19 Ekim 2009 son umutlandığım gün oldu. 19 Ekim’de dönen 34 kişi hakkında yüzlerce dava açıldı. Bir kısmına “PKK propagandası” yapmaktan ceza verildi, bir kısmı da geldikleri yere geri dönmek zorunda kaldılar.
En son bundan dört yıl önce 19 Ekim’de umutlanmıştık bu ülkenin Kürtleri olarak. 19 Ekim 2009 tarihinde Kandil ve Mahmur’dan gelen PKK’lilerden oluşan 34 kişilik Barış Grubu’nun Habur sınır kapısından geçiş yaparak Türkiye’ye gelmesi Kürtlerin Türkiye’de son toplu sevinciydi sanırım.
Ekim ortasında duymuştum ilk haberi. “Eve dönüyorlar!” “Kim?”, “Dağdakiler!” Çok uzun yıllar geçmişti “onlar” gideli. “Yuvaya dönüş” artık beklenmeyen bir şeydi. “Barış”ı artık hayal bile etmiyordum. Mümkün olduğunca umut etmemeye çalışıyordum, erken sevinmemeye. Her iyi gelişmenin bir şekilde baltalanacağına inancım tamdı. Bu nedenle hafta sonu Diyarbakır’a “eve dönüyorlar” haberi ulaştığında da çok sevinememiştim doğrusu.
19 Ekim 2009’da ilk Barış Grubu evlerine döndüler. Diyarbakır günlerdir onları bekliyordu. Sokaklarda yüzbinlerce insan vardı. Herkes gelenleri karşılamaya çıkmıştı. Ben çıkmıyorum. Büromda tek başıma oturuyorum. Kararlıyım bu sefer, umut etmek istemiyorum artık. Uzun simsiyah saçları olan asistanım Birgül dışarı, kutlamalara bakmaya çıkıyor. Üç saat sonra büroya döndüğünde oldukça kızgın buluyorum Birgül’ü. Yıllardır Kürt kimliğinden dolayı Manisa’da üniversiteyi bitirememiş olan Birgül kutlamalarda çok ağlayan yaşlı bir kadın gördüğünü, kadının yanına gidip “neden bu kadar ağladığını” sorduğunu anlatıyor. Kadın “barış geldi kızım, barış geldi…” diye haykırıyormuş.
Birgül yeni nesil Kürt gençliğindendi; bu neslin çoğu gibi öfkeli ve kızgındı hayata. “Teyzeyi sarstım, Nurcan Abla. Ona dedim ki: Sakın aldanma, bu barış değil teyze, sakın inanma dedim”. Yaşlı kadın “bu barıştır kızım, bu barıştır, sen 30 yıl öncesini bilmiyorsun, inan bu barıştır” diye yanıtlamış Birgül’ü.
Birgül büroda burnundan soluyordu. Kızgındı, öfkeliydi, sürekli bu halkın kandırıldığını ve oyalandığını düşünüyordu. Kürt gençliğinde farklı nesillerin olaya bakışı değişikti. Bizler OHAL’le büyümüştük, korkuyla büyümüştük, çok insan kaybetmiştik, ama öfkemiz daha azdı sanırım. Bizden sonraki kuşak daha babasız bir kuşak olarak büyüdü, çoğu babasını, abisini, ablasını hiç görmedi. Bir anlamda öldürülen babalarının, amcalarının, teyzelerinin, analarının anıları, yakılan ve boşaltılan köylerinin hikayeleri ile büyüdüler. Bizler yaşadık, onlar hikayelerimizi devraldılar, geçmişin yükünü de üstlendiler. Ve şimdi öfkeliler. Kendilerinden, annelerinden, ablalarından esirgenen şeyler için kızgınlar, kaybettiklerini geri istiyorlar.
“Nurcan Abla çık dışarıya, git bak halkın ne kadar mutlu, git bak da üzül onlar için, boşa seviniyor analar” dedi Birgül. Çıktım dışarı, binlerce insan meydanlarda, mutluluğu havadan bile hissediyordum. Hala kendimi frenliyordum. Kesin bir şey olacaktı, hep böyle olmamış mıydı? Ya tutuklayacaklardı, ya Başbakan çark edecekti. Kolay mıydı bunca savaş çığırtkanlığı içerisinde “barış” adına mücadele edebilmek, yürek isterdi.
Arabama bindim, kutlamalara katılmamaya kararlıydım. Bağlar yolundan eve döneceğim. Ama trafik tıkanmış, herkes meydanlarda, halay çekenler de var. Bu sevince arabalar da korna çalarak katılıyordu. Ben yine dalmışım geçmişe. Ahmet Kaya her zamanki sakinleştirici sesiyle yanımda, beni o gün de sakinleştiriyor. O sırada bir grup çocuk arabamın önünü keserek; “Abla bugün bayramdır, korna çalmadan geçme. Eve dönüyorlar, bayramdır, kornanı çal!” dediler. 7-14 yaş aralığındaki bu çocuklara baktım, elleriyle bana tekrar “çal” işareti verdiler. Küçücük çocuklar bana “çal abla, çal kornanı, dönüyorlar” diyorlardı. Kararsız kaldım. “Yani gerçek mi, inanmalı mıyım bu sefer, yani dönecekler mi, yani ölmeden geri gelecekler mi, tekrar görecek miyiz gidenleri?” Kafamda tüm bu sorularla tıkanmış trafikte tekrar baktım insanlara. Kadınlar, Bağlar’da, yol kenarında, dizilmişler. Ağlayanlar var, kahkaha atanlar da… Sanırım gerçek. Evet, dönüyorlar, inan buna… Kornaya basmaya başladım. “Düt,düt” “düt”, “düt,düt” “düt”… Bastıkça kalbim hızlanıyor, sanırım “barış” bu sefer geliyor. “Düt, düt”, “düt”. Yitirdiklerimiz bir bir gözümün önünden geçiyor. Hem ağlıyorum, hem gülüyorum. Yol boyunca dizilmiş polis otolarını görüyorum, daha da basıyorum kornaya… “Düt, düt” “düt”… Sanki kornam konuşuyor. Barış geliyor, çocuklarımız dönüyor. Bayram zamanı, hadi basın kornaya! Kutlayın! Çalın! Halaya durun! Çocuklar dönüyor! Diyarbakır bunu kutluyor!
19 Ekim 2009 son umutlandığım gün oldu. 19 Ekim’de dönen 34 kişi hakkında kısa zamanda yüzlerce dava açıldı. Bir kısmına “PKK propagandası” yapmaktan ceza verildi, bir kısmı da geldikleri yere geri dönmek zorunda kaldılar. O gün Kürtlerin havaya uçurduğu yüzlerce güvercin barışı getirmedi. Birgül haklı çıktı. Kürt halkından umudu bir kez daha alındı. Kürtlerin çocuklarının dönüş sevincine karşı gösterilen tahammülsüzlük sonraki yıllarda onlarca gencin ölümünün yolunu açtı.
Çocuklar hala yuvaya dönmedi, gidenler bu Ekim’de de geri gelmedi. (NB/EKN)BİA
En son bundan dört yıl önce 19 Ekim’de umutlanmıştık bu ülkenin Kürtleri olarak. 19 Ekim 2009 tarihinde Kandil ve Mahmur’dan gelen PKK’lilerden oluşan 34 kişilik Barış Grubu’nun Habur sınır kapısından geçiş yaparak Türkiye’ye gelmesi Kürtlerin Türkiye’de son toplu sevinciydi sanırım.
Ekim ortasında duymuştum ilk haberi. “Eve dönüyorlar!” “Kim?”, “Dağdakiler!” Çok uzun yıllar geçmişti “onlar” gideli. “Yuvaya dönüş” artık beklenmeyen bir şeydi. “Barış”ı artık hayal bile etmiyordum. Mümkün olduğunca umut etmemeye çalışıyordum, erken sevinmemeye. Her iyi gelişmenin bir şekilde baltalanacağına inancım tamdı. Bu nedenle hafta sonu Diyarbakır’a “eve dönüyorlar” haberi ulaştığında da çok sevinememiştim doğrusu.
19 Ekim 2009’da ilk Barış Grubu evlerine döndüler. Diyarbakır günlerdir onları bekliyordu. Sokaklarda yüzbinlerce insan vardı. Herkes gelenleri karşılamaya çıkmıştı. Ben çıkmıyorum. Büromda tek başıma oturuyorum. Kararlıyım bu sefer, umut etmek istemiyorum artık. Uzun simsiyah saçları olan asistanım Birgül dışarı, kutlamalara bakmaya çıkıyor. Üç saat sonra büroya döndüğünde oldukça kızgın buluyorum Birgül’ü. Yıllardır Kürt kimliğinden dolayı Manisa’da üniversiteyi bitirememiş olan Birgül kutlamalarda çok ağlayan yaşlı bir kadın gördüğünü, kadının yanına gidip “neden bu kadar ağladığını” sorduğunu anlatıyor. Kadın “barış geldi kızım, barış geldi…” diye haykırıyormuş.
Birgül yeni nesil Kürt gençliğindendi; bu neslin çoğu gibi öfkeli ve kızgındı hayata. “Teyzeyi sarstım, Nurcan Abla. Ona dedim ki: Sakın aldanma, bu barış değil teyze, sakın inanma dedim”. Yaşlı kadın “bu barıştır kızım, bu barıştır, sen 30 yıl öncesini bilmiyorsun, inan bu barıştır” diye yanıtlamış Birgül’ü.
Birgül büroda burnundan soluyordu. Kızgındı, öfkeliydi, sürekli bu halkın kandırıldığını ve oyalandığını düşünüyordu. Kürt gençliğinde farklı nesillerin olaya bakışı değişikti. Bizler OHAL’le büyümüştük, korkuyla büyümüştük, çok insan kaybetmiştik, ama öfkemiz daha azdı sanırım. Bizden sonraki kuşak daha babasız bir kuşak olarak büyüdü, çoğu babasını, abisini, ablasını hiç görmedi. Bir anlamda öldürülen babalarının, amcalarının, teyzelerinin, analarının anıları, yakılan ve boşaltılan köylerinin hikayeleri ile büyüdüler. Bizler yaşadık, onlar hikayelerimizi devraldılar, geçmişin yükünü de üstlendiler. Ve şimdi öfkeliler. Kendilerinden, annelerinden, ablalarından esirgenen şeyler için kızgınlar, kaybettiklerini geri istiyorlar.
“Nurcan Abla çık dışarıya, git bak halkın ne kadar mutlu, git bak da üzül onlar için, boşa seviniyor analar” dedi Birgül. Çıktım dışarı, binlerce insan meydanlarda, mutluluğu havadan bile hissediyordum. Hala kendimi frenliyordum. Kesin bir şey olacaktı, hep böyle olmamış mıydı? Ya tutuklayacaklardı, ya Başbakan çark edecekti. Kolay mıydı bunca savaş çığırtkanlığı içerisinde “barış” adına mücadele edebilmek, yürek isterdi.
Arabama bindim, kutlamalara katılmamaya kararlıydım. Bağlar yolundan eve döneceğim. Ama trafik tıkanmış, herkes meydanlarda, halay çekenler de var. Bu sevince arabalar da korna çalarak katılıyordu. Ben yine dalmışım geçmişe. Ahmet Kaya her zamanki sakinleştirici sesiyle yanımda, beni o gün de sakinleştiriyor. O sırada bir grup çocuk arabamın önünü keserek; “Abla bugün bayramdır, korna çalmadan geçme. Eve dönüyorlar, bayramdır, kornanı çal!” dediler. 7-14 yaş aralığındaki bu çocuklara baktım, elleriyle bana tekrar “çal” işareti verdiler. Küçücük çocuklar bana “çal abla, çal kornanı, dönüyorlar” diyorlardı. Kararsız kaldım. “Yani gerçek mi, inanmalı mıyım bu sefer, yani dönecekler mi, yani ölmeden geri gelecekler mi, tekrar görecek miyiz gidenleri?” Kafamda tüm bu sorularla tıkanmış trafikte tekrar baktım insanlara. Kadınlar, Bağlar’da, yol kenarında, dizilmişler. Ağlayanlar var, kahkaha atanlar da… Sanırım gerçek. Evet, dönüyorlar, inan buna… Kornaya basmaya başladım. “Düt,düt” “düt”, “düt,düt” “düt”… Bastıkça kalbim hızlanıyor, sanırım “barış” bu sefer geliyor. “Düt, düt”, “düt”. Yitirdiklerimiz bir bir gözümün önünden geçiyor. Hem ağlıyorum, hem gülüyorum. Yol boyunca dizilmiş polis otolarını görüyorum, daha da basıyorum kornaya… “Düt, düt” “düt”… Sanki kornam konuşuyor. Barış geliyor, çocuklarımız dönüyor. Bayram zamanı, hadi basın kornaya! Kutlayın! Çalın! Halaya durun! Çocuklar dönüyor! Diyarbakır bunu kutluyor!
19 Ekim 2009 son umutlandığım gün oldu. 19 Ekim’de dönen 34 kişi hakkında kısa zamanda yüzlerce dava açıldı. Bir kısmına “PKK propagandası” yapmaktan ceza verildi, bir kısmı da geldikleri yere geri dönmek zorunda kaldılar. O gün Kürtlerin havaya uçurduğu yüzlerce güvercin barışı getirmedi. Birgül haklı çıktı. Kürt halkından umudu bir kez daha alındı. Kürtlerin çocuklarının dönüş sevincine karşı gösterilen tahammülsüzlük sonraki yıllarda onlarca gencin ölümünün yolunu açtı.
Çocuklar hala yuvaya dönmedi, gidenler bu Ekim’de de geri gelmedi. (NB/EKN)BİA
* Yazının bir kısmı Nurcan Baysal’ın yakında çıkacak olan “O GÜN” adlı kitabından alınmıştır.