmişteki olaylara getirdiğimde şu sözleri aynen söyledi:
''Murat bey, ben o yıllarda AP'li idim ve belediye başkanıydım, bu gençlerin buralara geldiğini duyuyorduk ve görüyorduk da. Hiç öyle anarşiste benzer bir halleri yoktu, efendi insanlardı. Olaylar şiddetlenince birgün komutanla bunların nerelerde olacağını konuşarak bir ağaçlık patika yoldan yürüyüp araziye baktık. Daha sonra ölenlerin dışında sağ yakalananlardan Osman bana 'reis isteseydik seni de komutanı da orada vururduk, önümüzden geçerken çalıların arkasında elimiz silahlı idi' dedi. Doğru söylüyordu o gün isteselerdi beni de komutanı da öldürebilirlerdi. Yukarda Allah var aslında anarşist falan diyorduk ama çok iyi ve çok temiz çocuklardı. Aklıma geldikçe çok üzülürüm. Bizim buralarda da unutulmadılar, köylerde sevenleri çoktur. Yazık oldu, kandırılmış da değillerdi inanmışlardı davalarına.''
Rudi'yi vuran şahsın söyledikleri ile şu yukarıdaki sözler ne kadar paralellik taşıyor değil mi?
68'lilerin biraz da kaderleri böyle yazılı galiba. Toplum, onları tanıdıkça, artık yaşamıyor bile olsalar, bir vicdan muhasebesi yapıyor ve hak tesliminde tereddüt göstermiyor. Bu ve başka etkenlerle de, 68 sonrasında, tüm dalgakıranlara, mendireklere rağmen, yeni dalgalar yaratabiliyor.
1981 yılında Adıyaman / Kâhta ilçesine gitmiştim. Cehennemi sıcak bir gündü ve karşıda Nemrut olanca haşmetiyle duruyordu.12 Eylül kasırgası, hele oralarda, saniye saniye hissediliyordu. Bir Kürt arkadaştan rica etmiş Şivan Perwer'i el altından dinlemiştim. Kafamda yasak düşünceler, Nemrut, Nurhak, büyüleyici kalıntıları ile Kommagene uygarlığı, 12 Eylül kaosu, Diyarbakır cezaevi derken bulmam gereken adresi bulamaz olmuştum. Aracı durdurup adresi sormak için sokağa bakınınca gelen önlüklü öğrenciye sordum; aramızda geçen diyalogu kelimesi kelimesine aktarıyorum:
- Şu adresi arıyorum ama bulamadım, sen biliyor musun?
- Bizim evin ordadır, ben de orya gidyom,
- Bin arabaya beraber gidelim, Kâhta çok sıcakmış insan nefes alamıyor ama Nemrut şimdi serindir değil mi?
- Serin olur, yüksektir ya ondan
- Sizin bu Kâhta'da en çok ne yetişir? ( Ben bu soruyu coğrafi anlamda sormuştum, pancar ve buğday tarlalarıyla çevrili Kâhta'da alacağım cevabın da bu ürün isimleri olacağını düşünmüştüm... ama... aldığım yanıt artık tarih olmuş Kommagene uygarlığının merkezinde yaşayan bu Kürt ortaokul öğrencisinin, 12 Eylül'e inat, Nurhak şehitlerinin vücutlarındaki kurşun deliklerine diktiği birer kırmızı karanfildi adeta ve yepyeni bir uygarlık mücadelesi için umut saçıyordu.)
-Abe, bizim burda en çok devrimci yetişir.(MB/EÜ)BİANET

38. YILINDA YALÇINER, "NURHAK"I ANLATIYOR
 Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'ndan (THKO) yedi genç beş gün geceli gündüzlü yürüdükten sonra İnekli köyünde dinlenmeye karar vermişlerdi. Dinlenmelerine kalmadı, çatışma başladı.
31 Mayıs 1971'de jandarmayla girdikleri çatışmada Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan öldürüldü. Mustafa Yalçıner, ağır yaralandı, Hacı Tonak teslim oldu, Ahmet Erdoğan ve Metin Güngörmüş ise kaçmayı başardı.
Çatışmada yaralı olarak yakalanan Yalçıner'le Nurhak'a gidiş öncesini ve çatışmayı konuştuk.

Nurhak'a gitmeye nasıl karar verdiniz?

Nurhak çok somut bir hedef olarak yoktu önümüzde ama dağa çıkacağımız kesindi. 1970 yılında Türkiye'de az çok politikayla ilgilenen gençler, Ankara ve İstanbul'un çok geri kısımları dışında bütünü dağa çıkacağımızı biliyordu. Oysa henüz THKO ismi bile yoktu ortalıkta. Hatta tarih de belirlenmişti: Erikler çiçek açtığı zaman.

"Gençlik eylemlerinin dışına taşmış bir mücadele başlamıştı"

Bu düşüncenin insanlarda oluşmasının nedeni artık gençlik eylemlerinin dışına taşmış bir mücadelenin başlatılmış olmasıydı. 1970 yazı, bölge illerini keşfetme amacını da taşıyan Anadolu'nun çok çeşitli yerlerinde köylü, üretici mitingleriyle geçiyordu.
Dev-Genç'in başı çektiği bu eylemler gençlik eylemlerinin dışına taşıyordu. Ancak eskiden beri kullanılan yöntemler yetersiz kalmaya başlamıştı. Bir yandan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) ve devamında Milliyetçi Hareket Partisi lideri Alpaslan Türkeş'in kurdurduğu komando kamplarında yetişmiş faşistler bir yandan da güvenlik kuvvetleri gençliğe saldırıyordu.
15-16 Haziran 1970 işçi direnişinde ordu birlikleri de devreye girdi. Yani mücadelenin ucundan tutan, içinde yer alan, başını çekenler görüyorlardı ki o zamana kadar kullanılan yöntemler yeterli gelmiyor, yeni yöntemler bulmak gerekiyordu. Bu yöntemlerin ne olması gerektiği konusunda ise pek fikirleri yoktu, üstelik onlara yol gösterecek ağabey, ablaları da yoktu.

"Yüzümüzü Latin Amerika'ya döndük"

Biz de yüzümüzü Küba'ya Che Guevara'ya döndük. Che'nin yaklaşımları bize doğru görünüyordu, onun askeri ve siyasi yazılarını, günlüklerini, Venezüella'dan, Kolombiya'dan devrimcilerin kaleme aldığı kitapları okuyorduk. Öyle ki, bu kitaplar Lenin ve Marx'ın eserlerinden daha çok ilgimizi çekti. Çünkü bir şekilde bu yeni mücadele yöntemleri içinde silahlı mücadelenin olması gerektiğini düşünüyorduk. O dönem şehir gerillası, kır gerillası şeklinde de tartışmalar vardı ancak biz kır gerilla yöntemini benimsemiştik. Bütün 1970 dönemi Doğu ve Güneydoğu'yu Karadeniz'i gezmiştik. Bir diğer ön çalışma da Filistin süreciydi. Filistin'de silah eğitimi almıştık, kamplara katılmıştık. Sonra en uygun yerin Malatya-Adıyaman yöresi olduğuna karar verdik.

Dağa nasıl gittiniz?
Ben o bölgeye ilk gidenler arasındayım. Önce silahlarımızla gitmedik. Köyleri dolaştık. Uzun süreli kısa süreli kalabileceğimiz yerleri belirledik. Sonra malzemelerimizi taşımaya başladık. Mağaralara yerleştirdik. Ardından bir bekleyiş sürecimiz oldu çünkü silah bulmamız gerekiyordu.
Şehirde kalan arkadaşlarımız bankaya gidip para alacaklardı, nitekim öyle yaptılar. Biz şehirde de bir grubun kalması kararını almıştık, çünkü hareketimiz beklenmedik derecede bir destek almıştı. Bizzat halktan bize katılım yoktu belki ama bizim silahlı mücadelemizi destekliyorlardı.
Bölgedeki halk neden orada bulunduğunuzu biliyor muydu?
Biz kendimizi gizliyorduk tabii. Eğer silahlarla görülürsek "avcıyız" diyorduk ama onlar bizi "talebeler" olarak çağırıyorlardı. Bizi biliyorlardı. Halkın bizzat ayaklanma durumu yoktu ama özlemini duydukları şeyleri yapıyorduk. Bugün dağa çıkana "terörist" diyorlar ama o zaman öyle bir durum yoktu.
Yani o dönem Küba'daki gibi büyük genel grevler olmamıştı belki ama 15-16 Haziran direnişi yaşanmıştı. Halkın düşünce düzeyi bizi dışlamayacak bir düzeydeydi. Ama bu yeterli değildi elbette. Halkın daha ileri düzeyde olması gerekiyordu ya da bizim bu koşulları yaratmamız elzemdi ama biz böyle davranmadık.
Yirmili yaşlarda gençler olarak "Biz yaparız olur" düşüncesindeydik. Çok dar bir öncü kesiminin örgütü olarak işe başlamış olduk. Bizi ters duruma düşüren bu oldu çünkü özlemleri olsa da yanımızda henüz örgütlü bir halk yoktu. Sonuçta çok kolay bertaraf edildik.
Nurhak'ta ne kadar kaldınız?

Ben Ekim ya da Kasım ayında gittim. Elimize silah alıp dolaşmaya başladığımızdaysa yanılmıyorsam Ocak ayıydı. Bunun büyük bölümü şehirdeki arkadaşlarımızdan yardım almayı öngörerek, onların bize katılımını beklemekle geçti.

31 Mayıs günü nasıl yaşandı?

Yusuf, Hüseyin, Deniz, Sinan'ın bize katılımını bekliyorduk. Onlar olmadan kendimizi hiç düşünmemişiz. Onlar önderlerimiz. Hüseyin söylemiş biz yapmışız, Deniz yürümüş biz arkasından yürümüşüz. Daha çok onlar düşünmüş biz yapmışız.
Doğal bir iş bölümü olmuş aramızda. Dolayısıyla bize gelme sürecinde Sinan dışında diğerleri yakalanınca problem çıktı. Biz onların yakalanmasından etkilenmeyecek bir kır gerilla faaliyetinin sürdürülmesi yerine onların kurtarılması işini koyduk önümüze.

"Onlarsız bir mücadele olamazdı"

Önce ben Ankara'ya döndüm, arkadaşlarla şehirlerde yapılabilecekler üzerine görüşmeler yaptım. Şehirlerdeki güvenlik sıkılaştırılmıştı. Üstelik bizim ilişkilerimiz zedelenmişti. Denizler'in Sinanlar'ın hemen şehirlerde bir şeyler yapıp dağa gelme tutumu oradaki ilişkileri çabucak ortaya çıkarmıştı.
Bu çerçevede de çok fazla yapılabilecek bir şey yoktu. Kırda eylemler yapmaya karar verdik. Zaten asıl grubumuz da oradaydı artık. Alpaslan'ın da aralarında bulunduğu bir grup arkadaşımızla dağa döndük. O zamana kadar Alpaslan Ankara'daydı. Kürecik'teki NATO Radar Üssü'nü basmaya karar verdik.
Yanımızda bol miktarda patlayıcı madde vardı. Bu patlayıcıları içeriye döşeyip içeride kim varsa rehin alacaktık ve karşılığında Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in Cezayir, Suriye gibi herhangi bir ülkeye gönderilmelerini isteyecektik.
Onları bırakıp bırakmayacaklarını hiç düşünmemiştik. Bu çok da önemli değildi. Önemli olan onlarsız bir mücadelenin olamayacağıydı. Yoksa biz de olamazdık.

"Haritasız, bir kör noktadaydık"

Kürecik'ten uzaklardaydık ve oraya gitmek zamanımızı alacaktı. Biz bu yolun bir kısmını yük trenleriyle geçmeye karar verdik. Gölbaşı'ndan tren geçiyordu. Biz de bu trenle Malatya civarına gidecektik. İnekli köyü Gölbaşı ovasında dağların yamacındadır.
Bu kararı aldık, yedi kişi ana gruptan ayrıldık, hızlı ve sürekli bir yürüyüşle beş günde bu köye vardık. Çok bitkin ve yorgunduk. Yiyeceğimiz tükenmişti. Hatta son gün su bile bulamamıştık.
Gölbaşı'ndaki trene yetişemedik. Köye vardığımızda oranın İnekli köyü olduğunu da bilmiyorduk çünkü haritalarımız gitmişti. Kör bir noktadaydık, bilmediğimiz bir bölgeydi. Tan ağarmıştı. Bir an önce bir yerde durup dinlenmeye karar verdik, kıpırdayacak halimiz kalmamıştı.

"Çobanı bırakmakla hata ettik"

Tam bu sırada köyden bir çoban bizi gördü. Biz yine "avcıyız" dedik ama artık hiç avcıya benzer yanımız yoktu. Üzerimizde askeri kıyafetler elimizde uzun namlulu silahlar vardı. Konuştuk, tutuklayalım, biz gidinceye kadar yanımızda kalsın diye. Biraz da o bölgeye kadar ki köylülerin tavırlarını düşünerek bıraktık. Çünkü o zamana kadar çok görülmüştük ama ihbar olayı hiç olmamıştı.
Çok önemli bir hata yapmış olduk. Tanıdığımız bölge artık değişmişti. O köy MHP'lilerin olduğu bir köymüş. İşin kötü yanı henüz o zaman çoğu yerde telefon olmamasına rağmen o bölgede manyetolu telefonu olan tek köy de orasıymış. Böyle bir şanssızlığımız da oldu. Çoban koşup muhtara haber vermiş. Muhtar da hemen telefona sarılıp jandarmayı aramış.

"Kurtulma şansımız sıfıra yakındı"

Çobanı saldıktan sonra köyün bulunduğu tepenin arka yamacına kendimizi attık. Birkaçımız hemen uykuya daldık. Çok yorgunduk. Hacı Tonak Malatyalı, o bir gün önceden gidip üsse asker taşıyan büyük aracın giriş çıkış saatlerini öğrenecekti. Amacımız o otobüsü rehin alıp onunla üsse gitmekti.
Sinan'la Hacı tepeye çıktılar. Sinan nöbet tutacaktı, Hacı da oradan ayrılacaktı. Biz daha yeni uykuya dalmıştık ki silah sesleriyle uyandık. Sinan tepeye çıktığında jandarmayla karşılaşıyor. Biz silah sesleriyle uyandığımızda Sinan tepeden aşağıya doğru koşarak bize geliyordu.
Hacı, önceden gideceği için silahsızdı ve orda hemen yakalanmıştı. Biz uyandığımızda özellikle Alp ile ikimiz - biz Filistin'de eğitim almıştık ve çatışmaya da katılmıştık - durumun çok kötü olduğunu anladık. Kurtulma şansımız sıfıra yakındı.
Tepeyi kaybetmiştik, iki dağın arasındaki çukurdaydık. Biz onları göremiyorduk ama onların hedefi halindeydik. Üstelik kaçmak durumunda olan bizdik. Birbirimizi koruyarak geri çekilmeye çalıştık. Bu arada jandarma tepenin arkasından bütün çevremizi sarmaya başlamıştı. Sanırım çatışma iki saat sürdü. Sonra teker teker vurulduk.
Sinan tepeden koşarken bacağından yaralanmıştı, çatışma sırasında da yaralandı. Ancak bu yaralar öldürücü değildi. İlk Kadir vuruldu, arkasından Alpaslan.
En son ben de yaralanıp ateş edemez hale gelince son bir taramalı tüfek sesi duydum. Sanırım Sinan'ın parmağı tetiğe basılı kaldı ve sonra öldü. Diğer iki kişi ellerindeki tüfekler tutukluk yapıp onunla uğraşırken çemberin dışında kaldılar ve kurtuldular.
Köylüler de çatışmaya katıldı değil mi?

Evet bir kısmı muhtarla birlikte sağ taraftan ateş ettiler. Ama ısrar etmediler. Sanırım kendilerini göstermek istemişlerdi sadece. Ben yaralı halde köye götürülürken kadınları gördüm. Ağıt yakıyorlardı. Göstermelik bir şey değildi. Yani bütün köylü bize karşı değildi. Sonuçta muhtar MHP'liydi. Ateş edenler de onun adamlarıydı.
Mustafa Yalçıner kimdir?
1950'de İzmir'de doğdu. 1966'da ODTÜ'ye girdi, Sosyalist Fikir Kulübü (SFK) üyesi oldu, gençlik eylemlere katıldı. 1969'da Filistin kamplarında altı ay silahlı eğitim gördü. Döndükten yaklaşık bir yıl sonra silahlı mücadele için dağa çıktı. Mayıs 1971'de, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın serbest bırakılması talebiyle Kürecik NATO Üssünü basmaya giden 7 kişilik THKO ekibindeydi.
31 Mayıs 1971 günü Adıyaman'ın Gölbaşı ilçesine bağlı İnekli köyü civarında jandarmayla girilen çatışmada Sinan Cemgil, Alpaslan Özdoğan ve Kadir Manga ölürken, Yalçıner yaralı yakalandı. Aralarında Gezmiş, Aslan ve İnan'ın bulunduğu 25 sanıklı THKO-1 davasından yargılandı. 18 kişiyle birlikte idam cezası aldı.
Askeri Yargıtay'ın kararı bozması üzerine ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı, 1974 Affı'yla ceza indiriminden yararlanınca 1979'da serbest kaldı. 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında Türkiye Devrimci Komünist Partisi (TDKP) yöneticilerinden olma iddiasıyla yargılandı, 1987'de tahliye oldu. Toplam 15 yıl cezaevinde kaldı.
Emeğin Partisi (EMEP) kuruluş çalışmalarına katıldı. 2002'de  Demokratik Halk Partisi (DEHAP) çatısı altında kurulan Emek, Barış, Özgürlük Bloğu'nun Malatya birinci sıra milletvekili adayı oldu. Halen EMEP yöneticiliği yapıyor, Günlük gazetesinde yazıyor. (SÇ/NM BİANET)

YALÇINER: ALPASLAN EMEKÇİ, KADİR DİRENÇLİ, SİNAN ÖNCÜYDÜ
Alpaslan bir göçmen ailenin çocuğu. İzmir Bucalı. İzmir Atatürk Lisesi'nde aynı sınıftaydık. ODTÜ'ye birlikte geldik. O benden bir-iki yaş büyüktü. Tembel değil, çalışmak zorundaydı. Bir ara babasının fırınında da çalışmıştı. Bağlarda üzüm toplardı, tütün kırma işine giderdi. Diğer çocuklar gibi gezerek oynayarak bir çocukluk geçirmediğini biliyorum. Bu çalışmaları nedeniyle biraz gecikmeli okuyordu.
Alp çok kolektivistti
Alp çok emekçi bir insandı. Çok insan tanıdım, işçi de tanıdım ama Alp'e benzeyen insana çok rastlamadım. Çok kolektivistti. Hep toplum için hep halk için bir şeyler isterdi. Her şeyin en zorunu üstlenirdi. Mesela gece dağda bir mağarada yatıyoruz, mağaranın en soğuğa açık kapısında o yatardı. Kolay kolay haksızlıkları kabullenmez, boyun eğmezdi. Yaşayarak gördüğü sistemin haksızlıklarını ortadan kaldırmayı istiyordu; tam bir sosyalistti.
Kadir dirençli, bir o kadar da naif bir insandı
Kadir'le arkadaşlığımı ne yazık ki çok kısa sürdü. Nurhak'a ilk gidenlerdendi. Konya Akşehirli. Akşehir oldukça geri yerlerinden Türkiye'nin. Üstelik liseden mezun olduktan sonra gittiği yer Milliyetçi Hareket Partisi'nin (MHP) hakim olduğu Erzurum Atatürk Üniversitesi. Kadir Erzurum'da bir devrimci olarak kendini ortaya koyuyor, dolayısıyla müthiş bir baskı altında. Tek kişi değil kuşkusuz ama en sivrilenlerinden. Dirençli kişiliğini oluşturan nedenlerden biri de oradaki mücadelesi. Geceleri bile nöbetleşe uyuyorlar, o yüzden dağda tuttuğumuz nöbetler ona çok kolay geliyordu. Yine bu nedenle dikkatli, aynı zamanda çok naif bir insandı. Dirençli kişiliğinin altında müthiş duygulu duyarlı biri vardı. Alp'in o kararlı duruşu, kendisi için bir şey düşünmemesi durumu Kadir için de geçerli. Gerçi, bu sadece onlara da has bir özellik değildi, böyle insanlar biraraya gelmişti.
Sinan dünyaya bizden daha geniş bakıyordu
Sinan tabi bambaşkaydı. Hani bazıları için derler ya annesi onu önder olarak doğurmuş diye. Tabii tarihi ne kahramanlar yapar ne de kahramanları analar doğurur. Eğer böyle bir şey doğru olsa buna en çok uyan Sinan'dır, Deniz'dir, Hüseyin'dir. Sinan Türkiye devrimci hareketinin en sivrilenlerindendi; etrafındaki insanları müthiş bir etkileme ve peşinden sürükleme yeteneği vardı. Çok yönlüdür bir defa, bu anlamda da Deniz'le benzeşirler ama Sinan'ın daha derinlemesine bilgileri vardır.
Mesela hepimiz ODTÜ'de okuduk, İngilizce bilgimiz vardı. Sinan sekiz dokuz dil, en önemlisi Latince biliyordu. Bütün bu dillerden okuyabilme yeteneği vardı ve okuyordu da. O dönem Marx'ın Lenin'in bir çok eseri Türkçe'ye çevrilmemişti. Tembellikten değil ama daha çok pratik içinde yer aldığımızdan okumuyorduk, Sinan her koşulda okuyordu. Dağda bile sırt çantasında dört cilt İngilizce kitap taşıyordu. Mola yerinde açıp bakıyordu. Sinan dünyayı çok yönlü anlayabilmenin koşullarına bizden daha çok sahipti.
Bizim içimizde dağa çıkma fikrine en son kafası yatan arkadaşımızdı. Bunu iyi bir şey olarak söylüyorum. Sinan bunun daha kitlesel olarak yapılması gerektiğinin farkındaydı. Biz kendi düşündüklerimizin kendi uygulayacaklarımızın yeterli olduğunu düşünüyorduk ama Sinan'ın buna itirazı vardı. Ancak bizi ikna edemedi. Bu işin sadece öncülerle olmayacağını düşünüyordu ama kafasında şekillenmiş net bir şey de yoktu. Daha net bir şekilde tavrını koysaydı biz dağa çıkalım diye ısrar etmezdik. Ama sonuçta o da bu koşullar içinde devrimcileşmişti. Sosyalizmi kavrayış açısından en ileri noktada olanımız oydu. (SÇ/NM)