AGAM
Avrasya Global Araştırmalar Merkezi
Taksim Olayları Analizi
Prof. Dr. İdris Bal (AGAM Başkanı)
 
Taksim Olayları Nasıl Bir Ülkenin Gündemini İşgal Etti?

Taksim olayları çevre duyarlılığı ile başlayıp şekil ve içerik değiştirerek, çevre duyarlılığının ötesinde Sayın Başbakan’a ve hükümete yönelik genel bir tepki halinde, şiddete de başvurularak ülkenin başka şehirlerine yayılmıştır. Bu olayların objektif bir şekilde analiz edilmesi ve gerekli derslerin çıkartılması ülkemizin genel menfaatleri bağlamında büyük önem arz etmektedir. Öncelikle demokrasi, kurumlar ve kurallar rejimidir. Demokrasilerde hürriyetler başkalarının hürriyetlerinin başladığı yerde biter. Demokrasiler herkesin, her istediğini, her şekilde, her yerde, her zaman gerçekleştirebileceği rejimler değildir. Aksi takdirde demokrasi istikrarın ve düzenin rejimi olmaz, kaos ve anarşinin öbür adı olurdu. 

Çok partili sistemin gerekliliği gibi, belli periyotlarda gerçekleştirilen seçimler de demokrasinin olmazsa olmaz ön şartlarındandır. Doğal olarak, demokrasiler sadece düzenli aralıklarla gerçekleştirilen seçimlerden ibaret değildir. Yani, hiçbir parti veya yönetici “artık bana görev verdiniz bir dahaki seçime kadar bana karışmayın” deme lüksüne sahip değildir. Yine demokrasinin olmazsa olmaz prensiplerinden biri de ifade ve örgütlenme hürriyetidir. Bu çerçevede demokrasilerde seçimler sonrasında muhalefet partileri, üniversiteler, düşünce kuruluşları, medya, sivil toplum örgütleri ve vatandaşlar; düşüncelerini, eleştirilerini, önerilerini yazılı ve görsel basın aracılığı ile olduğu gibi, gösterilerle, mitinglerle ve başka farklı şekillerde de ortaya koyabilir. Fakat burada yine kurumlar ve kurallar rejimi olan demokrasilerde, ifade hürriyetinin ve örgütlenme hürriyetinin ve eleştirinin sınırı şiddet kullanmamak, tepkisini demokratik gelenekler içerisinde ve hukukun sınırları içerisinde ortaya koymaktır. Aksi takdirde bu sınır aşılırsa bu fiilin kendisi suç haline gelir ve cezalandırmayı gerektirir. 

Türkiye Cumhuriyeti ise her ne kadar Osmanlı sonrası o günün şartlarında iç ve dış dinamiklerin baskısıyla çok partili sistem olarak kurulamasa da, 1946’dan bugüne Türkiye’de çok partili sistem bulunmaktadır. Her ne kadar darbelerle, müdahalelerle kesintiye uğrasa da, her müdahaleden sonra yeni dersler alınarak Türk demokrasisi güçlenmektedir. Günümüzde ulusalı ve yereli ile yüzlerce televizyon kanalı, gazete, sosyal medya Türkiye’de faaliyet göstermektedir. Yine aynı şekilde Türkiye farklı sivil toplum kuruluşlarının, düşünce kuruluşlarının özgür hareket edebildiği bir ortamı yaşamaktadır. Hatta bu yüzden Türkiye’nin Arap baharı yaşanan ülkeler için bir esin kaynağı ve bir model olduğu söylenebilir. 

Bu çerçevede taksim olaylarına balkıdığında aşağıdaki tespitler, öneriler ortaya koyulabilir: 

1. Öncelikle taksim olayları çevreci bir duyarlılıkla ve az sayıda insanını katılımıyla başlamıştır. Fakat görünürde bu az sayıda çevre duyarlılığına sahip insanlara yönelik müdahalenin şekli ve onlarla yeterince diyaloğa geçilememesinin neticesinde muhtemelen fırsat bekleyen belirli odakların sahneye çıkmasıyla olayların muhtevası ve şekli tamamen değişmiş, olaylar taksimde ne olduğu ya da ne olacağı ile ilgili olmaktan çıkmış, daha ziyade öncelikle Sayın Başbakan’a ikinci derecede ise hükümete yönelik genel bir hoşnutsuzluk ve tepki haline dönüşmüştür. Olaylar taksimde ilk başladığı şekilde barışçıl ve demokrasinin sınırları içerisinde kalmamış şekil değiştirmiş, aşırı şiddet kullanılmaya başlanmış, kamu malları başta olmak üzere bankalar, işyerleri, otobüsler, özel arabalar, kısacası, kalabalıklar önlerine ne çıktıysa tahrip ederek gösteriler yapmaya başlamışlardır. Başka bir değişle, taksimde saygıdeğer bir duyarlılıkla ve barışçıl bir amaçla başlayan protesto, ülkenin dört bir tarafına şiddet kullanan yakıp yıkan ve ne istediği de tam belli olmayan bir isyan şeklinde yayılmış ve günlerce ülkenin çoğu yerinde hissedilmiştir. Daha sonra, yine, olaylar gerek duran adam formatında şiddeti dışlayarak, gerekse şiddet de içeren bir formda devam etmiştir ve etmektedir. 

2. İkinci olarak, birinci sınıf demokrasinin var olduğu ülkelerde halka mal olmuş, tüm gözlerin üzerinde olduğu mekânlarla, meydanlarla ilgili tüm projeler halkla danışıklı bir şekilde, halkın onayı alınarak gerçekleştirilir. Zira demokrasilerde meşruiyetin kaynağı halktır. Bu ise sıklıkla anket düzenleyerek ve mini referandumlarla yapılır. Taksim’de ise projeyle ilgili yeterli bir şekilde anketlerin yapılmamış, yerel halkla danışıklı bir şekilde süreç götürülememiştir. Bu ise daha projenin formüle edilmesi aşamasında ciddi bir sıkıntı olduğunu göstermektedir. Oysa kışla, cami, müze, Alışveriş Merkezi, rezidans yada Londra’daki High Park gibi bir proje için farklı alternatifler hazırlanmalı, hatta bu alternatiflerin neler olabileceği halka sorulmalı, sonrasında alternatifler belirlenmeli idi. Alternatifler belirlendikten sonra ise en çok benimsenen alternatifin ne olduğu yine halkın onayına şu yada bu şekilde sunulmalıydı. Oysa taksim örneğinde, ne alternatifler oluşturulurken, ne de hangi alternatifin benimsenmesi gerektiği hususunda yeterince halka sorulmamış, “en iyi alternatif olduğuna inansak bile” kendi doğrumuz yeterince halka mal edilememiştir. 

3. Üçüncü olarak, demokrasilerde yerel durumlar, yerel politikalar genellikle yerelin gücünü aşacak devasa projeler dışında, yerel yönetimler tarafından formüle edilir ve icra edilir. Merkezi yönetim ise sorunların büyüklüğüne, projelerin büyüklüğüne, yerel yönetimlerin taleplerine binaen yerel yönetimlerin yardımına koşar, onlarla işbirliği yapabilir. Taksim örneğinde ise durum böyle olmamıştır. Merkezi yönetim, özellikle Sayın Başbakan, projenin sahibi, tarafı, planlayıcısı ve yürütücüsü gibi yansımış, yansıtılmıştır. Ne yerel Beyoğlu Belediye Başkanı, ne de İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı projeyle ilgili taraf olarak görülmemiştir. Taraf olarak sadece Sayın Başbakan ve hükümet görülmüştür. Bunun sonucu olarak da, sorun çıktığında birinci derecede Sayın Başbakan, ikinci derecede Ak Parti, üçüncü derecede hükümet, dördüncü derecede ise devlet sorunun tarafı haline gelmiş ve getirilmiştir. Dolayısıyla krizin ve sorunun büyümesine paralel olarak muhatap olduklarından dolayı hem Sayın Başbakan, hem Ak Parti, hem hükümet, hem de devlet yıpratılmaya çalışılmıştır. Oysa demokratik geleneklere göre hareket edilse, yerel bir meydana dair bir proje öncelikle Beyoğlu Belediyesi tarafından çalışılsa, yerel halkla dayanışma ve danışma içerisinde çözümler ve projeler üretilse, Büyükşehir ile işbirliği içerisinde son hali verilse, anketler ve mini referandumlarla halkın ve kamuoyunun desteği alınsa ve uygulansa idi zaten bir sorun ortaya çıkmazdı. Velev ki, bir sorun çıkarsa böyle bir durumda da, sorunun krizin tarafı birinci derecede Beyoğlu Belediyesi, ikinci derecede de İstanbul Büyükşehir Belediyesi olurdu. Böyle bir kriz yada kaos durumunda ise hükümetin başı olarak Sayın Başbakan krizin, sorunun tarafı olarak değil, kriz çözücü ve sorun çözücü olarak devreye girer, gerekirse yerel yöneticilere telkinlerde bulunur, halkla yöneticiler arasında ara bulucu ve kriz çözücü rolü oynayabilirdi. Hatta siyasi yaptırım bağlamında sayın başbakan söz konusu belediye başkanlarını hatalı buluyorsa onları eleştirebilir ve hatta gelecek dönemde partinin yerelde farklı isimlerle, adaylarla yoluna devam edebileceğini ima edilebilirdi. Oysa Sayın Başbakan yanlış yönlendirilmiş, bu böyle olmasa bile kamuoyuna yansıdığı kadarıyla krizin damardan tarafı haline getirilmiştir. Bu ise stratejik bir hata olmuş, pusuda bekleyen, kaostan nemalanan illegal yapılanmalara fırsat verilmiştir. 

4. Dördüncü olarak, 2002’de AK Parti iktidara geldikten sonra, 1950-1960 arası Menderes döneminde, 1965-1970 arası Demirel döneminde, 1983-1991 arası Özal döneminde olduğu gibi bir istikrar ve buna paralel olarak ekonomik gelişme ve kalkınma, dış siyasette ise daha aktif bir dönem başlamıştır. Bunun temel sebebi ise bahsi geçen önceki dönemlerde olduğu gibi siyasi istikrarın olması ve koalisyonun olmamasıdır. Her ne kadar AK Parti döneminde 2010 yılında referandumla gerçekleşen anayasa değişikliği ile somut bir şekilde görüldüğü gibi, demokratikleşme yolunda adımlar atılsa da, bir çok müdahaleye maruz kalan, geçmişte siyasal, mezhepsel farklı şekillerde kutuplaştırılmış, aşırı sağ ve sol illegal yapılanmaların yoğun bir şekilde faaliyet yürüttüğü ülkemiz tamamen bu sorunlardan yada bu sorunların kalıntılarından temizlenememiştir. Fakat 2002’den itibaren siyasi istikrarla gelen huzur ortamından dolayı halkın büyük kesiminde olduğu gibi yöneticilerin de büyük bir kısmında artık Türkiye’de darbe olmaz, illegal yapılanmalar abartılmamalı, Türkiye küresel bir güç oldu… gibi algılar abartılı bir şekilde güç kazanmış ve bu durum ise, daha ihtiyatlı olmayı, tedbiri, mücadeleyi geri plana itmiştir. Oysa taksim olaylarının ikinci evresinde, yani olaylar tüm ülkeye yayıldığında ve şiddet kullanılmaya başlanıldığında görülmüştür ki, pusuda olan illegal yapılanmalar harekete geçmiş, fırsat bu fırsattır mantığı ile ellerinden gelen provokasyonu ve tahribi yapmışlardır. Öyleyse unutulmamalıdır ki, demokrasilerde, demokrasilerin sağladığı ifade ve örgütlenme hürriyetini suiistimal etmek isteyen illegal örgütlenmeler her zaman var olacaktır. Aynı zamanda demokrasiler kendilerini koruyacak araçlardan da mahrum değildirler. Demokrasiler kendilerini illegal yapılanmalara karşı istihbaratlarıyla, kolluk güçleriyle, yargısal olarak, kamuoyu oluşturma bağlamında medyayla, üniversite ile ve düşünce kuruluşlarının entelektüel ürünleriyle korurlar.

Ülkemizde yapılması gereken, bardağın hem dolu, hem de boş tarafını dikkate alarak, özellikle Türkiye gibi defalarca darbe ve müdahalenin yaşandığı, aşırı sağ ve sol örgütlerinin aktif olduğu, vatandaşımızın geçmişte kutuplaştırıldığı, ülke menfaat ve kaynaklarının israf ettirildiği, mezhep çatışması için yoğun çabaların harcanıldığı Maraş ve Sivas gibi olaylarla sabit olan bir ülkede, ne kadar istikrar olursa olsun, ne kadar demokratikleşme yönünde somut adımlar atılırsa atılsın, ne kadar fazla oy alınıp siyasi istikrar olursa olsun, illegal yapılanmalarla mücadele hem istihbari olarak, hem kolluk kuvvetleriyle, hem yargısal olarak, hem de entelektüel olarak devam ettirilmelidir. Bu bağlamda özel yetkili mahkemelerin yeniden ihdası gibi düzenlemeler bile tekrar tartışılabilir. 

5. Beşinci olarak, Taksim olayları ile ilgili genel olarak siyasetin ve siyasetçinin duruşu da değerlendirmeye, eleştiriye tabi tutulmalıdır. Bir taraftan Türkiye’de neredeyse herkesim darbeleri eleştirme noktasında hemfikirken, parti farkı gözetmeksizin siyaset ve siyasetçiyi değerlendirmeye tabi tutma, eleştirme noktasında aynı durum söz konusu değildir. Zira olgun ve başarılı siyaset ve siyasetçi olsa idi acaba darbeler ve müdahaleler bu kadar sıklıkla gerçekleşebilir ve bu kadar geniş taban bulabilir miydi, sorusu da her zaman akla gelmektedir. Bir tarafta 12 Eylül darbesini yapanlar eleştirilip sembolik bile olsa yargı önüne getirilirken, diğer taraftan 12 Eylül darbesine ve diğer darbe ve müdahalelere giden süreçte siyasetçilerin, partilerin oynadığı rol, yapılan hatalar eleştiri dışı kalmamalı, dersler çıkartılmalı, aynı hatalar günümüzde tekrarlanmamalıdır. Örneğin, zamanın Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün görev süresi bittiği için anayasal görevi olan yeni Cumhurbaşkanını seçebilmek için meclis acaba kaç defa toplanmış, acaba anayasal görevini o zamanın meclisi, siyasetçileri yerine getirebilmiş midir? Maalesef, zamanın meclisi, siyasetçileri, partileri ciddi bir sınav verememiş, olgun ve sorumlu bir duruş sergileyememiş, lakaytlık, ciddiyetsizlik ve sorumsuzluk içerisinde tam 114 defa toplanmış ve yine de yeni Cumhurbaşkanını seçememişlerdir. Bu ise meclisimizi, siyasetçimizi, sorumsuz, yetersiz göstererek darbeye giden süreçte ciddi rol oynamış, darbecilerin ekmeğine yağ sürmüştür. Taksim olayları ile ilgili olarak siyasetimiz ve siyasetçimizin duruşu büyük önem arz etmektedir. Acaba sorumlu olgun bir duruş mu sergilenmiştir, yoksa fırsatçı, siyasi rant elde etmeye matuf bir duruş mu sergilenmiştir? Bu çerçevede taksim olaylarıyla ilgili siyasetimizin ve siyasetçimizin duruşuna baktığımız zaman hem olumlu, hem de olumsuz örneklerle karşılaşıyoruz. Objektif bir gözlemle bakıldığında taksimde başlayıp ülkeye yayılan olaylar ülkemize, milletimize, istikrarımıza, ekonomimize, turizmimize, imajımıza, diplomasimize zarar veren ulusal bir problem haline gelmiştir. Öyleyse tüm siyasi partilerimizin ve siyasetçilerimizin ulusal olaylar karşısında ulusal bir duruş sergilemesi bir zarurettir. Olaylar özelde sayın Başbakan’ı daha sonra AK Parti’yi ve hükümeti hedefe koyarak gerçekleşmiştir. Bu çerçevede MHP lideri sayın Bahçeli’nin uyarıları ve bir camianın o topluluklara karışmasını engellemesi takdir edilmesi gereken bir duruş olmuştur. CHP ve BDP için ise aynı yorumu yapmak mümkün değildir. Terör, darbeler, ekonomik kriz nasıl ulusal sorunlarımızsa, bu tip isyan diyebileceğimiz olaylar da ulusal sorundur. Ulusal olaylar karşısında bu ulusun farklı partileri, farklı dinamikleri bu ulusun bir parçası olma sorumluluğu ile hareket etmelidirler. Rant kaygısı hem ulusumuza, hem de siyaset ve siyasetçi imajına zarar verir ve vermektedir. 

6. Altıncı olarak, Türkiye’nin Osmanlının devamı olduğu bir gerçektir. Bu durum Türkiye’ye hem bazı avantajlar getirmekte, hem de bazı sorunları ve handikapları beraberinde getirmektedir. Her ne kadar bizim batıya bakışımız, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla radikal bir şekilde değişse ve hatta batı işbirliği yapılması gereken bir taraf, erişilmesi gereken bir hedef, ideal haline gelse de, maalesef batının bize bakışı benzeri bir evrim geçirmemiştir. Yani batının Türk ve Osmanlı algısı çok gerilerde kalmış, Osmanlı döneminde batının Osmanlı’ya bakışının temel omurgası hala korunmakta, şu veya bu şekilde Türkler, farklı düşünen kesimler olmakla beraber, Batının önemli bir kesimi tarafından hala, bizden olmayan, her an tehdit olabilecek bir unsur olarak görülmektedir. Bu ise Batı’nın Türkiye’ye yönelik tutumlarında belirleyici olabilmektedir. Bu durumda ise bir taraftan Batı’yı yekpare düşünmek, farklı bakış açılarının olduğunu, yukarıdaki yargının ise hala kendini en ağır hissettiren bakış açısı olduğunu hatırlamak gerekirken, diğer taraftan ise, Batıya kızmak yerine belki kendimize kızmak en doğrusu olacaktır. Çünkü bu bizim kendimizi Amerika’daki Avrupa’daki Ermeni lobisi kadar, Rum lobisi kadar hatta ve hatta PKK lobisi kadar bu insanlara anlatamadığımızın göstergesidir. İşte, batının bize sorunlu ve hak etmediğimiz bakışının tezahürünü Taksim olayları neticesinde bir daha gördük. Her ne kadar tüm demokratik ülkelerde de, ABD de Wall Street olayları, Fransa’da Afrikalıların isyanları, İngiltere’de Londra olayları gibi farklı sebeplerle benzeri olaylar ve isyanlar görüldüyse de batı Türkiye’deki olaylara çok farklı bakmış, farklı tepkiler vermiş, Türkiyeyi, hükümeti ağır şekilde eleştiren yorumlar yapmıştır. Bu ise bize batının hasta adam algısını hatırlatmıştır. Oysa Batı, özellikle ABD ve Avrupa Birliği bir dosttur, müttefiktir, cumhuriyetin koyduğu erişilmesi gereken bir hedeftir. Batının şuur altı müktesebatından, yanlış algılamalarından ve bazı şartlanmışlıklarından dolayı takındığı bu tutum Türkiye’deki sorunu daha kompleks hale getirmekte, bundan nemalanmaya çalışan illegal yapıları, kesimleri heveslendirmektedir. Bu bağlamda öncelikle batılı ülkeler başta olmak üzere dünyaya kendimizi, tarihimizi, kültürümüzü daha iyi anlatmak mecburiyetindeyiz. Unutulmamalıdır ki, lobicilik bir gönül işidir, para işi değildir. Lobicilik şirket kiralamakla değil, ülkesi ve milleti için kelle koltukta giden gönül fedaileri ve adanmış insanlarla olur. Bizler ancak böylece taksim olaylarına batının verdiği tepkide görüldüğü gibi haksız tepkilerden kurtulabiliriz. 

7. Yedinci olarak, Türkiye’deki Taksim olayları iç ve dış bazı kesimlerce sanki Arap Baharı’nın Türkiye’ye yansıması şeklinde yorumlanmaya çalışılmıştır. Her ne kadar bazı yanlış algılamalar, yanlış bilgiler olsa da, küreselleşmenin geldiği boyut, ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki muazzam gelişmeler göz önüne alındığında, Türkiye’ye yönelik bazı analizlerin bilgi eksikliğinden ziyade Türkiye’ye karşı hasmane tavrı olan kesimlerin dilek ve temennilerinin yansıtmaktadır. Zira dahil olduğumuz kültür coğrafyasının siyasi otoritesi olan Devlet-i aliye, yani Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecine girmesi ve dağılmasıyla beraber bu kültür coğrafyasının insanları maddi ve manevi olmak üzere iki tür şok yaşamışlardır. Birinci şok maddi olmuştur. Osmanlı yıkılmış, otuzdan fazla yeni suni devlet oluşturulmuştur. Bunların bazıları yabancılar tarafından belirli süre yönetilmiş, Devlet-i Aliye içerisinde son karakol diyebileceğimiz Anadolu ise bir kurutuluş savaşı vermek mecburiyetinde bırakılmıştır.

Manevi şok ise çok daha etkili, çok daha uzun soluklu olmuştur. Devlet-i Aliyenin yıkılması ve dağılması sürecinde bunu gözlemleyen kültür coğrafyamızın insanı hep savaş meydanlarında Osmanlı’nın yenilmez ordularının her defasında yenildiğine şahit olmuşlar, ilimde sanatta, kısacası her gelişmenin, güzelin, iyinin batıdan geldiğini görmüşler ve ciddi bir aşağılık kompleksi içerisine girmişler, özgüvenlerini kaybetmişlerdir. Bazı istisnalar hariç âlimler ve liderler de bu yoruma dahildir. Doğal olarak bu manevi şok yiyen insanlar “öyleyse bizde bir sorun var, benim kültürümde, inancımda hayat tarzımda bir sorun var” noktasına gelmişlerdir. Bunun bir adım ötesinde ise kültür coğrafyamızın insanı kendi değerleriyle, tarihiyle mücadele etme noktasına gelmiş ve bunu çağdaşlık ve ilerleme adına yapmaya başlamıştır. İşte bu kültür coğrafyasının merkezinde bulunan, Devlet-i Aliyenin son karakolu olan Türkiye bu manevi şoktan da ilk kurtulan ülke olmuş, 1950’lerle beraber adım adım normalleşmeye, özgüven kazanmaya, kendi değerleriyle barışmaya, normalleşmeye başlamıştır. Şu anda Türkiye çok partili demokrasisi, gelişen ekonomisi, çoğulcu toplumu, edilgen değil etken hale gelmeye başlayan dış siyaseti ile her ne kadar yediği manevi şoktan yüzde yüz kurtulamasa da, büyük oranda kurtulduğundan dolayı önemli bazı başarılar elde etmiş bir ülkedir. Aslında Arap baharı olarak adlandırılan Ortadoğu’daki ve Afrika’daki isyanlar için esin kaynağı olmuş bir ülkedir. Zira onlar Türkiye’nin 1940’lardan sonra yaşamaya başladığı dönüşümü 60 yıl gecikmeyle, daha hızlı ve daha şiddetli yaşamaktadırlar. Fakat konjonktürün farklı olmasından dolayı onların dönüşümü ülkeden ülkeye farklı olmuş, bazı ülkelerde daha kısa sürüp daha az bedel ödenirken Suriye, Mısır gibi ülkelerde daha uzun sürüp daha fazla bedel ödenmektedir. Bu nedenle Türkiye’deki olayların Arap baharının bir yansıması şeklinde yorumlanmaya çalışılması ne bilimseldir, ne de adildir. İlla bir benzetme yapılacaksa Türkiye’deki olaylar Londra’daki, New York’taki olaylara benzetilebilir.
 
RAPORA YÖNELİK TEPKİLER NELERDİ
İdris Bal’ın “Başbakan yanlış yönlendirildi” diyen Gezi olayları raporu, AKP’yi kızdırdı. Partinin tepe yönetimi Bal için “Yolun sonuna geldi” yorumunu yaptı.
Taraf'ın haberine göre; Başkanlığını AKP Kütahya Milletvekili Prof. Dr. İdris Bal’ın yaptığı Avrasya Global Araştırmalar Merkezi (AGAM) tarafından hazırlanan ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Gezi eylemleri konusunda yanlış bilgilendirildiğinin belirtildiği “Taksim Olayları Analizi” başlıklı rapor, AKP içerisinde tartışmaları da beraberinde getirdi.
AKP STRATEJİK HATA YAPTI
Raporda, Taksim ve Gezi protestoları konusunda AKP’nin “Stratejik hata” yaptığı ve projenin halka danışılması gerektiği de kaydedildi. Raporda yer alan bu ifadelerin, Gezi eylemlerinin “darbe provası” olduğu düşüncesinin hâkim olduğu AKP yönetiminde rahatsızlık yarattığı öğrenildi. Ayrıca, birçok AKP’li vekilin de rapordan duydukları rahatsızlıkları yetkili isimlere iletecekleri belirtildi.
AKP’Lİ LİBERALLER RAHATSIZ
Gezi eylemcilerine sert müdahale edilmesi, özellikle AKP içindeki liberal isimlerde ciddi rahatsızlık yaratmıştı. AKP’de, eylemler boyunca müdahalelere yönelik eleştirilerini Twitter üzerinden kamuoyuyla paylaşan ve bu durumu, hükümet kanadında “memnuniyetsizlikle” karşılanan İzmir Milletvekili Ertuğrul Günay gibi düşünen 50’ye yakın ismin bulunduğu belirtildi.
“DIŞ MİHRAK” DEĞERLENDİRMESİ
Ancak partili kurmayların, eylemlerin başından bu yana, kamuoyu anketleriyle birlikte geniş kapsamlı değerlendirmeler yaptıkları ve bu değerlendirmeler sonucunda, partideki ağırlıklı görüşün “Gezi eylemlerinin demokratik bir tepki olarak ortaya çıktığı ancak kısa bir süre içerisinde, AK Parti iktidarına karşı ayaklanmaya dönüştüğü, eylemlerin ön sıralarında yasa dışı örgütlerin yer aldığı, eylemlerin arkasında dış mihrakların olduğu” şeklinde olduğu dile getiriliyor. Bu arada, eylemlerin akabinde partinin oylarının 4-5 puan bandında düştüğü ancak bir süre sonra yeniden % 50 puan bandına geldiği belirtiliyor.
Eylemlere tepki göstermişlerdi
Eylemlere tepki içeren açıklamalarda bulunan AKP’lilerden öne çıkan bazı isimler ve sözleri şöyleydi:
AKP Gaziantep Milletvekili Şamil Tayyar: Tayyar, partiden eylemlere en sert tepki gösteren isimler arasında yer almıştı. Eylemler süresince ve sonrasında, gerek Twitter, gerekse basın yoluyla çok sayıda açıklamada bulunan Tayyar, eylemlerin temel hedefinin darbe girişimi olduğunu ileri sürmüştü. Tayyar, “Taksim’deki göstericilerin hedefi Başbakanımızı istifaya zorlamak, hükümeti düşürmek, nihai aşamada ise cumhurbaşkanı adayı olma ihtimalini ortadan kaldırmaktır. Özetle bu bir darbe girişimidir” demişti.
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek: Eylemler hakkında pek çok tweet atan Gökçek, tepkisini, çıktığı bazı televizyon kanallarında da sürdürmüştü. Gökçek’in sert söylemleri, “hedef gösterme’’ tartışmalarına yol açmıştı. Gökçek, eylemlere ilişkin, CHP’yi suçlamış ve hatta CHP’nin kapatılması gerektiğini iddia etmişti. Gökçek’in öncülüğünde sosyal medyada başlatılan ve AKP’lilerin destek verdiği “CHP kapatılsın-Savcılar göreve” kampanyası gündemi günlerce meşgul etmişti. Gökçek’in attığı onlarca tweet arasında dikkat çeken ikisi şöyleydi: "Vallahi sizi bir kaşık suda boğarız ama dua edin ki biz demokrasiye inanıyoruz. Bizde kaba kuvvet ve eşkıyalık yok. Halk ayaklanmış. Türkiye ayaktaymış. Hadi ordan. Bütün Ankara’yı ayağa kaldırdınız. Cürmünüz 2000 kişi.’’
Ertuğrul Günay’dan destek geldi
AKP İzmir Milletvekili Ertuğrul Günay, Gezi raporunu Taraf ’a şu sözlerle değerlendirdi: “İdris Bey arkadaşımı ve onun başında bulunduğu araştırma merkezini kutlamak istiyorum. Çünkü Gezi olaylarıyla ilgili AK Parti kamuoyunda yoğun bir yanlış bilgilendirme süreci yaşandı. Bütün bu sürecin yarattığı ön yargılara karşın böyle objektif bir rapor hazırlanması doğrusu takdire ve kutlamaya değer.
Empati ile yaklaşılabilseydi, yani projeye olan itirazlar dikkate alınsaydı, yerel yönetimler projeyi yeniden gözden geçireceklerini açıklamış olsalardı, çevrenin, yeşilin, ağacın, İstanbul’un tarihî ve doğal dokusunun korunacağı konusunda bazı güvenceler verme girişiminde bulunsalardı bütün bu yaşanan olayları yaşamazdık. Hatta iddia ediyorum; yerel yönetimlerin olaya duyarlılıkla yaklaşan bir tavrı, Sayın Başbakan’ı işin içine katmayan, ona müdahale etme gereksinimi yaratmayan, tepkilere anlayışla yaklaşan ve itirazları çözmeye çalışan bir tavır sergilenmiş olsaydı İstanbul yerel yönetimleri siyaseten de bu işten kazançlı çıkardı. Ama yanlış bilgilendirme ve bazı toplumsal tepkileri hesaba katmaksızın ‘Dediğim dedik’ davranışlar olayları bu haklı zeminin ötesinde neredeyse siyasal bir büyük kitlesel tepkiye dönüştürdü. Bunda iktidar da, tepki gösteren çevreler de belki ciddi aşamalar yaşadılar ama en vahimi, altı insan öldü, ondan fazla insanın gözü çıktı, sakatlandı, bence bütün bunlara değmezdi. Eğer biraz daha soğukkanlı biçimde olaylar baştan karşılıklı birbirini anlamaya çalışır bir anlayış içinde karşılanmaya çalışılsaydı... Rapor bunlara işaret ediyor. Böylece Sayın Başbakan’ın çevresinde daha doğru bilgilendirme ihtiyacını da çok somut biçimde günyüzüne çıkarıyor. Olaylara bir başka gözle yaklaşılabilseydi, ‘Dediğim dedik’ bir anlayışla değil, itirazın kökenlerini anlamaya çalışan ve sakinleştirici bir gözle yaklaşılsaydı, bunca insanın canı yanmazdı, bunca zaman kaybetmezdik, siyasi ortam da bu kadar gerginleşmezdi. Bu rapor dikkate alınırsa bence zararın bir yerinden dönmüş olacağız. Zararın neresinden dönersek kârdır. Gereksiz ve ağır bedeller ödedik. İstanbul’daki bir yeşil dokunun korunması, çok anlayışla karşılanacak bir işti ve bu kadar toplumsal gürültü yapmaya değmezdi.”
“Bal, medyatik olmaya çalışıyor”
AKP yönetiminden isminin açıklanmasını istemeyen üst düzey bir yetkili, İdris Bal’la ilgili şunları söyledi: “İdris Bal bizim parti adına konuşma yetkisi olan birisi değil. Biraz daha medyatik olmaya çalışıyor. Parti içinde de her taşın altından çıkmaya çalışıyor. Çeşitli konularda rapor yazıyor. Bunu medyayla paylaşıyor. Kamuoyu da sanki Başbakan kendisine bir görev vermiş de bu görev kapsamında rapor hazırlamış gibi algılıyor. Başbakan ve parti kendisine herhangi bir görev vermedi. Gezi olaylarıyla ilgili hazırladığı raporunun kıymeti harbiyesi yok. Sadece kendisini bağlar. Kendisi için yolun sonu olduğunu anladı. Partide görev alamayacağını, bu dönemin yolan sonu olduğunu gördüğü için, medyatik olma adına kendince bir şeyler yapıyor. Geleceğe yatırım yapıp, popüler olma telaşı. Durum bundan ibaret.”
Kaynak: Taraf
Daha yeni Daha eski