Page Nav

HIDE

Grid

GRID_STYLE

GAZETE DEMOKRAT / İKTİDAR DOSYASI

HIDE_BLOG

Onların anladığı dilden konuşacağız: ‘İnşa ve ihya dönemi’ne karşı sokaktayız!

Tayyip Erdoğan’ın iktidar dönemi boyunca en çok şikayet ettiği konu vesayet rejimi idi. Askerin siyaset üzerindeki vesayeti, laiklerin ...

Tayyip Erdoğan’ın iktidar dönemi boyunca en çok şikayet ettiği konu vesayet rejimi idi. Askerin siyaset üzerindeki vesayeti, laiklerin toplum üzerindeki vesayeti, bürokratların siyasiler üzerindeki vesayeti … AKP ile (değişen) yeni bir vesayet türü geldi: dinin her şey üzerindeki vesayeti. AKP ile değişmeyen ise ABD’nin tüm ülke üzerindeki vesayeti.
Son bir ayda yaşananlar ABD’nin ülke ve bölge halkları üzerindeki tahakkümünü bir kez daha kanıtladı: Kendisi için işler yolunda gitmediğinde müdahale ederek, işler yolundaysa bile denetimi elden hiç bırakmayarak. Dış politikadan, ekonomiye, siyasete kadar her şeye…
Tayyip Erdoğan’ın aylardır beklediği Beyaz Saray randevusu sonunda gerçekleşti; ancak randevu sonunda anlaşıldı ki Erdoğan-Davutoğlu ikilisi süreci yanlış okumuş; daha doğrusu daha önce tam gaz cepheye sürülen bu ikili değişen süreçten haberdar edilmemiş. ABD, Suriye konusunda asıl önemli etken olan Rusya ile anlaşmış ve yeni bir planı devreye sokmuş bile. Erdoğan-Davutoğlu ikilisi gelişmelerden bihaber, daha giderken uçakta yaptıkları açıklamaları bir gün sonra yalayıp yutmak zorunda kaldılar. “Cenevre Konferansı gibi girişimlerden bir şey olmaz” diyen Tayyip’e ABD’nin yanıtı, Rusya ile birlikte örgütledikleri 2. Cenevre Konferansı oldu. Bu konferans haziran ayı içinde yapılacak. Ve Obama’nın Erdoğan’a verdiği talimat da Rusya’nın çözüm önerilerine destek olması.
Bu “yola getirme” operasyonunun “ufak” bir de teşvik primi oldu. Ziyaretin gerçekleşeceği gün Türkiye’nin uluslararası kredi notu yükseltildi. (Moody’s'in kredi notunu yükseltmesinden sonra Japon kuruluşu JCR de kredi notunu yükseltti.) Bu aslında AKP’nin ekonomi yönetimine hatırı sayılır bir destek; çünkü seçimler öncesi ekonomik başarıya daha doğrusu harcayacağı bol paraya ihtiyaç duyan AKP için ABD’nin bu “ucuz kredi” desteği, seçim döneminde AKP’ye verilmiş doğrudan bir siyasi destek aynı zamanda.
Dış politikaya ve ekonomiye yapılan bu müdahale, AKP’nin Suriye politikasına yeni bir ayar vermede etkili olacaktır. Ancak AKP’nin Esad muhalifleriyle girdiği ilişkiler tam bir fiyasko. Mayıs ayı içinde Suriye Muhalefet Koalisyonu’nun İstanbul’daki dört günlük toplantısında hiçbir konuda anlaşılamadığı gibi yeni ayrım noktaları oluştu. AKP’nin El Nusra Cephesi gibi İslamcı militanları nasıl kontrol edeceği de ayrı bir tartışma. Çünkü bunlar para ve silahla doyurularak kontrol edilebilme sınırını geçmiş durumdalar.
Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin Suriye’de iç savaş çıkarma siyaseti şimdiden binlerce insanın canına malolmuş, yüzbinlerce insanın geleceğini etkilemiş ve halklar arası düşmanlığı tetiklemiş durumda. AKP’nin sorumlu olduğu Reyhanlı Katliamı ise, Türkiye tarihindeki en büyük katliamlardan biri olarak şimdiden yerini aldı. Katliam üzerinden devam eden AKP-Fetullah, emniyet-MİT gerilimleri AKP politikalarında yaşanan krizin, üçlü seçim süreci nedeniyle tetiklenen iktidar içi çatışmaları büyüttüğünü gösteriyor. Açık ki bu çatışmanın ülke ve bölge halklarının yararı ile hiçbir ilgisi yok. Her ikisi de Amerikancı. Her ikisi de halk düşmanı Açık ki Davutoğlu-Erdoğan ikilisinin iktidarı sürdükçe bölge halklarına verecekleri zarar da devam edecek. Bunu engellemenin en önemli yolu halklar, kültürler arasında sağlanacak kardeşleşme ve ortak direnme eylemleridir. Reyhanlı unutulduğunda, unutturulduğunda yeni provokasyonlar kolaylaşacaktır. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun görevinden el çektirilmesi talebi, somut bir siyasi taleptir. Bu aynı zamanda Suriye politikasının değiştirilmesi talebidir.
AKP’nin Suriye konusunda beklemeye zorlanması kuşkusuz Kürt sorununun ele alınış biçimini de etkileyecek. ABD’nin Kürtlere olan ilgisi ise elbette Suriye ile sınırlı değil. Ahmet Türk’ün, Erdoğan’ın ziyaretinden hemen sonra ABD’ye davet edilmesi, Beyaz Saray, Dışişleri ve Kongre üyeleri ile görüşmelerinde sorun daha kapsamlı ele alınmıştır mutlaka. Ahmet Türk’ün Kürt sorununu sürekli Ortadoğu eksenli vurgularla ele alması, Kürtlerin ABD ile ilişkilerindeki elçisi gibi konumlanmasıyla ilgili olsa gerek! (Demirtaş’ın Avrupa eksenli bakış açılarını sürekli gündemde tutması gibi!)
Ancak Kürt sorunu, ne yazık ki (!) ne ABD ne de Avrupa eksenli taraflarla çözülebilir bir sorun değil. Aynı zamanda sadece AKP’nin ve Kürtlerin taraflarını oluşturduğu bir masa ile de ulaşılacak yer sınırlıdır. Kürt sorunu, yüzlerce kez tekrarlandığı gibi, bir Ortadoğu sorunu olmakla birlikte asıl olarak bir Türkiye sorunudur, Türkiye halklarının sorunudur. Gerçek ve kalıcı bir çözüm ise bu halklar arasında gerçekleşebilir. Bunu sağlayacak tek bakış açısı ise sosyalizmdir, bunu sağlayacak tek güç ise soldur, sosyalistlerdir.
Sürecin geldiği noktada anlaşılmaktadır ki değişik bakış açıları ve değişik aktörler hızla inisiyatif almaya, sürecin gidişatı üzerinde etkin olmaya çalışmaktalar. Kuşkusuz bu konuda en belirgin olanı AKP’nin inisiyatifi. Bu dönemin popüler araçlarından olan “akil insanların” da AKP’nin yönelimlerini meşrulaştırmakta kullanılacağı aşikar. AKP’nin Kürt sorununu nasıl çözmek (!) istediği belli. Bir taraftan Kürtleri AKP’lileştirmek diğer taraftan ise sermayenin sömürü mekanizmalarını hızla o bölgeye yerleştirmek. Bunları yaparken de fırsatını bulduğu an silahlı güçleri tasfiye etmek. Bu bakış açısının değişik türlerinin Kürtler içinde de var olduğu, hatta öne çıktığı, öne çıkarılmaya çalışıldığı bir gerçek. (KCK tutukluları içinde bulunan solcuların özellikle cezaevlerinde tutulmaya devam edilmesi siyasi bir karardır.) Başta liberaller ve İslamcı “çok bilmişler” var, patronlar da sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. Bu sürecin Kürtler tarafındaki belki de tek güçlü dayanağı yoksul halk çocuklarından oluşmuş sosyalist gerilla gücü. Onun hegemonyası sürdüğü sürece solun çözüm perspektifi de güçlenecek.
Abdullah Öcalan’ın önerdiği (!) dört konferanstan ilki Demokrasi ve Barış Konferansı 25-26 Mayıs tarihinde Ankara’da yapıldı. Kuşkusuz, (Batı’yı da içine alma noktasında) Barış Meclisi’nden sonra, bu konuda yapılan en büyük ve etkili girişim oldu. Oraya katılan 500’den fazla katılımcının Öcalan’ın çağrısına biat ederek orada bulunduğunu söylemek elbette doğru olmaz. Konferansa katılan bir gazetecinin gözlemi belki de iki günü özetleyen en net ifade oldu: “Böyle barış-kalıcı barış akıldışılıkları arasında demokrasiyle, adaletle, yüzleşmeyle, eşitlik ve emekle bağı kurulmamış bir barışın kalıcı olamayacağını vurgulamakla önemli bir buluşmaydı bu konferans.”
Ancak tüm konferansa, özellikle sonuç bildirgesine hakim olan vurgunun “müzakere süreci” olması (“Konferans katılımcıları olarak kendimizi barış ve müzakere sürecini izlemekle görevlendiriyoruz.”) önemli bir sınırlayıcı etken. Oysa asıl eksen toplumsal ve demokratik çözüm olacaksa bunun sağlanması için müzakere süreci amaç değil araçtır. Bu süreçte başta emekçiler olmak üzere halkın tüm kesimlerine anlatılacak ve doğrudan taraf olunması sağlanacak yol toplumsal çözüm sürecidir. Toplumsal kutuplaşmayı, düşmanlığı engelleyecek olan emekçilerin, halkların kardeşliğidir. Bu açıdan, başlatılan/kurulan “Toplumsal ve Demokratik Barış İnsiyatifi” önemli bir kanal açabilir.
Sosyalistlerin AKP karşıtı mücadelede öncülük etmesinin kaçınılmazlığı, AKP’nin son dönemde yeniden hız verdiği “din kurallarının toplum üzerinde tahakküm kurma” girişimlerine karşı bir kez daha görülmektedir. İçki yasağı, Taksim’e Topçu Kışlası ya da cami, ilaç düzenlemeleri gibi girişimler, Tayyip Erdoğan’ın ABD dönüşü sinirlerine hakim olamayışıyla tek başına ilgili değil. AKP kadroları bu dönemin işaretlerini bir süredir zaten vermekteydiler. AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu’nun mayıs ayı içinde yaptığı bir konuşmadan kısa bir alıntı yeterli olacaktır: “10 yıllık iktidar dönemimizde bizimle şu ya da bu şekilde paydaş olanlar, gelecek 10 yılda bizimle paydaş olmayacaklar. Diyelim ki liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak. Çünkü inşa edilecek Türkiye ve ihya edilecek gelecek onların kabulleneceği bir gelecek ve bir dönem olmayacak.”
Babuşçu’nun “müjde”sini verdiği “inşa ve ihya dönemi”nin saldırı programı sadece siyaset ve ekonomi alanıyla sınırlı değil, toplumu ilgilendiren her alan artık AKP’nin doğrudan saldırısı altında. Taksim’e yürümenin yasaklanması, taşeron yasasının gündeme alınması, sanata ve kültüre doğrudan köklü değişiklik içeren müdahaleler değişik kategorideki örnekleri oluşturuyor. Artık valiler, aldıkları emir doğrultusunda, ilköğretim okullarının imam hatibe dönüştürülmesinde mutlak bir kararlılıkla davranacaklar. Kentsel dönüşüm hızlanacak, kentsel yağma her geçen gün daha da katmerleşecek.
Bu koşullarda girilen yaz ayları toplumsal muhalefete “tatil” yapma olanağı bırakmayacak çünkü AKP görüldüğü gibi tatile çıkmayacak. Eğitim hakkı mücadelesinden sağlığa, kentsel dönüşüme karşı mücadeleden taşeron yasasına kadar çok çeşitli gündemler “sokak”ta bekliyor. THY grevi hala sokakta ve sokakta kalmaya devam edecek. Kamu çalışanları 5 Haziran’a sokağa randevu verdiler bile. İşçi sınıfının tarihi direniş günü 15-16 Haziran’ın, Sivas katliamının yıldönümü olan 2 Temmuz’un “sokak”ta beklediği gibi …
SENDİKA.ORG