Sözkonusu olan “Kemalist baskı politikalarına” karşı devletten bağımsız bir “sivil toplum tepkisi” değil; sopa ve havuç politikalarının bileşkesiyle dönüştürülen ve yeniden üretilen devlete bağlı milliyetçi, anti- komünist bir “tampon dincilik”ti
Öyle görünüyor ki, artık Türkiye’de “sapla samanı” birbirinden ayırt edebilmek için koşullar çok daha olgunlaşıyor. Türkiye’deki askeri vesayet rejiminin örttüğü gerçekler, demokrasi, ilericilik vb. kavramların da bir anlamda içi boşaltılmış ve çarpıtılmış bir yorumunun hakimiyet sağlaması için önemli etki yapmıştı.
Türkiye’de demokrasinin önündeki en büyük engelin askeri vesayet rejimi ve küreselleşme karşısında statükonun savunulması olarak görüldüğü, dolayısıyla askeri vesayet rejimine karşı tutumu ve küreselleşme sürecine olan tarafgirliği ile İslamcı muhafazakar kesiminin demokrat ve ilerici ilan edildiği bir dönem sessiz sedasız “tarih” olmaya başladı. Bu dönemin bir başka önemli özelliği ise AKP iktidarına ve küreselleşme sürecine karşıt pozisyon sergileyen solun genel olarak Kemalist ve statükocu olarak nitelendirilerek, gerici kampın bir parçası olarak değerlendirilmesiydi.
Askeri vesayetin geriletilmesiyle demokrasi yerine AKP vesayeti oluşturulduğu, bunu zaten çok eskiden beri dillendiren bizim gibi sosyalist yazarların dışında artık pek çok liberal ve hatta bazı İslamcı yazarlar tarafından da açıkça teslim edilen çıplak bir gerçeklik halini almaya başladı.
Pek çok yazar, biçimsel farklılıklar bir yana askeri vesayetin devlet ve toplum algısıyla AKP iktidarının devlet ve toplum algısı arasındaki özsel benzerliği keşfetmeye başladı. Son söylenmesi gerekeni başta ve açıkça söylemek gerekirse bu, tarihi ve demokrasiyi asker-sivil, merkez-çevre ikilemi üzerinden okuyan anlayışların mağlubiyeti ve/fakat sınıfsal analizin bir zaferidir.
Biz bu iki bölümlük yazının birinci bölümünde Türkiye muhafazakarlığın Kemalizm’le ve demokrasi ile ilişkisini, ikinci bölümünde de Türkiye solunun Kemalizm’le ve demokrasiyle ilişkisini yakın zamana kadar neredeyse genel kabul gören genel bir ezbere dönüşmüş olan liberal-muhafazakar yaklaşımın dışında bir başka paradigma üzerinden, sınıfsal analiz yöntemi ile ele almaya çalışacağız.
Türk muhafazakarlığı ve Kemalizm…
Bugüne kadar pek çok tahlilin temel argümanlarından birini oluşturan toplum merkezli ve halkın değerleriyle bütünleşik, devlete (Kemalizm’e) karşı sivil toplumun temsilcisi olan ve dolayısıyla demokrat ve ilerici bir karakter taşıyan Türkiye muhafazakarlığı tasviri; giderek daha net olarak görülmektedir ki, öze ilişkin olmayan, kısmi ve geçici bazı verileri temel alan “kurgulanmış”, “üretilmiş” ve daha çok da ulus devlet formunu geriletme ve küreselleşme sürecini popülerleştirme gereksinimine hizmet eden ideoloji yüklü bir söylemdi…
Kemalist elit, ile dinsel Anadolu muhafazakarlığının çeliştiği/çatıştığı yanlar elbette vardı. Ama bu çelişkinin içeriği ve boyutu, Kemalist elitle bu muhafazakarlık arasında zamanla kurulmuş ve adeta kurumsallaştırılmış zımni ittifak görülmediği zaman doğru biçimde anlaşılamazdı ve anlaşılamamıştır da…
Kemalizm, Anadolu’yu totaliter (bütüncül bir değişim doğrultusunda) tasallut altına alan ve/fakat büyük metropollerde yaşayan geniş kitleleri ekonomik, siyasal ve kültürel açıdan refahla ve haklarla donatan bir güç değildi. Tam tersine, Kemalist yönetim öncelikle büyük şehirlerde kapsamlı (totaliter) bir iktidar kuşatması yaratmıştı. Ne var ki, zayıf bir toplumsal ve kadrosal tabana sahip olduğu için taşradaki (Anadolu’daki) kurumsal yapılanma içerisinde hemen ve doğrudan etkili olamamış, çok uzun süre bu bölgeler devletin askeri ve ideolojik aygıtlarından ziyade, “çevrenin temsilcisi” yerel eşraf ve ağanın güç ve otoritesiyle, adeta yarı-özerk bölgeler gibi yönetilmişti. Menemen olaylarına kadar mevcut tarikat yapılanmalarına yönelik ciddi bir çatışma ve baskılama ilişkisi de sözkonusu olmamıştı.
1930’lu yıllara doğru durum değişmeye başlamış, devletin yeni ulus devlet formu içinde bu bölgelere yönelik müdahaleleri daha belirgin hale gelmeye başlamıştı. Fakat bu müdahalede de devlet, Kürt ağalarını ve aşiret reislerini ve Orta Anadolu’da da ağaları, eşrafları karşısına almamaya çalışmıştı. Tarikatlarla ilişkisi ise yalnızca “sopa” değil, aynı zamanda “havuç” politikası olmuştur.
Etnik aidiyetin varlığı ve nispeten geçmiş dönemde özerk yönetim deneyimlerinin varlığı nedeniyle Kemalist politikalara karşı dinsel temalarla da birleşen Kürt isyanları olmuştu ama örneğin Orta Anadolu ve Orta Doğu Anadolu’da dinsel yapıların tepkisi kısmi bir memnuniyetsizliğin ötesine taşmamıştı.
Bunun temel nedeni ise Kemalist laiklik politikasının iki ayrı yüzünün bulunmasıdır. Kemalistlerin niyetleri, geleneksel dinsel ilişkiler de dahil olmak üzere, gelenekselliği tümüyle bertaraf edip modern bir toplum ve devlete bağlı modern bir din anlayışı oluşturmaktı. Ama niyet başka, gerçekleşen başkadır.
Atatürkçülerin vurucu güçleri olarak İslamcılar
Kemalistler mevcut güç ilişkileri içerisinde girmek zorunda kaldıkları ittifakların bir sonucu olarak, geleneksel dine karşı da cepheden ve yok etmeye yönelik bir tutum sergileyememişler; geleneksel din ile devlet arasında zımni bir uzlaşma alanı oluşturmaya çalışmışlardı. Geleneksel dinsel kurumları önce pasifize ve ardından reforme etmeye yönelik politikalarla; devlete bağlı ve milliyetçilik yanı güçlendirilmiş bir yapıya dönüştürmek istemişlerdir.
Çok partili hayata geçilmesiyle birlikte Kemalizm’in bu eklektik, ikili politikasının ilk bölümünü bürokratik-seçkinci CHP’li Kemalistler; diğer bölümünü ise sağ-muhafazakar Kemalistler (Atatürkçüler) üstlendi. Geleneksel dinsel kurumlar bu durumdan kısmen memnuniyetsizlik duysalar da, bu uzlaşmayı kabul edilebilir buldular ve zaman içerisinde tarikatlar “devletleşirken”, devlet de geleneksel İslam’ın temsilcilerine daha fazla alan açtı. Hatta bu geleneksel İslamcı güçler büyük metropollerdeki “Atatürkçü iktidarı zorlayan ilerici muhalefete” karşı “Atatürkçülerce” vurucu güç olarak kullanıldı.
Kısacası bugünkü biçimiyle taşradaki dinsel muhafazakarlığı, Cumhuriyetin ilkelerini buralara zorla yaymak isteyen Kemalistlerin baskılarına direnen bir sivil toplum inisiyatifinin ifadesi olarak nitelemek tarihsel verilerle pek uyuşmamaktadır.
Sözkonusu olan “Kemalist baskı politikalarına” karşı devletten bağımsız bir “sivil toplum tepkisi” değil; sopa ve havuç politikalarının bileşkesiyle dönüştürülen ve yeniden üretilen devlete bağlı milliyetçi, anti- komünist bir “tampon dincilik”ti. Bu tampon dincilik, tarikat bağlantıları üzerinden, DP ve AP iktidarlarınca bilinçli bir şekilde daha da güçlendirilmiştir.
Orta Anadolu ve Orta Doğu Anadolu’daki klasik muhafazakarlığın da uzun yıllar boyunca ne “tarikat İslamı” ile ne de taşra burjuvazisi ile belirleyici bir ilişkisi olmamıştır.
“Çevre tepkisi” mi “Sünni devlet” yandaşlığı mı
Orta Anadolu ve Orta Doğu Anadolu’da oluşan muhafazakarlığın arkasında, devlet eliyle mülk edinmek, azınlıkların mallarına el koymak ve mezhepsel farklılıkların yarattığı ayrışma çok önemli olmuştur ve bugün de öyledir. Dolayısıyla bu bölgedeki muhafazakarlığın da ilericilikle ve devlete muhalif olmakla hiçbir ilgisi yoktur. Bu bölgedeki dindarlık-muhafazakarlık Kemalist rejime ilerici muhalefetin değil; Alevi ve gayri Müslim varlığına karşı oluşmuş saldırgan-milliyetçi öz taşıyan pragmatist bir dindarlığın göstergesidir. Nitekim bölgenin uzun yıllar boyunca MHP gibi “devlet merkezli” bir partiye taban oluşturması, buradaki İslamcılığın “çevre tepkisi”nden ziyade “Sünni devlet” yandaşlığı üzerinde yükseldiğinin açık bir ifadesidir.
Bu döneme egemen olan muhafazakârlıkla, bugünkü İslamcı muhafazakârlık tarihsel nedenleri ve özellikleri itibariyle birbirinden oldukça farklıdır.
Taşra burjuvazisi neyi ne kadar değiştirdi?
Taşra burjuvazisinin kendi sınıfsal tepkisini dinsel motiflerle sosyal ve siyasal alanda ifade etmesi ise, çok daha geç bir tarihte, 1960’lı yılların sınıfsal dinamizm ve ayrışma dönemlerinde ortaya çıkmış bir durumdur. İslamcı kesimler içinde devletten ve Kemalizm’den nispeten bağımsız bir oluşum tarikatlar eliyle değil, gerçekten de bu taşra burjuvazisi marifetiyle geliştirilmeye çalışılmıştır. Ne var ki, sermaye içindeki bu ayrışma da, yaygın biçimde iddia edildiği gibi, taşra burjuvazisinin merkezden tümüyle dışlanması sonucunu doğurmamış; 1970’li yıllarda MC Hükümetleri’nin vazgeçilmez ortağı olan MSP aracılığıyla, eşitsiz de olsa, devletten nemalanmaya devam etmişlerdir. Fakat 12 Eylül’ün, 28 Şubat’ın ve önemli tarikat yapılanmalarının “içten”; küreselleşme sürecinin “dıştan” müdahalesiyle bu kesimler yeniden merkeze doğru çekilmiş ve hatta bugün merkezin göbeğine yerleşmişlerdir. Taşra burjuvazisinin sürece ayak uyduramayanlarının tasfiyesi; devlet ve sistem ile kısmi sorunları bulunan tarikat dışı siyasal İslam örgütlenmelerinin ise atomize edilmesi süreciyle paralel giden bu gelişmelerin sonucunda da bu kesimlerin (AKP, tarikat ve taşra burjuvazisi ittifakının) sistemle ve “ceberut devlet” örgütlenmesi ile hiçbir temel sorunları kalmamıştır.
“İhracata yönelik olmakla”, “demokratik olmak” arasında kurulan nedensel ilişki de tarihsel verilerle örtüşmemektedir. Aksine tarihsel süreç bizlere, iç pazara yönelik üretim dönemlerinde -ücretin yalnızca maliyet değil talep unsuru olması ve devletin iç pazar içindeki rekabeti denetleyip yönlendirebilmesi nedeniyle- burjuvazinin demokratik talepler konusunda daha fazla esneme marjına sahip olduğunu gösterirken; dış pazara yönelik dönemlerde ise -uluslararası pazarlardaki rekabeti hiçbir ulusal devletin denetlemeye ve yönlendirmeye gücünün yetmemesi ve kıran karana dış pazar rekabeti nedeniyle ücretlerin maliyet yönünün çok fazla önem kazanması nedeniyle- burjuvazinin daha baskıcı ve otoriter politikalara yöneldiğini göstermektedir.
Taşra burjuvazisinin serbest piyasanın ürünü ve savunucusu olduğu için daha demokrat ve ilerici olduğu tezinin de, inandırıcılık derecesi son derece düşüktür. Burjuva demokrasisi piyasanın artan serbestliği üzerinde değil; bilakis bu serbestliğin sınırlanması üzerinde yükselir. Burjuvazinin kendi iç çelişkilerine ve tekil çıkarlarına sistemin genel çıkarları adına yapılan sınırlamalar burjuva biçimsel (liberal) demokrasisinin; daha genel kamusal denge ve çıkarlar lehine yapılan sınırlamalar ise burjuva sosyal demokrasisinin varlık nedeni olmuştur. Her iki durumda da demokrasinin varlık koşulu rekabetin serbestliği değil, sınırlanması olmuştur. Daha fazla karı ve büyümeyi esas alan, bunun için de her türlü hukuksal, kurumsal ve toplumsal engeli aşmaya dayalı piyasa mekanizması dizginsiz bırakıldığında, siyasal otoriterlikten başka bir sonuç üretmemektedir. Reagan Amerika’sının, Thatcher İngiltere’sinin ve bir “liberal-muhafazakar ve ordu” ortak yapımı olan Evren-Özal 12 Eylül Türkiye’sinin kendinden önceki dönemlere göre daha gelişkin bir demokrasiyi temsil ettiğini söylemek, (eğer buradaki “demokrasi”den kasıt Halit Narin’in işçileri kastederek “20 yıldır onlar gülüyordu şimdi sıra bizde” sözündeki serbestlik değilse) olanaksızdır.
Bu dönemlerde sendikal örgütlenmeler başta olmak üzere hak arama örgütlenmelerinin zayıfladığını, başkanlık sistemi vb. arayışlarla yürütmenin güçlendirildiğini ve güçler ayrılığı ilkesinin bertaraf edildiğini; hak ve özgürlüklerin ise toplumsal demokrasiden ziyade daha çok orta ve üst sınıflar için kullanım değeri taşıyan biçimsel demokrasiye ya da en fazlasından kimliksel bazı haklara özgü olabildiğini gözlemliyoruz. 12 Eylül’de asker-liberal/muhafazakar işbirliğiyle başlayan bu süreç bugün AKP iktidarı tarafından derinleştirilerek sürdürülmektedir. En geniş kitlelerin yararlanabildiği ekonomik, sosyal ve siyasal haklar ise ya tümüyle rafa kaldırılmakta ya da pratikte kullanılamaz hale getirilmekte; bu kesimlere düşen ise din, etnik kimlik, aile, gelenek ve yardım paketleri olmaktadır.
Nitekim taşra burjuvazisinin de küreselleşme sürecinin önemli bir aktörü olacak güçlü yürütme ve güçlü bir militer aygıt savunuculuğunu yaptığını çok sayıda örnekle gösterebilmek mümkündür.
Türkiye solunun Kemalizmle başlangıçta hemhal olan, daha sonraları derin etkiler taşıyan bir yakınlık ilişkisi yaşadığı bir gerçektir. Bu yüzden solun Kemalizmin sınırlılıklarına, ikili karakterine ve gerici yanlarına vurgu yapmaktan ziyade vurguyu ilerici özü üzerinde odakladıkları çok uzun bir tarihsel dönem yaşandı Türkiye’de…
CHP geleneği açısından bu durum çok daha kesinken, Ş.Hüsnü’den itibaren Türkiye sosyalizmi açısından da Kemalizm, bazı önemli eksikliklerine rağmen genel olarak desteklenmesi gereken bir güç olarak görüldü.
CHP Kemalizm ve demokrasi…
Bu durum CHP geleneği açısından çok daha berrak ve daha az tartışma gerektiriyor. Eni sonu CHP, Kemalistlerin kurduğu ve hamuru Kurtuluş Savaşı döneminin ve tek parti yıllarının suyu ile karılmış bir parti. Her ne kadar 1960′lı yılların sonu ve 70′lerin başındaki genel sol yükselişle birlikte sosyal demokrasi anlamında sola doğru bir yöneliş yaşamış ve Kemalizmin altı okunu sosyal demokrat ilkeler temelinde yeniden anlamlandırmaya çalışmışsa da, CHP 1980′li yıllardan sonra ülke ve dünya konjonktüründeki köklü sağ rüzgarlarla birlikte geçmişine, yani “devlet partisi” olma geleneğine yeniden ricat etmiştir.
Ve fakat bu durum CHP tabanının liberal çevreler tarafından iddia edildiği gibi tutucu ve muhafazakar, ilerlemeye ve demokrasiye kapalı bir taban olduğu anlamına gelmez. CHP tabanı, şeriatçılığa karşı laiklik; emperyalizm güdümündeki bölünmeye karşı üniter cumhuriyet yaklaşımıyla belirli bir süredir “sosyal faşist” bir tutum içine hapsedilmiş olsa da, bugün de sınıfsal ve tarihsel anlamda muhafazakar tabana göre daha demokrat ve ilerici dinamiklerin taşıyıcısı durumundadır.
CHP tabanına yalnızca türban özgürlüğü ya da Kürt sorunu üzerinden bakıldığında haklı gibi görünebilecek olan tutucu-statükocu ve anti demokrat değerlendirmesi; kadın hakları; sendikal örgütlenme başta olmak üzere örgütlenme hakları; demokrasinin daha katılımcı biçimler alması; yerel, etnik ve dini kökenleri siyasette önemli görme/görmeme gibi genel demokratik kıstaslar açısından bambaşka bir sonuç ortaya çıkaracaktır. Dahası benim yüzlerce CHP’li ile yüz yüze görüşmelerde tanıklık ettiğim çok daha ilginç bir gerçek var: CHP’lilerin belirleyici bir ağırlığı bugün Kürt sorununda ve türban konusunda tutucu bir refleks gösterirken, “Peki Kürt ve Türk federasyonlarından oluşan Birleşik Sosyalist Cumhuriyet koşullarında da bu aynı olumsuz yaklaşımı gösterir misiniz?” sorusuna çok büyük bir ağırlıkla ”hayır o durum başka” yanıtını vermektedirler. Çözümün çağdaş laik demokrasiyi, yurttaş egemenliğini ve emperyalizmden bağımsızlığı pekiştireceğine ve “bölünme” talebiyle birleşmeyeceğine ikna edilmek koşuluyla, bu kesimlerin Kürt halkının bütün temel haklarının verilmesine rıza gösterme olasılığı sanıldığından çok daha yüksektir.
Demek ki CHP tabanındaki tepki Kürt sorununun ve laiklikle ilgili sorunların her türlü çözümüne değil bugünkü çözümüne bir karşıtlıktır. Zira çok da haksız olmayan bir biçimde bugünkü çözümün gericileşme ve emperyalist hakimiyetin ülkede ve bölgede artması sonucunu doğuracağını düşünüyorlar. Onaylanmasa bile anlaşılabilir olan bu durum, hem CHP tabanının demokrasi alanındaki çelişkili tutumunun, hem de CHP parti yönetimi ile CHP tabanı arasındaki hoşnutsuzluğun esas olduğu zorunlu birlikteliğinin çözümlenmesi olanağını da bize vermektedir.
CHP tabanı açısından gericileşmeden ve emperyalizme daha bağımlı hale gelmeden çağdaş bir demokrasi yolunda ilerlemenin bugünkü mümkün tek seçeneği Kemalizme ve Cumhuriyet değerlerine sahip çıkmak gibi gözükmektedir. Ama aynı zamanda bu dengeden hoşnutsuzluğunu, gericiliğe ve emperyalizme de barikat çekebilecek güçte daha sol ve özgürlükçü seçeneğe olan özlemini de korumaktadır… Gezi eylemlerine yoğun CHP’li katılımı ve bu tabanın Kemalizme ve Cumhuriyete yönelik olumlu sloganlar atmakla birlikte şoven ve inanç özgürlüğünü hedef alan bir tutumla öne çıkmaması bu açıdan bir başka önemli kanıt olmadı mı?
Türkiye sosyalizmi, Kemalizm ve demokrasi…
Türkiye Sosyalizmi’nin Rusya okulu olarak nitelenebilecek olan M.Suphi ve arkadaşlarının Karadeniz’de yok edilmelerinin ardından Türkiye sosyalizmine damga vuran Ş.Hüsnü ekibinden 1980′lere kadar -60 öncesinin H.Kıvılcımlı’sı, 60 sonunun İbrahim Kaypakkaya’sı dışta tutulacak olursa- Kemalizmle sosyalist hareket arasında, hemhal olmakla eleştirel destek vermek arasında salınan, çok yakın bir ilişki olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Bolşevik Devrimi’ne yakından ve içeriden tanık olan M.Suphi ve arkadaşlarının aklında bir milli kurtuluş hareketi olarak gelişen Anadolu Devrimi’nden bir sosyalist devrim çıkarmakta varken; Ş.Hüsnü TKP’si sosyalist iktidar amacını erken bularak geleceğe erteliyor ve o günün en temel görevi olarak Kemalizmi gidebileceği en ileri noktaya itelemeye dayalı eleştirel destek politikasını yerleştiriyordu. (Ayrı ve uzun bir tartışma olan bu konuyu ve burada dillendirdiğimiz iddiaları ayrıntılarıyla okumak isteyenlere “ Türkiye Sosyalizmi – Başlangıçtan 1960’a- başlıklı çalışmamızı önererek, asıl konumuza dönelim. )
Bu yaklaşım doğrultusunda da Kemalizmin laiklik adı altında modern Sünniliği esas alan bir yapı kurması; uluslaşma sürecinde Kürt nüfusu dışlayıcı bir Türk milliyetçiliği geliştirerek Kürtleri asimile edici bir politika uygulaması; emperyalizmle uzlaşma çizgisinin kısa süre içinde yeniden uç vermesi; köylülük sorunu ve aşiret yapısı konusunda feodalizmi çözücü radikal ekonomik-toplumsal adımlara yönelmek yerine anti feodal tutumların kültürel ve eğitsel çerçeve içine sıkıştırılması gibi burjuva devrimin sınırlılıklarını ve çok daha önemlisi işçilerin/emekçilerin sendikal ve siyasal planda örgütlenmesinin önündeki ağır yasaklara karşı eleştirel bir tutumdan ziyade, uzlaşıcı ve destekleyici bir politika izlendi. Kemalizmin Kürt sorununu şiddet ve asimilasyon yoluyla çözme girişimi anti feodal mücadelenin bir parçası olarak değerlendirilip desteklendi. İktidarın anti komünist operasyonları ve işçi örgütleri konusunda yasaklayıcı ve baskıcı tutumu, Kemalizmin genel ilericiliği adına katlanılması gereken kötülükler olarak görüldü ve büyük ölçüde sessizlikle geçiştirildi.
Kemalist devrimin tüm bu sınırlılıkları nedeniyle Kemalizmin batıdaki (Türklük diyelim) ile doğudaki (Kürtlük diyelim) ve büyük kentlerdeki (modernleşenler diyelim) ile Anadolu’daki (geleneksellik- köylülük diyelim) sonuçları eşit olmadı. Gerçi her burjuva ulus devlet inşası özü itibariyle böyledir ama tarihsel, sınıfsal ve ideolojik kısıtlar nedeniyle Kemalizmde çok daha fazla böyle olmuştur. Sonuç itibariyle devrimin nimetlerini/kazanımlarını pek tadamayan Kürtler, aşiret yapısının ve feodalizmin tutsağı olmaya devam ettikleri gibi bir de kimliklerinin tehdit altında olduğu izlenimiyle devrimle ve Cumhuriyetle büyük ölçüde bütünleşme yaşayamadılar. Kemalizmin salt Kürtleri entegre etmek amacıyla öne çıkardığı yeni “Sünni devlet kimliği” de şafi ağırlıklı Kürtlerdeki bu yargıyı değiştirmeye yetmedi. Yine geleneksel ilişkiler içindeki yoksul Anadolu köylülüğü de devrimle birlikte hayatlarında olumlu anlamda ciddi bir ekonomik ve sosyal dönüşüm yaşandığını hissedemediler. Kaderleri yine yerel ağa ve eşraflara bırakıldı. Hayatlarında devrimin önemli kazanımlarını hissedemeyen köylülerin kaderi de bir kültürel anti feodalizm kampanyası ile karşılaşmak oldu. Ama bütün bunlara karşın taşra halkı, Kemalist devlet örgütlenmesi kurumsal bakımdan daha taşrayı kesin biçimde fethetmeden önce laik yaşam biçimini benimsemek konusunda önemli mesafeler almış durumdaydı. Zaman içerisinde laik yaşam biçimini gerileten bir sürecin yaşanmasında Kemalizmin –yukarıdan devrimci bürokratik elit karakteri değil- burjuva karakteri rol oynamıştır. Ağa ve eşraf ittifakını tek çare gören Kemalistler Anadolu halkının ekonomik ve soysal yaşamına ciddi bir kazanım getirememişler ve devletçilik dönemi ile 2. Dünya Savaşı yıllarında uyguladıkları kırsal alana yönelik baskıcı politikalarla, devrim ile Anadolu halkı arasına, dinci bir tampon girmesine neden olmuşlardır. Bu dinci tampon DP döneminde biraz daha güçlendirilmiştir. Ama tüm bunlara rağmen buralarda eşrafın laik sembollerden dinsel sembollere kayması ancak 60’lı yıllarda belirginleşmeye başlamış ve halkın ciddi boyutlarda dinci-muhafazakar ideolojinin prangalarıyla teslim alınabilmesi ise ancak 1980’li yıllardan sonra yaşanan gelişmelerle ve izlenen politikalarla mümkün olabilmiştir. 1980 öncesinde var olan genel taşra muhafazakarlığıyla bugün taşra burjuvazisinde temsil edilen ve baskıcı-yasakçı zihin dünyasıyla sosyal yaşamı da derinden belirlemeye başlayan dinci-siyasal muhafazakarlık arasında çok önemli farklılıklar olduğu apaçık ortadadır. Yani bugün görüldüğü biçimiyle taşra burjuvazisi ile taşra halkı arasındaki yaşam biçimi ve siyasi davranış ortaklığı zaten hep var olan değildir. Zaman içerisinde ve özellikle de 1980’den sonra üretilmiş/yaratılmış bir durumdur.
Kemalizmin Kürt ve Türk ağa, aşiret reisi, eşraf vb. ile uzlaşıcı bir tavra yönelmesi nedeniyle ekonomik ve sosyal devrim ve dönüşümle birleşmeyen bu kültürel dönüşüm dayatması, Anadolu köylüsünde devrime ilişkin tersine reaksiyon doğurdu. Ş,Mardin’in deyişiyle devrimi sadece “öğretmen”le ve “kılık kıyafet”le kırsala taşamaya çalışan Kemalistlerin bu çabası, kırsaldaki ağa-eşraf ve ”imam”ların karşısında çok sınırlı bir etkiye sahip oldu. Devrimin kökleştiği toplumsal kesimler ise büyük kentler nüfusu ve kerhen Aleviler oldu. Aleviler “Geleneksel Osmanlı Sünni İslamı“nın yerine daha “modern ve esnek Cumhuriyet Sünni İslamı” nın getirilmesi nedeniyle görece rahatladılar ve devrimi desteklediler ama devletin Sünni karakterinin sürdürülmesinden dolayı da bu, kerhen bir destek oldu. Modern kentlerde, kırsalın aksine, “totaliter bir tasallut yaratan” Cumhuriyet, burjuva devrimin kazanımlarını bu bölgelerde daha fazla realize edebildi. Bireyin oluşumunu sağlayan kapitalist ilişkiler, kadınların sosyal ve ekonomik hayata katılımı, eğitim ve sağlık hakkı ve nispeten güvenceli istihdam koşulları gibi alanlarda büyük kentlere devrimin olumlu kazanımları daha fazla yansıdığı için buralarda kılık kıyafet vb. gibi tüm kültürel transformasyon çabası da daha fazla başarı kazandı ve kök saldı.
İşte sol, Kürt sorunu, laiklik, köylülük-toprak sorunu gibi konularda burjuva devrimin etkin bir eleştiricisi olamadığı ve aksine Kemalist’lerin tüm bu alanlardaki uygulamalarını da destekler göründüğü için Kemalist devrimin sınırlılıklarından daha ilerici bir dinamik üretme şansı yitirildiği gibi, bu bölgelerin daha geri siyasetlerin rahatlıkla at oynattığı alanlara dönüşmesine; sol ve sağ kavramlarının -sınıfsal içeriği ile değil de- çarpık biçimde kültürel kodlar üzerinden algılanmasına fiili ve ideolojik anlamda destek sunmuş oldu. Ayrıca kentsel sınıfsal mücadelede bu tutum sosyalist mücadele içerisindeki emekçi kesimler içinde bile Kemalizmin - çoğu zaman sosyalizmden bile daha güçlü biçimde- kendisine köklü bir etki alanı yaratmasına hizmet etti.
Sosyalistler ve demokrasi…
Sosyalistlerin o dönemdeki demokrasi anlayışı anti emperyalist ve anti feodal çizgiyi ve kalkınmacı bir ekonomizmi aşabilen bir anlayış değildi. Ayrıca Kemalizmin karşısındaki güçlü gerici bloğun devrimin kazanımlarını tümüyle berhava edebileceğine ilişkin değerlendirme; Kemalizmin sınırlı demokrasi anlayışındaki ciddi eksikliklerinin bile gereği biçimde eleştirilmesini engelledi.
Kemalist halkçı demokrasi anlayışından devrimci halkçı demokrasi anlayışına uzanan bağımsızlıkçı-kalkınmacı anlayışın demokrasi anlayışı “bağımlılık, geri kalmışlık, feodalizm, vb. varken demokrasinin sağlanamayacağı” temel savı üzerinde yükselmekteydi. Aslında bağımsızlıkçı-kalkınmacı solun siyasal yazını izlendiğinde eleştirilen güdük parlamenter demokrasiye karşı alternatif olarak devletçi, planlı ve kalkınmacı bir otoriter rejimin öngörüldüğünü görmek hiç de zor değildir.
Fakat bu genel çizginin yanında çok daha cılız olarak, sosyalist hareket içinde demokrasinin “liberal” tanımına yakın olanlarda bulunmaktaydı. Bu kesim, demokrasinin sosyal, ekonomik ve sınıfsal boyutunu iyice silikleştirmekte, demokrasiyi parlamenter demokrasinin sınırları içerisinde biçimsel bir siyasi ve hukuki eşitlik ve bu hak ve eşitlikler düzenin genişletilmesi olarak ele almaktaydı. Ayrıca başta ordu olmak üzere asker-sivil bürokrasinin burjuva sistem içinde görece özerk ve önemli bir konuma sahip olması gibi Türkiye’de ki burjuva gelişim sürecinin bazı özgünlükleri de demokrasi konusunda, sistemin bir burjuva sistem olmasından daha çok öne çıkarılmaktaydı.
1960′ların sonuna doğru bu süreç değişmeye başladı. 27 Mayıs Darbesi ve 1961 Anayasası’nın ve ardından yaşanan sol yükselişin iki yönlü etkisi oldu. Bir yandan Kemalizm ve ordu konusundaki zaafları depreştirdi ama diğer yandan da sosyalist solun örgütlenme haklarının genişlemesi ve kitleselleşme olanağını yakalamasıyla demokrasi konusunda kalkınmacı paradigmanın dışına çıkılmaya başlandı. Örgütlenme hakları ve kitleselleşme çabalarıyla Kemalizmin Kürt sorunu, laiklik, köylülük sorunlarındaki yanlışlarını görme/aşma problemiyle pratik olarak karşı karşıya geldi. 71 Hareketi bu açıdan daha ciddi bir atılım yaşadı ve 80′lerde sosyalist hareket daha fazla “halklaşmaya” başladı…
Ama Kemalizmle asıl hesaplaşma 1980 sonrasında gündeme geldi. Kürt hareketinde yaşanan yükselişinde motive edici etkisiyle sol örgütler Kemalizmin etkisinde kalmış olmayı kendi yenilgilerinin önemli nedenleri arasında değerlendirdiler ve yaygın bir “Kemalizmden kopuşma” mesaisi yaşanmaya başladı.
1980 sonrasında artık sosyalist hareket içerisinde Milli Mücadele yıllarının Kemalizmi genel olarak yine tarihsel ve siyasal bakımdan ileri bir hamle olarak değerlendirilmekle birlikte; bir Kürt sorunu, feodalizm-köylülük sorunu, emperyalizmle ilişkiler ve laiklik konularında Kemalizmin ciddi biçimde eleştirilmesi gereken tutumları olduğu genel kabul görüyordu. Özellikle 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin Atatürkçülük adı altında sola ve sosyalizme karşı bütün gerici güçlerle ittifak içinde gerçekleştirdiği saldırılar; Kemalizmle ilgili “umut var” yaklaşımlarını geri plana iterken; onun en fazla vücut bulduğu ordunun ”gerici burjuva devlet aygıtının mücadele edilmesi gereken bir parçası” olarak değerlendirilmesinin yaygınlaşmasına yol açıyordu. Sosyalist kesimlere egemen olmaya başlayan demokrasi anlayışına göre; demokrasi mücadelesi burjuvaziyle birlikte değil burjuvaziye karşı verilecek bir mücadeleydi. Demokrasi mücadelesi ilk olarak ezilen kesimlerin demokrasi bilincini ve deneyimini geliştirmeleri için; ikinci olarak ”burjuva demokrasisi” nin ezilenler için şartlı, çifte standartlı ve sınırlı niteliğinin pratik vesilesiyle de görülüp kavranabilmesi için; üçüncü olarak da bu sınırların, şartların ortadan kaldırıldığı ezilenlerin demokrasisini kurma bilincinin yaygınlaşabilmesi için verilmesi gereken çok önemli ve zorunlu bir mücadeleydi.
1990′lar “geçmişe ricat” ve solda liberal demokrasi anlayışının güçlenmesi…
Türkiye sosyalizminin H.Hilmi, E.Adil gibi simalarda simgeleşen bir liberal kanadı geçmişte de vardı ama 60′larda Aybar’ın TİP’i ile bu eğilim daha görülür ve etki bırakır bir hal almıştı. Buna karşın liberal sosyalizm anlayışı 1990′lar öncesinde sosyalist solun hep zayıf bir yanı olarak var olagelmişti.
12 Eylül Darbesi’nin yenilgi ve umutsuzluk ortamında yeşermeye başlayan liberal sosyalizm anlayışı, 1990′ların ardından reel sosyalizmin çöküşü ve sermayenin küresel neoliberal ideolojik saldırısının rüzgarı ile ilk kez sol içerisinde kendisine önemli bir alan açmaya başladı.
Demokrasiyi askerin sivil karşısında geriletilmesine, etnik ve mezhepsel kimliksel hakların tanınmasına ve seçim sandığına indirgeyen ve Türkiye’nin küresel sermaye ile bütünleşmesini demokratikleşmenin önkoşulu gibi gören liberal sol anlayışlar bu çerçeve içerisinde AKP iktidarının aktif bir destekçiliğine soyundular.
Dahası liberalizmin alanı içinde tanımlanamayacak bazı sol çevrelerde, Kemalizmin bir burjuva devrimin ideoloji ve pratiği olduğunu unutarak ya da burjuva devrime kendisinden öte anlamlar yükleyerek, Kemalizmin işçi ve emekçi örgütlenmesine düşman, anti-komünist bir öz taşıması gerçeğinden kalkarak, Türkiye’deki burjuva devrimin, Osmanlı monarşisine karşı atılmış önemli tarihsel ve siyasal bir adım olduğu gerçeğini önemsizleştirmeye başladılar.
AKP hükümetinin emperyalizme bağımlılığı daha da derinleştirdiğini ve burjuva cumhuriyetin kazanımlarını yok ederek Türkiye’yi yeni bir ortaçağa taşıdığını düşünen diğer bir kesim de, adeta geçmişteki pozisyonlarına yeniden ricat ettiler.
Ama tüm bunlara karşın sosyalistlerin içinde azımsanmayacak bir kesim, egemen sınıflar içindeki taraflaşmayı da yansıtan bu ikileme teslim olmayarak, demokrasi ve özgürlükler alanında AKP gericiliğine karşı mücadele etmeyi ama bunu yaparken de Kemalizme ilişkin mesafesini ve eleştirel tutumunu sürdürmeyi başarabildiler; başarıyorlar.
Sonuç yerine…
Kemalizm, sosyalistlerin bulunduğu yerden “kapsanarak inkar edilmesi”, “aşılması” gereken özü itibariyle bir burjuva ideolojisidir. Diğer burjuva uluslaşma süreçleri gibi sevapları ve çok önemli eksiklikleri ve ciddi günahları içinde barındırmaktadır.
Ne var ki Kemalizmin her eleştirisini olumlu, demokratik, özgürleştirici saymak da, tarihsel ve sınıfsal bakış açısından yoksun bir yaklaşımdır. Kemalizmin özellikle Kürt sorunu ve laiklik kavrayışındaki esiklikleri görmek ne kadar önemli ve gerekliyse; kimlik sorunlarına daha fazla toleranslı yaklaşan her akımın demokratik ve özgürleştirici olduğunu düşünmekte en hafif deyimiyle siyasal bir körleşmedir. “…kuşkusuz ki, etnik/dinsel kimliklere ilişkin hak ve özgürlükler de demokrasinin önemli bileşenlerinden biridir. Fakat kendi başlarına etnik-mezhepsel haklar ile demokrasi arasında bire bir bağlantı yoktur. Demokrasi en başta ve her şeyden önce sınıfsal bir sorundur. Etnik/dinsel alanda ortaya çıkabilecek kısmi otonomiler örgütlenme ve eylem alanında altsınıfların artan özgürlükleri ile birleşiyorsa demokrasiye; yok eğer bu uygulamalar alt sınıfların eylem ve örgütlenme alanında daha fazla baskılanması ile birleşiyorsa yalnızca modern bir cemaatler düzenine; yani toplumsal partikülarizme kaynaklık ederler.“ (Demokrasi = Parlamento+oy hakkı+sivillik? -Mahmut Üstün- Sendika Org.)
Burjuva modernizminin ilerle(t)meci otoriterizmini, burjuva post-modernizm’inin aydınlanma karşıtlığı ile aşamayız… Kemalistler kendi dönemlerine göre sınırlılıklarla ve hatalarla dolu olsa da ileriye bakıyorlardı… Şimdikiler ise geriye bakıyorlar.
Kemalizmi özgürlükçü ve eşitlikçi bir yaklaşımla elbette aşalım… Ama cemaat birliği ile kelepçelemek kaydıyla, etnikliklere sözüm ona “hoşgörü” (ne demekse?) ile yaklaşıyor diye atomize edilmiş bir toplumsal doku üzerine yükselmeye çalışan modern monarşizmin naif, tütsülenmiş kurbanları olmaya doğru da kafalarımızı uzatmayalım.
Aydınlanmayla özgürleşme sürecine girmiş olan beyinlerimizi, doğanın ve evrenin kardeşliği fikrinin kaçınılmaz kıldığı huzursuzlukla şenlendirdiğimiz ve zenginleştirdiğimiz yüreğimizi, etnikliğin, cemaatçiliğin ve mezhepçiliğin daraltıcı, düşmanlaştırıcı ve hiyerarşiye tapıcı vahşi (coşkun) duygusuzluğu ile huzurlu kafeslere dönüştürmeyelim…
Burjuva devrim dönemi bütün eksiklik ve çarpıklıklarına karşı monarşiye ya da meşruti monarşiye karşı seçime dayalı parlamenter demokrasi, iktidarın tekleşmesine ve merkezileşmesine karşı güçler ayrılığı, dine karşı bilim, tebaaya karşı yurttaş, cemaate karşı toplum, şefaat yerine yurttaş hakları, örgütlenme hakkı, kadının özgürleşmesi, alt sınıfların örgütlenme hakkı, gösteri hakkı, basın özgürlüğü vb. gibi konularda keskin ve belirleyici bir dönemeçtir.
Oysa bugünkü AKP hükümeti ise güçlü otoriter yönetim, bilime karşı din, yurttaşa karşı tebaa, topluma karşı cemaat, dar bir temsiliyet, kadının geleneksel rolüne ve dinsel kimliğine döndürülmesi, alt sınıfların bağımsız örgütlenmesine karşıtlık, basın özgürlüğüne geniş sınırlama, yurttaş hakları yerine şefaat… Sınıfların varlığı yerine Kemalist makro korporatizmden çok daha gerici bir İslami mikro korporotizme geçişin temsilciliğini yapmaktadır.
Kemalizmin işçi ve emekçi örgütlenmesine düşman, anti-komünist bir öz taşımasını, Kürt sorunu, azınlıklar sorunu ve laiklik konusundaki ciddi hatalarını ve suçlarını, anti emperyalizm ve anti feodalizm konusundaki zayıflıklarını görmemek sosyalist politika açısından ne kadar kabul edilemezse, bu olumsuz gerçeklerden kalkarak, Türkiye’deki burjuva devrimin, Osmanlı monarşisine karşı atılmış önemli tarihsel ve siyasal bir adım olduğu gerçeğini önemsizleştirmeye çalışmak da sosyalistçe bir yaklaşım olmayacaktır.
Böyle bir tutum bizleri genel olarak devrim fikrini önemsizleştirmeye götürebileceği gibi; öte yandan da neoteokratik ve neoliberal politikaların “kimliksel haklar havucu”yla yürüttüğü anti Kemalizmini, salt bu nedenle ilerici görmek, küresel sermayenin ve gericiliğin güncel politikalarının oyuncağı olmak sonucunu doğuracaktır.
Bize başka bir yol lazım. Sosyalistlerin hedefi “yeni bir dünya mümkün”ü insanlığın gündemine getiren burjuva aydınlanma sürecinin sosyalist bir aydınlanma süreci ile aşılmasıdır. Bizleri “cemaatçi hoşgörü” propagandasıyla burjuva aydınlanma sürecinin de gerisine çağıran küresel kapitalizmin “yeni ortaçağ”ına vagon olmak değil…
MAHMUT ÜSTÜN-SENDİKA.ORG
Öyle görünüyor ki, artık Türkiye’de “sapla samanı” birbirinden ayırt edebilmek için koşullar çok daha olgunlaşıyor. Türkiye’deki askeri vesayet rejiminin örttüğü gerçekler, demokrasi, ilericilik vb. kavramların da bir anlamda içi boşaltılmış ve çarpıtılmış bir yorumunun hakimiyet sağlaması için önemli etki yapmıştı.
Türkiye’de demokrasinin önündeki en büyük engelin askeri vesayet rejimi ve küreselleşme karşısında statükonun savunulması olarak görüldüğü, dolayısıyla askeri vesayet rejimine karşı tutumu ve küreselleşme sürecine olan tarafgirliği ile İslamcı muhafazakar kesiminin demokrat ve ilerici ilan edildiği bir dönem sessiz sedasız “tarih” olmaya başladı. Bu dönemin bir başka önemli özelliği ise AKP iktidarına ve küreselleşme sürecine karşıt pozisyon sergileyen solun genel olarak Kemalist ve statükocu olarak nitelendirilerek, gerici kampın bir parçası olarak değerlendirilmesiydi.
Askeri vesayetin geriletilmesiyle demokrasi yerine AKP vesayeti oluşturulduğu, bunu zaten çok eskiden beri dillendiren bizim gibi sosyalist yazarların dışında artık pek çok liberal ve hatta bazı İslamcı yazarlar tarafından da açıkça teslim edilen çıplak bir gerçeklik halini almaya başladı.
Pek çok yazar, biçimsel farklılıklar bir yana askeri vesayetin devlet ve toplum algısıyla AKP iktidarının devlet ve toplum algısı arasındaki özsel benzerliği keşfetmeye başladı. Son söylenmesi gerekeni başta ve açıkça söylemek gerekirse bu, tarihi ve demokrasiyi asker-sivil, merkez-çevre ikilemi üzerinden okuyan anlayışların mağlubiyeti ve/fakat sınıfsal analizin bir zaferidir.
Biz bu iki bölümlük yazının birinci bölümünde Türkiye muhafazakarlığın Kemalizm’le ve demokrasi ile ilişkisini, ikinci bölümünde de Türkiye solunun Kemalizm’le ve demokrasiyle ilişkisini yakın zamana kadar neredeyse genel kabul gören genel bir ezbere dönüşmüş olan liberal-muhafazakar yaklaşımın dışında bir başka paradigma üzerinden, sınıfsal analiz yöntemi ile ele almaya çalışacağız.
Türk muhafazakarlığı ve Kemalizm…
Bugüne kadar pek çok tahlilin temel argümanlarından birini oluşturan toplum merkezli ve halkın değerleriyle bütünleşik, devlete (Kemalizm’e) karşı sivil toplumun temsilcisi olan ve dolayısıyla demokrat ve ilerici bir karakter taşıyan Türkiye muhafazakarlığı tasviri; giderek daha net olarak görülmektedir ki, öze ilişkin olmayan, kısmi ve geçici bazı verileri temel alan “kurgulanmış”, “üretilmiş” ve daha çok da ulus devlet formunu geriletme ve küreselleşme sürecini popülerleştirme gereksinimine hizmet eden ideoloji yüklü bir söylemdi…
Kemalist elit, ile dinsel Anadolu muhafazakarlığının çeliştiği/çatıştığı yanlar elbette vardı. Ama bu çelişkinin içeriği ve boyutu, Kemalist elitle bu muhafazakarlık arasında zamanla kurulmuş ve adeta kurumsallaştırılmış zımni ittifak görülmediği zaman doğru biçimde anlaşılamazdı ve anlaşılamamıştır da…
Kemalizm, Anadolu’yu totaliter (bütüncül bir değişim doğrultusunda) tasallut altına alan ve/fakat büyük metropollerde yaşayan geniş kitleleri ekonomik, siyasal ve kültürel açıdan refahla ve haklarla donatan bir güç değildi. Tam tersine, Kemalist yönetim öncelikle büyük şehirlerde kapsamlı (totaliter) bir iktidar kuşatması yaratmıştı. Ne var ki, zayıf bir toplumsal ve kadrosal tabana sahip olduğu için taşradaki (Anadolu’daki) kurumsal yapılanma içerisinde hemen ve doğrudan etkili olamamış, çok uzun süre bu bölgeler devletin askeri ve ideolojik aygıtlarından ziyade, “çevrenin temsilcisi” yerel eşraf ve ağanın güç ve otoritesiyle, adeta yarı-özerk bölgeler gibi yönetilmişti. Menemen olaylarına kadar mevcut tarikat yapılanmalarına yönelik ciddi bir çatışma ve baskılama ilişkisi de sözkonusu olmamıştı.
1930’lu yıllara doğru durum değişmeye başlamış, devletin yeni ulus devlet formu içinde bu bölgelere yönelik müdahaleleri daha belirgin hale gelmeye başlamıştı. Fakat bu müdahalede de devlet, Kürt ağalarını ve aşiret reislerini ve Orta Anadolu’da da ağaları, eşrafları karşısına almamaya çalışmıştı. Tarikatlarla ilişkisi ise yalnızca “sopa” değil, aynı zamanda “havuç” politikası olmuştur.
Etnik aidiyetin varlığı ve nispeten geçmiş dönemde özerk yönetim deneyimlerinin varlığı nedeniyle Kemalist politikalara karşı dinsel temalarla da birleşen Kürt isyanları olmuştu ama örneğin Orta Anadolu ve Orta Doğu Anadolu’da dinsel yapıların tepkisi kısmi bir memnuniyetsizliğin ötesine taşmamıştı.
Bunun temel nedeni ise Kemalist laiklik politikasının iki ayrı yüzünün bulunmasıdır. Kemalistlerin niyetleri, geleneksel dinsel ilişkiler de dahil olmak üzere, gelenekselliği tümüyle bertaraf edip modern bir toplum ve devlete bağlı modern bir din anlayışı oluşturmaktı. Ama niyet başka, gerçekleşen başkadır.
Atatürkçülerin vurucu güçleri olarak İslamcılar
Kemalistler mevcut güç ilişkileri içerisinde girmek zorunda kaldıkları ittifakların bir sonucu olarak, geleneksel dine karşı da cepheden ve yok etmeye yönelik bir tutum sergileyememişler; geleneksel din ile devlet arasında zımni bir uzlaşma alanı oluşturmaya çalışmışlardı. Geleneksel dinsel kurumları önce pasifize ve ardından reforme etmeye yönelik politikalarla; devlete bağlı ve milliyetçilik yanı güçlendirilmiş bir yapıya dönüştürmek istemişlerdir.
Çok partili hayata geçilmesiyle birlikte Kemalizm’in bu eklektik, ikili politikasının ilk bölümünü bürokratik-seçkinci CHP’li Kemalistler; diğer bölümünü ise sağ-muhafazakar Kemalistler (Atatürkçüler) üstlendi. Geleneksel dinsel kurumlar bu durumdan kısmen memnuniyetsizlik duysalar da, bu uzlaşmayı kabul edilebilir buldular ve zaman içerisinde tarikatlar “devletleşirken”, devlet de geleneksel İslam’ın temsilcilerine daha fazla alan açtı. Hatta bu geleneksel İslamcı güçler büyük metropollerdeki “Atatürkçü iktidarı zorlayan ilerici muhalefete” karşı “Atatürkçülerce” vurucu güç olarak kullanıldı.
Kısacası bugünkü biçimiyle taşradaki dinsel muhafazakarlığı, Cumhuriyetin ilkelerini buralara zorla yaymak isteyen Kemalistlerin baskılarına direnen bir sivil toplum inisiyatifinin ifadesi olarak nitelemek tarihsel verilerle pek uyuşmamaktadır.
Sözkonusu olan “Kemalist baskı politikalarına” karşı devletten bağımsız bir “sivil toplum tepkisi” değil; sopa ve havuç politikalarının bileşkesiyle dönüştürülen ve yeniden üretilen devlete bağlı milliyetçi, anti- komünist bir “tampon dincilik”ti. Bu tampon dincilik, tarikat bağlantıları üzerinden, DP ve AP iktidarlarınca bilinçli bir şekilde daha da güçlendirilmiştir.
Orta Anadolu ve Orta Doğu Anadolu’daki klasik muhafazakarlığın da uzun yıllar boyunca ne “tarikat İslamı” ile ne de taşra burjuvazisi ile belirleyici bir ilişkisi olmamıştır.
“Çevre tepkisi” mi “Sünni devlet” yandaşlığı mı
Orta Anadolu ve Orta Doğu Anadolu’da oluşan muhafazakarlığın arkasında, devlet eliyle mülk edinmek, azınlıkların mallarına el koymak ve mezhepsel farklılıkların yarattığı ayrışma çok önemli olmuştur ve bugün de öyledir. Dolayısıyla bu bölgedeki muhafazakarlığın da ilericilikle ve devlete muhalif olmakla hiçbir ilgisi yoktur. Bu bölgedeki dindarlık-muhafazakarlık Kemalist rejime ilerici muhalefetin değil; Alevi ve gayri Müslim varlığına karşı oluşmuş saldırgan-milliyetçi öz taşıyan pragmatist bir dindarlığın göstergesidir. Nitekim bölgenin uzun yıllar boyunca MHP gibi “devlet merkezli” bir partiye taban oluşturması, buradaki İslamcılığın “çevre tepkisi”nden ziyade “Sünni devlet” yandaşlığı üzerinde yükseldiğinin açık bir ifadesidir.
Bu döneme egemen olan muhafazakârlıkla, bugünkü İslamcı muhafazakârlık tarihsel nedenleri ve özellikleri itibariyle birbirinden oldukça farklıdır.
Taşra burjuvazisi neyi ne kadar değiştirdi?
Taşra burjuvazisinin kendi sınıfsal tepkisini dinsel motiflerle sosyal ve siyasal alanda ifade etmesi ise, çok daha geç bir tarihte, 1960’lı yılların sınıfsal dinamizm ve ayrışma dönemlerinde ortaya çıkmış bir durumdur. İslamcı kesimler içinde devletten ve Kemalizm’den nispeten bağımsız bir oluşum tarikatlar eliyle değil, gerçekten de bu taşra burjuvazisi marifetiyle geliştirilmeye çalışılmıştır. Ne var ki, sermaye içindeki bu ayrışma da, yaygın biçimde iddia edildiği gibi, taşra burjuvazisinin merkezden tümüyle dışlanması sonucunu doğurmamış; 1970’li yıllarda MC Hükümetleri’nin vazgeçilmez ortağı olan MSP aracılığıyla, eşitsiz de olsa, devletten nemalanmaya devam etmişlerdir. Fakat 12 Eylül’ün, 28 Şubat’ın ve önemli tarikat yapılanmalarının “içten”; küreselleşme sürecinin “dıştan” müdahalesiyle bu kesimler yeniden merkeze doğru çekilmiş ve hatta bugün merkezin göbeğine yerleşmişlerdir. Taşra burjuvazisinin sürece ayak uyduramayanlarının tasfiyesi; devlet ve sistem ile kısmi sorunları bulunan tarikat dışı siyasal İslam örgütlenmelerinin ise atomize edilmesi süreciyle paralel giden bu gelişmelerin sonucunda da bu kesimlerin (AKP, tarikat ve taşra burjuvazisi ittifakının) sistemle ve “ceberut devlet” örgütlenmesi ile hiçbir temel sorunları kalmamıştır.
“İhracata yönelik olmakla”, “demokratik olmak” arasında kurulan nedensel ilişki de tarihsel verilerle örtüşmemektedir. Aksine tarihsel süreç bizlere, iç pazara yönelik üretim dönemlerinde -ücretin yalnızca maliyet değil talep unsuru olması ve devletin iç pazar içindeki rekabeti denetleyip yönlendirebilmesi nedeniyle- burjuvazinin demokratik talepler konusunda daha fazla esneme marjına sahip olduğunu gösterirken; dış pazara yönelik dönemlerde ise -uluslararası pazarlardaki rekabeti hiçbir ulusal devletin denetlemeye ve yönlendirmeye gücünün yetmemesi ve kıran karana dış pazar rekabeti nedeniyle ücretlerin maliyet yönünün çok fazla önem kazanması nedeniyle- burjuvazinin daha baskıcı ve otoriter politikalara yöneldiğini göstermektedir.
Taşra burjuvazisinin serbest piyasanın ürünü ve savunucusu olduğu için daha demokrat ve ilerici olduğu tezinin de, inandırıcılık derecesi son derece düşüktür. Burjuva demokrasisi piyasanın artan serbestliği üzerinde değil; bilakis bu serbestliğin sınırlanması üzerinde yükselir. Burjuvazinin kendi iç çelişkilerine ve tekil çıkarlarına sistemin genel çıkarları adına yapılan sınırlamalar burjuva biçimsel (liberal) demokrasisinin; daha genel kamusal denge ve çıkarlar lehine yapılan sınırlamalar ise burjuva sosyal demokrasisinin varlık nedeni olmuştur. Her iki durumda da demokrasinin varlık koşulu rekabetin serbestliği değil, sınırlanması olmuştur. Daha fazla karı ve büyümeyi esas alan, bunun için de her türlü hukuksal, kurumsal ve toplumsal engeli aşmaya dayalı piyasa mekanizması dizginsiz bırakıldığında, siyasal otoriterlikten başka bir sonuç üretmemektedir. Reagan Amerika’sının, Thatcher İngiltere’sinin ve bir “liberal-muhafazakar ve ordu” ortak yapımı olan Evren-Özal 12 Eylül Türkiye’sinin kendinden önceki dönemlere göre daha gelişkin bir demokrasiyi temsil ettiğini söylemek, (eğer buradaki “demokrasi”den kasıt Halit Narin’in işçileri kastederek “20 yıldır onlar gülüyordu şimdi sıra bizde” sözündeki serbestlik değilse) olanaksızdır.
Bu dönemlerde sendikal örgütlenmeler başta olmak üzere hak arama örgütlenmelerinin zayıfladığını, başkanlık sistemi vb. arayışlarla yürütmenin güçlendirildiğini ve güçler ayrılığı ilkesinin bertaraf edildiğini; hak ve özgürlüklerin ise toplumsal demokrasiden ziyade daha çok orta ve üst sınıflar için kullanım değeri taşıyan biçimsel demokrasiye ya da en fazlasından kimliksel bazı haklara özgü olabildiğini gözlemliyoruz. 12 Eylül’de asker-liberal/muhafazakar işbirliğiyle başlayan bu süreç bugün AKP iktidarı tarafından derinleştirilerek sürdürülmektedir. En geniş kitlelerin yararlanabildiği ekonomik, sosyal ve siyasal haklar ise ya tümüyle rafa kaldırılmakta ya da pratikte kullanılamaz hale getirilmekte; bu kesimlere düşen ise din, etnik kimlik, aile, gelenek ve yardım paketleri olmaktadır.
Nitekim taşra burjuvazisinin de küreselleşme sürecinin önemli bir aktörü olacak güçlü yürütme ve güçlü bir militer aygıt savunuculuğunu yaptığını çok sayıda örnekle gösterebilmek mümkündür.
Türkiye solunun Kemalizmle başlangıçta hemhal olan, daha sonraları derin etkiler taşıyan bir yakınlık ilişkisi yaşadığı bir gerçektir. Bu yüzden solun Kemalizmin sınırlılıklarına, ikili karakterine ve gerici yanlarına vurgu yapmaktan ziyade vurguyu ilerici özü üzerinde odakladıkları çok uzun bir tarihsel dönem yaşandı Türkiye’de…
CHP geleneği açısından bu durum çok daha kesinken, Ş.Hüsnü’den itibaren Türkiye sosyalizmi açısından da Kemalizm, bazı önemli eksikliklerine rağmen genel olarak desteklenmesi gereken bir güç olarak görüldü.
CHP Kemalizm ve demokrasi…
Bu durum CHP geleneği açısından çok daha berrak ve daha az tartışma gerektiriyor. Eni sonu CHP, Kemalistlerin kurduğu ve hamuru Kurtuluş Savaşı döneminin ve tek parti yıllarının suyu ile karılmış bir parti. Her ne kadar 1960′lı yılların sonu ve 70′lerin başındaki genel sol yükselişle birlikte sosyal demokrasi anlamında sola doğru bir yöneliş yaşamış ve Kemalizmin altı okunu sosyal demokrat ilkeler temelinde yeniden anlamlandırmaya çalışmışsa da, CHP 1980′li yıllardan sonra ülke ve dünya konjonktüründeki köklü sağ rüzgarlarla birlikte geçmişine, yani “devlet partisi” olma geleneğine yeniden ricat etmiştir.
Ve fakat bu durum CHP tabanının liberal çevreler tarafından iddia edildiği gibi tutucu ve muhafazakar, ilerlemeye ve demokrasiye kapalı bir taban olduğu anlamına gelmez. CHP tabanı, şeriatçılığa karşı laiklik; emperyalizm güdümündeki bölünmeye karşı üniter cumhuriyet yaklaşımıyla belirli bir süredir “sosyal faşist” bir tutum içine hapsedilmiş olsa da, bugün de sınıfsal ve tarihsel anlamda muhafazakar tabana göre daha demokrat ve ilerici dinamiklerin taşıyıcısı durumundadır.
CHP tabanına yalnızca türban özgürlüğü ya da Kürt sorunu üzerinden bakıldığında haklı gibi görünebilecek olan tutucu-statükocu ve anti demokrat değerlendirmesi; kadın hakları; sendikal örgütlenme başta olmak üzere örgütlenme hakları; demokrasinin daha katılımcı biçimler alması; yerel, etnik ve dini kökenleri siyasette önemli görme/görmeme gibi genel demokratik kıstaslar açısından bambaşka bir sonuç ortaya çıkaracaktır. Dahası benim yüzlerce CHP’li ile yüz yüze görüşmelerde tanıklık ettiğim çok daha ilginç bir gerçek var: CHP’lilerin belirleyici bir ağırlığı bugün Kürt sorununda ve türban konusunda tutucu bir refleks gösterirken, “Peki Kürt ve Türk federasyonlarından oluşan Birleşik Sosyalist Cumhuriyet koşullarında da bu aynı olumsuz yaklaşımı gösterir misiniz?” sorusuna çok büyük bir ağırlıkla ”hayır o durum başka” yanıtını vermektedirler. Çözümün çağdaş laik demokrasiyi, yurttaş egemenliğini ve emperyalizmden bağımsızlığı pekiştireceğine ve “bölünme” talebiyle birleşmeyeceğine ikna edilmek koşuluyla, bu kesimlerin Kürt halkının bütün temel haklarının verilmesine rıza gösterme olasılığı sanıldığından çok daha yüksektir.
Demek ki CHP tabanındaki tepki Kürt sorununun ve laiklikle ilgili sorunların her türlü çözümüne değil bugünkü çözümüne bir karşıtlıktır. Zira çok da haksız olmayan bir biçimde bugünkü çözümün gericileşme ve emperyalist hakimiyetin ülkede ve bölgede artması sonucunu doğuracağını düşünüyorlar. Onaylanmasa bile anlaşılabilir olan bu durum, hem CHP tabanının demokrasi alanındaki çelişkili tutumunun, hem de CHP parti yönetimi ile CHP tabanı arasındaki hoşnutsuzluğun esas olduğu zorunlu birlikteliğinin çözümlenmesi olanağını da bize vermektedir.
CHP tabanı açısından gericileşmeden ve emperyalizme daha bağımlı hale gelmeden çağdaş bir demokrasi yolunda ilerlemenin bugünkü mümkün tek seçeneği Kemalizme ve Cumhuriyet değerlerine sahip çıkmak gibi gözükmektedir. Ama aynı zamanda bu dengeden hoşnutsuzluğunu, gericiliğe ve emperyalizme de barikat çekebilecek güçte daha sol ve özgürlükçü seçeneğe olan özlemini de korumaktadır… Gezi eylemlerine yoğun CHP’li katılımı ve bu tabanın Kemalizme ve Cumhuriyete yönelik olumlu sloganlar atmakla birlikte şoven ve inanç özgürlüğünü hedef alan bir tutumla öne çıkmaması bu açıdan bir başka önemli kanıt olmadı mı?
Türkiye sosyalizmi, Kemalizm ve demokrasi…
Türkiye Sosyalizmi’nin Rusya okulu olarak nitelenebilecek olan M.Suphi ve arkadaşlarının Karadeniz’de yok edilmelerinin ardından Türkiye sosyalizmine damga vuran Ş.Hüsnü ekibinden 1980′lere kadar -60 öncesinin H.Kıvılcımlı’sı, 60 sonunun İbrahim Kaypakkaya’sı dışta tutulacak olursa- Kemalizmle sosyalist hareket arasında, hemhal olmakla eleştirel destek vermek arasında salınan, çok yakın bir ilişki olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Bolşevik Devrimi’ne yakından ve içeriden tanık olan M.Suphi ve arkadaşlarının aklında bir milli kurtuluş hareketi olarak gelişen Anadolu Devrimi’nden bir sosyalist devrim çıkarmakta varken; Ş.Hüsnü TKP’si sosyalist iktidar amacını erken bularak geleceğe erteliyor ve o günün en temel görevi olarak Kemalizmi gidebileceği en ileri noktaya itelemeye dayalı eleştirel destek politikasını yerleştiriyordu. (Ayrı ve uzun bir tartışma olan bu konuyu ve burada dillendirdiğimiz iddiaları ayrıntılarıyla okumak isteyenlere “ Türkiye Sosyalizmi – Başlangıçtan 1960’a- başlıklı çalışmamızı önererek, asıl konumuza dönelim. )
Bu yaklaşım doğrultusunda da Kemalizmin laiklik adı altında modern Sünniliği esas alan bir yapı kurması; uluslaşma sürecinde Kürt nüfusu dışlayıcı bir Türk milliyetçiliği geliştirerek Kürtleri asimile edici bir politika uygulaması; emperyalizmle uzlaşma çizgisinin kısa süre içinde yeniden uç vermesi; köylülük sorunu ve aşiret yapısı konusunda feodalizmi çözücü radikal ekonomik-toplumsal adımlara yönelmek yerine anti feodal tutumların kültürel ve eğitsel çerçeve içine sıkıştırılması gibi burjuva devrimin sınırlılıklarını ve çok daha önemlisi işçilerin/emekçilerin sendikal ve siyasal planda örgütlenmesinin önündeki ağır yasaklara karşı eleştirel bir tutumdan ziyade, uzlaşıcı ve destekleyici bir politika izlendi. Kemalizmin Kürt sorununu şiddet ve asimilasyon yoluyla çözme girişimi anti feodal mücadelenin bir parçası olarak değerlendirilip desteklendi. İktidarın anti komünist operasyonları ve işçi örgütleri konusunda yasaklayıcı ve baskıcı tutumu, Kemalizmin genel ilericiliği adına katlanılması gereken kötülükler olarak görüldü ve büyük ölçüde sessizlikle geçiştirildi.
Kemalist devrimin tüm bu sınırlılıkları nedeniyle Kemalizmin batıdaki (Türklük diyelim) ile doğudaki (Kürtlük diyelim) ve büyük kentlerdeki (modernleşenler diyelim) ile Anadolu’daki (geleneksellik- köylülük diyelim) sonuçları eşit olmadı. Gerçi her burjuva ulus devlet inşası özü itibariyle böyledir ama tarihsel, sınıfsal ve ideolojik kısıtlar nedeniyle Kemalizmde çok daha fazla böyle olmuştur. Sonuç itibariyle devrimin nimetlerini/kazanımlarını pek tadamayan Kürtler, aşiret yapısının ve feodalizmin tutsağı olmaya devam ettikleri gibi bir de kimliklerinin tehdit altında olduğu izlenimiyle devrimle ve Cumhuriyetle büyük ölçüde bütünleşme yaşayamadılar. Kemalizmin salt Kürtleri entegre etmek amacıyla öne çıkardığı yeni “Sünni devlet kimliği” de şafi ağırlıklı Kürtlerdeki bu yargıyı değiştirmeye yetmedi. Yine geleneksel ilişkiler içindeki yoksul Anadolu köylülüğü de devrimle birlikte hayatlarında olumlu anlamda ciddi bir ekonomik ve sosyal dönüşüm yaşandığını hissedemediler. Kaderleri yine yerel ağa ve eşraflara bırakıldı. Hayatlarında devrimin önemli kazanımlarını hissedemeyen köylülerin kaderi de bir kültürel anti feodalizm kampanyası ile karşılaşmak oldu. Ama bütün bunlara karşın taşra halkı, Kemalist devlet örgütlenmesi kurumsal bakımdan daha taşrayı kesin biçimde fethetmeden önce laik yaşam biçimini benimsemek konusunda önemli mesafeler almış durumdaydı. Zaman içerisinde laik yaşam biçimini gerileten bir sürecin yaşanmasında Kemalizmin –yukarıdan devrimci bürokratik elit karakteri değil- burjuva karakteri rol oynamıştır. Ağa ve eşraf ittifakını tek çare gören Kemalistler Anadolu halkının ekonomik ve soysal yaşamına ciddi bir kazanım getirememişler ve devletçilik dönemi ile 2. Dünya Savaşı yıllarında uyguladıkları kırsal alana yönelik baskıcı politikalarla, devrim ile Anadolu halkı arasına, dinci bir tampon girmesine neden olmuşlardır. Bu dinci tampon DP döneminde biraz daha güçlendirilmiştir. Ama tüm bunlara rağmen buralarda eşrafın laik sembollerden dinsel sembollere kayması ancak 60’lı yıllarda belirginleşmeye başlamış ve halkın ciddi boyutlarda dinci-muhafazakar ideolojinin prangalarıyla teslim alınabilmesi ise ancak 1980’li yıllardan sonra yaşanan gelişmelerle ve izlenen politikalarla mümkün olabilmiştir. 1980 öncesinde var olan genel taşra muhafazakarlığıyla bugün taşra burjuvazisinde temsil edilen ve baskıcı-yasakçı zihin dünyasıyla sosyal yaşamı da derinden belirlemeye başlayan dinci-siyasal muhafazakarlık arasında çok önemli farklılıklar olduğu apaçık ortadadır. Yani bugün görüldüğü biçimiyle taşra burjuvazisi ile taşra halkı arasındaki yaşam biçimi ve siyasi davranış ortaklığı zaten hep var olan değildir. Zaman içerisinde ve özellikle de 1980’den sonra üretilmiş/yaratılmış bir durumdur.
Kemalizmin Kürt ve Türk ağa, aşiret reisi, eşraf vb. ile uzlaşıcı bir tavra yönelmesi nedeniyle ekonomik ve sosyal devrim ve dönüşümle birleşmeyen bu kültürel dönüşüm dayatması, Anadolu köylüsünde devrime ilişkin tersine reaksiyon doğurdu. Ş,Mardin’in deyişiyle devrimi sadece “öğretmen”le ve “kılık kıyafet”le kırsala taşamaya çalışan Kemalistlerin bu çabası, kırsaldaki ağa-eşraf ve ”imam”ların karşısında çok sınırlı bir etkiye sahip oldu. Devrimin kökleştiği toplumsal kesimler ise büyük kentler nüfusu ve kerhen Aleviler oldu. Aleviler “Geleneksel Osmanlı Sünni İslamı“nın yerine daha “modern ve esnek Cumhuriyet Sünni İslamı” nın getirilmesi nedeniyle görece rahatladılar ve devrimi desteklediler ama devletin Sünni karakterinin sürdürülmesinden dolayı da bu, kerhen bir destek oldu. Modern kentlerde, kırsalın aksine, “totaliter bir tasallut yaratan” Cumhuriyet, burjuva devrimin kazanımlarını bu bölgelerde daha fazla realize edebildi. Bireyin oluşumunu sağlayan kapitalist ilişkiler, kadınların sosyal ve ekonomik hayata katılımı, eğitim ve sağlık hakkı ve nispeten güvenceli istihdam koşulları gibi alanlarda büyük kentlere devrimin olumlu kazanımları daha fazla yansıdığı için buralarda kılık kıyafet vb. gibi tüm kültürel transformasyon çabası da daha fazla başarı kazandı ve kök saldı.
İşte sol, Kürt sorunu, laiklik, köylülük-toprak sorunu gibi konularda burjuva devrimin etkin bir eleştiricisi olamadığı ve aksine Kemalist’lerin tüm bu alanlardaki uygulamalarını da destekler göründüğü için Kemalist devrimin sınırlılıklarından daha ilerici bir dinamik üretme şansı yitirildiği gibi, bu bölgelerin daha geri siyasetlerin rahatlıkla at oynattığı alanlara dönüşmesine; sol ve sağ kavramlarının -sınıfsal içeriği ile değil de- çarpık biçimde kültürel kodlar üzerinden algılanmasına fiili ve ideolojik anlamda destek sunmuş oldu. Ayrıca kentsel sınıfsal mücadelede bu tutum sosyalist mücadele içerisindeki emekçi kesimler içinde bile Kemalizmin - çoğu zaman sosyalizmden bile daha güçlü biçimde- kendisine köklü bir etki alanı yaratmasına hizmet etti.
Sosyalistler ve demokrasi…
Sosyalistlerin o dönemdeki demokrasi anlayışı anti emperyalist ve anti feodal çizgiyi ve kalkınmacı bir ekonomizmi aşabilen bir anlayış değildi. Ayrıca Kemalizmin karşısındaki güçlü gerici bloğun devrimin kazanımlarını tümüyle berhava edebileceğine ilişkin değerlendirme; Kemalizmin sınırlı demokrasi anlayışındaki ciddi eksikliklerinin bile gereği biçimde eleştirilmesini engelledi.
Kemalist halkçı demokrasi anlayışından devrimci halkçı demokrasi anlayışına uzanan bağımsızlıkçı-kalkınmacı anlayışın demokrasi anlayışı “bağımlılık, geri kalmışlık, feodalizm, vb. varken demokrasinin sağlanamayacağı” temel savı üzerinde yükselmekteydi. Aslında bağımsızlıkçı-kalkınmacı solun siyasal yazını izlendiğinde eleştirilen güdük parlamenter demokrasiye karşı alternatif olarak devletçi, planlı ve kalkınmacı bir otoriter rejimin öngörüldüğünü görmek hiç de zor değildir.
Fakat bu genel çizginin yanında çok daha cılız olarak, sosyalist hareket içinde demokrasinin “liberal” tanımına yakın olanlarda bulunmaktaydı. Bu kesim, demokrasinin sosyal, ekonomik ve sınıfsal boyutunu iyice silikleştirmekte, demokrasiyi parlamenter demokrasinin sınırları içerisinde biçimsel bir siyasi ve hukuki eşitlik ve bu hak ve eşitlikler düzenin genişletilmesi olarak ele almaktaydı. Ayrıca başta ordu olmak üzere asker-sivil bürokrasinin burjuva sistem içinde görece özerk ve önemli bir konuma sahip olması gibi Türkiye’de ki burjuva gelişim sürecinin bazı özgünlükleri de demokrasi konusunda, sistemin bir burjuva sistem olmasından daha çok öne çıkarılmaktaydı.
1960′ların sonuna doğru bu süreç değişmeye başladı. 27 Mayıs Darbesi ve 1961 Anayasası’nın ve ardından yaşanan sol yükselişin iki yönlü etkisi oldu. Bir yandan Kemalizm ve ordu konusundaki zaafları depreştirdi ama diğer yandan da sosyalist solun örgütlenme haklarının genişlemesi ve kitleselleşme olanağını yakalamasıyla demokrasi konusunda kalkınmacı paradigmanın dışına çıkılmaya başlandı. Örgütlenme hakları ve kitleselleşme çabalarıyla Kemalizmin Kürt sorunu, laiklik, köylülük sorunlarındaki yanlışlarını görme/aşma problemiyle pratik olarak karşı karşıya geldi. 71 Hareketi bu açıdan daha ciddi bir atılım yaşadı ve 80′lerde sosyalist hareket daha fazla “halklaşmaya” başladı…
Ama Kemalizmle asıl hesaplaşma 1980 sonrasında gündeme geldi. Kürt hareketinde yaşanan yükselişinde motive edici etkisiyle sol örgütler Kemalizmin etkisinde kalmış olmayı kendi yenilgilerinin önemli nedenleri arasında değerlendirdiler ve yaygın bir “Kemalizmden kopuşma” mesaisi yaşanmaya başladı.
1980 sonrasında artık sosyalist hareket içerisinde Milli Mücadele yıllarının Kemalizmi genel olarak yine tarihsel ve siyasal bakımdan ileri bir hamle olarak değerlendirilmekle birlikte; bir Kürt sorunu, feodalizm-köylülük sorunu, emperyalizmle ilişkiler ve laiklik konularında Kemalizmin ciddi biçimde eleştirilmesi gereken tutumları olduğu genel kabul görüyordu. Özellikle 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin Atatürkçülük adı altında sola ve sosyalizme karşı bütün gerici güçlerle ittifak içinde gerçekleştirdiği saldırılar; Kemalizmle ilgili “umut var” yaklaşımlarını geri plana iterken; onun en fazla vücut bulduğu ordunun ”gerici burjuva devlet aygıtının mücadele edilmesi gereken bir parçası” olarak değerlendirilmesinin yaygınlaşmasına yol açıyordu. Sosyalist kesimlere egemen olmaya başlayan demokrasi anlayışına göre; demokrasi mücadelesi burjuvaziyle birlikte değil burjuvaziye karşı verilecek bir mücadeleydi. Demokrasi mücadelesi ilk olarak ezilen kesimlerin demokrasi bilincini ve deneyimini geliştirmeleri için; ikinci olarak ”burjuva demokrasisi” nin ezilenler için şartlı, çifte standartlı ve sınırlı niteliğinin pratik vesilesiyle de görülüp kavranabilmesi için; üçüncü olarak da bu sınırların, şartların ortadan kaldırıldığı ezilenlerin demokrasisini kurma bilincinin yaygınlaşabilmesi için verilmesi gereken çok önemli ve zorunlu bir mücadeleydi.
1990′lar “geçmişe ricat” ve solda liberal demokrasi anlayışının güçlenmesi…
Türkiye sosyalizminin H.Hilmi, E.Adil gibi simalarda simgeleşen bir liberal kanadı geçmişte de vardı ama 60′larda Aybar’ın TİP’i ile bu eğilim daha görülür ve etki bırakır bir hal almıştı. Buna karşın liberal sosyalizm anlayışı 1990′lar öncesinde sosyalist solun hep zayıf bir yanı olarak var olagelmişti.
12 Eylül Darbesi’nin yenilgi ve umutsuzluk ortamında yeşermeye başlayan liberal sosyalizm anlayışı, 1990′ların ardından reel sosyalizmin çöküşü ve sermayenin küresel neoliberal ideolojik saldırısının rüzgarı ile ilk kez sol içerisinde kendisine önemli bir alan açmaya başladı.
Demokrasiyi askerin sivil karşısında geriletilmesine, etnik ve mezhepsel kimliksel hakların tanınmasına ve seçim sandığına indirgeyen ve Türkiye’nin küresel sermaye ile bütünleşmesini demokratikleşmenin önkoşulu gibi gören liberal sol anlayışlar bu çerçeve içerisinde AKP iktidarının aktif bir destekçiliğine soyundular.
Dahası liberalizmin alanı içinde tanımlanamayacak bazı sol çevrelerde, Kemalizmin bir burjuva devrimin ideoloji ve pratiği olduğunu unutarak ya da burjuva devrime kendisinden öte anlamlar yükleyerek, Kemalizmin işçi ve emekçi örgütlenmesine düşman, anti-komünist bir öz taşıması gerçeğinden kalkarak, Türkiye’deki burjuva devrimin, Osmanlı monarşisine karşı atılmış önemli tarihsel ve siyasal bir adım olduğu gerçeğini önemsizleştirmeye başladılar.
AKP hükümetinin emperyalizme bağımlılığı daha da derinleştirdiğini ve burjuva cumhuriyetin kazanımlarını yok ederek Türkiye’yi yeni bir ortaçağa taşıdığını düşünen diğer bir kesim de, adeta geçmişteki pozisyonlarına yeniden ricat ettiler.
Ama tüm bunlara karşın sosyalistlerin içinde azımsanmayacak bir kesim, egemen sınıflar içindeki taraflaşmayı da yansıtan bu ikileme teslim olmayarak, demokrasi ve özgürlükler alanında AKP gericiliğine karşı mücadele etmeyi ama bunu yaparken de Kemalizme ilişkin mesafesini ve eleştirel tutumunu sürdürmeyi başarabildiler; başarıyorlar.
Sonuç yerine…
Kemalizm, sosyalistlerin bulunduğu yerden “kapsanarak inkar edilmesi”, “aşılması” gereken özü itibariyle bir burjuva ideolojisidir. Diğer burjuva uluslaşma süreçleri gibi sevapları ve çok önemli eksiklikleri ve ciddi günahları içinde barındırmaktadır.
Ne var ki Kemalizmin her eleştirisini olumlu, demokratik, özgürleştirici saymak da, tarihsel ve sınıfsal bakış açısından yoksun bir yaklaşımdır. Kemalizmin özellikle Kürt sorunu ve laiklik kavrayışındaki esiklikleri görmek ne kadar önemli ve gerekliyse; kimlik sorunlarına daha fazla toleranslı yaklaşan her akımın demokratik ve özgürleştirici olduğunu düşünmekte en hafif deyimiyle siyasal bir körleşmedir. “…kuşkusuz ki, etnik/dinsel kimliklere ilişkin hak ve özgürlükler de demokrasinin önemli bileşenlerinden biridir. Fakat kendi başlarına etnik-mezhepsel haklar ile demokrasi arasında bire bir bağlantı yoktur. Demokrasi en başta ve her şeyden önce sınıfsal bir sorundur. Etnik/dinsel alanda ortaya çıkabilecek kısmi otonomiler örgütlenme ve eylem alanında altsınıfların artan özgürlükleri ile birleşiyorsa demokrasiye; yok eğer bu uygulamalar alt sınıfların eylem ve örgütlenme alanında daha fazla baskılanması ile birleşiyorsa yalnızca modern bir cemaatler düzenine; yani toplumsal partikülarizme kaynaklık ederler.“ (Demokrasi = Parlamento+oy hakkı+sivillik? -Mahmut Üstün- Sendika Org.)
Burjuva modernizminin ilerle(t)meci otoriterizmini, burjuva post-modernizm’inin aydınlanma karşıtlığı ile aşamayız… Kemalistler kendi dönemlerine göre sınırlılıklarla ve hatalarla dolu olsa da ileriye bakıyorlardı… Şimdikiler ise geriye bakıyorlar.
Kemalizmi özgürlükçü ve eşitlikçi bir yaklaşımla elbette aşalım… Ama cemaat birliği ile kelepçelemek kaydıyla, etnikliklere sözüm ona “hoşgörü” (ne demekse?) ile yaklaşıyor diye atomize edilmiş bir toplumsal doku üzerine yükselmeye çalışan modern monarşizmin naif, tütsülenmiş kurbanları olmaya doğru da kafalarımızı uzatmayalım.
Aydınlanmayla özgürleşme sürecine girmiş olan beyinlerimizi, doğanın ve evrenin kardeşliği fikrinin kaçınılmaz kıldığı huzursuzlukla şenlendirdiğimiz ve zenginleştirdiğimiz yüreğimizi, etnikliğin, cemaatçiliğin ve mezhepçiliğin daraltıcı, düşmanlaştırıcı ve hiyerarşiye tapıcı vahşi (coşkun) duygusuzluğu ile huzurlu kafeslere dönüştürmeyelim…
Burjuva devrim dönemi bütün eksiklik ve çarpıklıklarına karşı monarşiye ya da meşruti monarşiye karşı seçime dayalı parlamenter demokrasi, iktidarın tekleşmesine ve merkezileşmesine karşı güçler ayrılığı, dine karşı bilim, tebaaya karşı yurttaş, cemaate karşı toplum, şefaat yerine yurttaş hakları, örgütlenme hakkı, kadının özgürleşmesi, alt sınıfların örgütlenme hakkı, gösteri hakkı, basın özgürlüğü vb. gibi konularda keskin ve belirleyici bir dönemeçtir.
Oysa bugünkü AKP hükümeti ise güçlü otoriter yönetim, bilime karşı din, yurttaşa karşı tebaa, topluma karşı cemaat, dar bir temsiliyet, kadının geleneksel rolüne ve dinsel kimliğine döndürülmesi, alt sınıfların bağımsız örgütlenmesine karşıtlık, basın özgürlüğüne geniş sınırlama, yurttaş hakları yerine şefaat… Sınıfların varlığı yerine Kemalist makro korporatizmden çok daha gerici bir İslami mikro korporotizme geçişin temsilciliğini yapmaktadır.
Kemalizmin işçi ve emekçi örgütlenmesine düşman, anti-komünist bir öz taşımasını, Kürt sorunu, azınlıklar sorunu ve laiklik konusundaki ciddi hatalarını ve suçlarını, anti emperyalizm ve anti feodalizm konusundaki zayıflıklarını görmemek sosyalist politika açısından ne kadar kabul edilemezse, bu olumsuz gerçeklerden kalkarak, Türkiye’deki burjuva devrimin, Osmanlı monarşisine karşı atılmış önemli tarihsel ve siyasal bir adım olduğu gerçeğini önemsizleştirmeye çalışmak da sosyalistçe bir yaklaşım olmayacaktır.
Böyle bir tutum bizleri genel olarak devrim fikrini önemsizleştirmeye götürebileceği gibi; öte yandan da neoteokratik ve neoliberal politikaların “kimliksel haklar havucu”yla yürüttüğü anti Kemalizmini, salt bu nedenle ilerici görmek, küresel sermayenin ve gericiliğin güncel politikalarının oyuncağı olmak sonucunu doğuracaktır.
Bize başka bir yol lazım. Sosyalistlerin hedefi “yeni bir dünya mümkün”ü insanlığın gündemine getiren burjuva aydınlanma sürecinin sosyalist bir aydınlanma süreci ile aşılmasıdır. Bizleri “cemaatçi hoşgörü” propagandasıyla burjuva aydınlanma sürecinin de gerisine çağıran küresel kapitalizmin “yeni ortaçağ”ına vagon olmak değil…
MAHMUT ÜSTÜN-SENDİKA.ORG