Page Nav

HIDE
GRID_STYLE
SHOW_BLOG

Türkiye’de Hareket Kavramı Değişiyor

Mayıs ayının son günlerinde başlayan Gezi Parkı direnişi, 31 Mayıs-4 Haziran günlerinde zirveye çıkıp bir halk hareketine dönüşürken, T...

Mayıs ayının son günlerinde başlayan Gezi Parkı direnişi, 31 Mayıs-4 Haziran günlerinde zirveye çıkıp bir halk hareketine dönüşürken, Türkiye’de toplumsal harekete dair bakış açısının değişmesi açısından oldukça önemli.
Direniş, farklı kentlerde Gezi Parkı çerçevesini aşarak mücadelesine devam ediyor. Bugüne kadar kurumların öncülüğünde, yukarıdan örgütlenen hareketler Gezi Parkı direnişiyle birlikte, artık tabandan örgütlenen ve somut konular üzerinde şekillenen bir yapıya dönüşüyor. Bu kadar geniş katılımlı ve görece uzun süreli bir eylemin, yerleşik siyaset algısını değiştirdiği açık bir gerçek. Siyaset artık sadece kapalı kapılar ardında, kulislerde, toplantılarda, temsilciler aracılığıyla değil, kamusal alanlarda ve doğrudan eylemlerle tartışılır hale gelecek.  Siyasal sürecimiz artık hareketlerden uzak bir şekilde var olamayacak. Hareketlerin kurumlardan bağımsız hale gelen dönüşümü, siyasetin eyleme biçimini de değiştirme potansiyeline sahip.
Esasen bu taban vurgusu, 2000’li yılların başından beri küreselleşme-karşıtı hareketin de temel noktasıydı. Ancak küreselleşme-karşıtlığı Türkiye’de güçlü bir yankı bulmadı. Çünkü bu hareket, eski-solu sorgularken, bireysel ve yerel olanın küresel olanla eklemlenmesini öngörüyordu.
Bu tarz muhalefet, Türkiyeli örgütlü sol tarafından, “eğlence, karnaval” gibi görünüp küçümsendi. Yine de hiçbir etkilenmenin olmadığını söylemek yanlış olur. ABD Başkanı George W. Bush’un Irak müdahalesi günlerinde Türkiye ziyaretine protestolar, Barışarock festivali, GDO karşıtı mücadeleler bu içerikte atılmış adımlardan bir kaçıydı. Ardından Türkiye Sosyal Forumu’nun kurulması, hareketler arası işbirliği açısından önemliydi.
2006’da Atina’daki Avrupa sosyal Forumu’na güçlü bir şekle katılan Türkiyeli aktivistler, 2010 Avrupa Sosyal Forumu’nun Türkiye’de yapılmasına da ön ayak oldular. Bu süreçte Tekel direnişi, toplumsal muhalefete yeni bir soluk kattı ve sendikaya rağmen işçilerin eylem ısrarının ilk örneklerinden biri oldu. Daha sonra HES direnişleri de yine kurumsal destek olmadan, doğrudan eylem aracılığı ile vatandaşların kendi sorunlarına sahip çıkması açısından önemliydi ve pek çok yörede bu tür direnişler gerçekleşti ve yer yer başarıya ulaştı.
Vatandaşların kendi hayatları üzerindeki konularda söz sahibi olmak için eylemlerde bulunması, bunu uzun süreli bir deneyime çevirerek direniş boyutuna getirmesi, toplumsal hareketleri kamusal politikalar üzerinde etkili olması için oldukça önemli. İlgili konularda yasal değişiklikler yaratılamasa bile, direnmenin hak mücadelesi önemli bir aşama olduğunun kolektif bilince yerleşmesi açısından önemi büyük. Gerçekten de son birkaç yıl içinde Tekel ve HES direnişlerinin, taban mücadelesinin önemini artırdığını, “evet, yapabiliriz” düşüncesini yerleştirdiğini söylemek mümkün. Bu iki eylemde de kendi sözünü söylemek isteyen bireylerin, siyasal aktör haline geldiği gördük. Siyasal aktör olmanın, herhangi bir bilinç ya da örgütlülük zorunluluğu olmadan, sadece eylem içinde ve yaparak kazanıldığına şahit olduk.
Bu deneyimler, bugüne daha genç kesimlerin sokağa çıkmasında da etkili oldu. Çünkü yeni nesiller eski usül hiyerarşik siyasete mesafeliler. Sözlerini doğrudan ve kendi tarzlarında söylemek istiyorlar. Partilerin, sendikaların ve bir dönem yine taban hareketi olarak doğu sonrada kurumsallaşan sivil toplum kuruluşlarının bu yeni söze, yeni tarza adapte olamadığını görüyoruz. Devrim perspektifli, her şeyi toptan değiştirme hedefine kitlenen eski-solun siyaset biçimleri de artık kitleleri sokağa dökemiyor. Tersine, kitlelerin sokağa çıkış biçiminden yeni bir şeyler öğreniyorlar. Bu da büyük meseleler ve öteye atılmış bir değişim hedefi yerine bugün burada kendi sözünü söylemek, bunu temsilciler aracılığı ile değil kendi başına yapmak üzerine kurulu. Çoğu zaman dağınık bir görüntü verse de, ne istediği tam anlaşılmasa da, herkes farklı bir yerinden bu hareketi yeniden üretme şansına sahip olsa da hareketler artık siyaseti bu belirsizlik düzleminde kuruyorlar. Bu düzlemin, sabit hale gelmesi, hareket mefhumuna ters. Dolayısıyla, taleplerin canlılığı, tekilliği, bazen uyumsuzluğu tam da siyasetin canlı ve üretken olmasının önündeki bir imkan. Hareket eliyle siyaset bu imkanı sağlıyor.
Küreselleşme-karşıtı eylemler, karşı-küreselleşme boyutuna geçip, yeni bir dünyayı nasıl kurmak gerektiğine dair kafa yormaya başlamışken, Arap İsyanları, buradan etkiyle doğan Öfkeliler ve İşgal Et hareketleri, küresel mücadelenin yeni örnekleri olarak görülmeye başlanmıştı. Bu örneklerden pek etkilenmeyen Türkiye muhalefetinin de artık yavaş yavaş değişim yaşadığını, bu örneklerdeki muhalefete benzer süreçlerin başladığını görüyoruz. Boğaziçi’nde Starbucks işgali yine çeşitli kesimler tarafından küçümsenip eleştirirken bugün “2ağaç” için bu kadar direnmenin ne kadar önemli olduğu anlıyoruz. Hareket içinde öğreniyor ve değişiyoruz.
Gezi Parkı deneyimi, henüz tamamlanmamı ve belki de tam olarak tamamlanmayacak bir durumda. Taleplerin ne derecede karşılanacağı meçhul. Öte yandan, Gezi Parkı’ndaki kitleler ortamı şenlik atmosferine çevirse de başka kentlerde mücadele sürüyor ve konu artık siyasal bir değişime evrilmiş durumda. Bu değişim, ya bürokratların görevden alınmasıyla geçiştirilecek ya da hükümetin istifasına kadar gidecek.
Her halükarda Gezi Parkı’nda temelleri atılan halk hareketi, siyasal süreci doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyecek konuma geldi ve bundan sonrası için de toplumsal hareketin ne denli önemli olduğunu Türkiye siyasetine yerleştirdi. Bundan sonrası, hareketin kurucu gücünü canlı tutacak eylemleri devam ettirmekte saklı. (YY/HK)YAVUZ YILDIRIM-BİANET