Bir özel üniversite olan Doğuş Üniversitesi yönetiminin işten çıkardığı akademisyen Serdar Değirmencioğlu ile konuştuk. Değirmencioğlu, eğitimin özelleşmesinin akademisyenler ve bilimsel eğitim açısından sonuçlarını örneklerle anlattı
Beykent Üniversitesi patronlarının satın aldığı Doğuş Üniversitesi yönetimi, psikoloji bölümünde ders veren akademisyen Serdar Değirmencioğlu’nun işine 24 Ekim’de son verdi.  Yeni patronların yüksek kar elde etmek için planladığı uygulamalara karşı çıkması Değirmencioğlu’nun işten çıkarılmasına sebep olmuş, öğrencileri işten çıkarılan hocaları için eylem yaparak üniversite önünde açık ders düzenlemişlerdi.
Değirmencioğlu, Sendika.Org’a işten çıkarılmasının detaylarını aktarırken, neoliberal üniversite modelinin işleyişini ve özelleşen eğitimin sonuçlarını örnekleriyle anlattı. Değirmencioğlu’nun örnek verdiği akşamları ve hafta sonları çalıştırılan akademisyenlerin durumu,  Nabi Avcı’nın eğitimde özel sektöre teşviği meşrulaştırmak için dershaneye giden çocuklara yönelik “60 saat çalıştırıyorsunuz. Olmaz böyle bir şey. Siz bir işçiyi bu kadar çalıştırırsanız ILO Sözleşmesi’nden dolayı başınız derde girer” sözlerine bir cevap niteliğinde.
Doğuş Üniversitesi’nde işe başlarken karşılaştığınız tabloyu, işten çıkarılma sürecinizi ve sonraki mücadeleyi sizden dinleyebilir miyiz?
Özel üniversiteler üzerine bir ders olsaydı, Doğuş Üniversitesi’ni örnek olarak incelenebilirdi. En baştan başlamakta yarar var. Bir özel okul sahibi üniversite kurmak ister. İlkokul ve lise sahibi bir patron neden üniversite kurmak istesin? Bunun, kimi gazetelerde yazdığı gibi, “eğitim aşkı” gibi bir nedeni olabilir mi? Özel okul sahipleri para kazanmak ister. Özel üniversite kurduklarında da amaçları aynı. Üniversite onlara kolay kazanç olarak görünüyor.
Önceleri bol kazanç getiren üniversite, AKP döneminde kamu üniversitelerinin kontenjanlarının arttırılması ve kötü yönetim gibi nedenlerle yokuş aşağı gitmeye başlıyor. 2012’de üniversiteyi taşeron sisteminin kurtaracağı düşünülerek, 45 kadar öğretim üyesi işten çıkarılıyor. Yani, kadrolu elemanların yerine dışarıdan eleman getirilmesinin büyük tasarruf olacağı düşünülüyor. Küçültme aslında üniversitenin içinin boşaltılması demek…
Doğuş Üniversitesi “vakıf” üniversitesi statüsüne sahip. Bir vakıf üniversitesi neden mali darboğaza girer? Bu bile üzerine gidilmeyen bir soru. Neyse, üniversite 2013’de çalışanlarına maaş ödeyemez duruma geliyor. Meğer SGK primlerini ödemiyormuş ve bu nedenle devlet banka hesaplarını dondurmuş. Ücretlerin ödenememesi bundanmış. Bu süreçte rektör ve ekibinin üniversite içerisinde yaptıkları ise, en az mali kriz kadar sarsıcı şeyler. Yani üniversitede çifte kriz var.
Bu çifte krizden en çok etkilenen bölüm belki de Psikoloji Bölümü. Biri profesör üç kişi işten çıkarılmış. Ardından iki öğretim üyesi ve asistanlar istifa etmiş. Kadronun yarısı erimiş. Ardından 2013’deki çifte krize dayanamayarak ayrılanlar var. Sonuçta, Haziran 2013’de geriye iki kişi kalıyor.
Gelelim benim öyküme. Yönetim yaz aylarında bölüme iki kişi buldu ve en son kadroya ben katıldım. 15 Eylül’de göreve başladım. Hemen baskı başladı. Daha bölüm kadrosunu yeterince tanımadan yeni patronların temsilcisi Özer Aslıbay’ı tanıdım. Bu adam patronlar adına üniversiteyi yönetiyor. Patronların yeni olması ise üniversitenin geçen yaz Beykent Üniversitesi’ne satılmasından. Yeni patronlar, Beykent’in sahibi Adem Çelik ve oğulları. Doğuş’a ne yatırdılar bilinmiyor ama bu yatırımın karşılığını hemen almak istedikleri ortada.
Psikoloji Bölümü patronların gözünde altın yumurtlayan tavuk. Bir altın yumurta zaten var. Bölümün kadrosu ufak, giderleri az ve 80 lisans öğrencisi alıyor. Ama yetmiyor. Daha büyük yumurta istiyorlar. Yani çok sayıda yüksek lisans öğrencisi istiyorlar. Hesapları şöyle: “100 yüksek lisans öğrencisi alırsak, kişi başına 20-25 bin öderse, müthiş kâr ederiz.” Gider çok ufak, yatırım ise söz konusu değil. Yani gerçekten çok büyük kâr edecekler.
Talepleri, Klinik Psikoloji Y.Lisans Programı’na hemen çok sayıda öğrenci alınmasıydı. Bölümde bu program için gerekli sayıda öğretim üyesi olmaması Beykent Modeli için sorun olmayacaktı. Tıpkı Beykent’te olduğu gibi, “Psikologların yerine bir iki psikiyatr sokarız” dediler. Bölümden ve fakülteden onay alınmadan psikiyatr alınması için ilan verildi. Bu ilana kamudan emekli bir psikiyatr başvurdu. Başvurusu, 24 Ekim sabahı Üniversite Yönetim Kurulu’nda işleme sokuldu ve jüri üyelerine gönderildi. O gün akşam üstü ben işten çıkarıldım.
Daha 40 gün geçmeden işten çıkarılmam için bir gerekçe gösterilmedi. Söyleyemedikleri gerekçe aslında ortada. Patronlar ve kuklaları korkunç bir oyun oynamak istiyorlar. Onlara karşı çıkanlara üniversitede yer yok.
Kadrolara asgari sayıda eleman alınıyor; destek personeli ise olabildiğince azda tutuluyor. Kadro az ise o zaman iş yükü ağır olmak zorunda. Öğretim üyesine haftada 14, 18, 24 saat ders yükü koyuyorlar. Öğrencinin karşısına aynı öğretim üyesi çıkıp duruyor. Sonra devreye taşeron sokuluyor. Açıkta kalan dersler dışarıdan getirilen elemanlar ile kapatılıyor. 
Sorun, neoliberal eğitim anlayışının eğitimin bilimsel temeliyle çelişmesi tartışması mı?
serdar-degirmenciogluBir kabusla karşı karşıyayız. Bu kabusun içerisinde her düzeyde okulların özelleştirilmesi önemli bir rol oynuyor. Neoliberal düzen için eğitim bir sektör. Üniversite hem bir fabrika gibi öğrenci işleyecek ve uysal teknisyenler üretecek; hem de bizzat kâr ve iş üreten bir özne olacak. Diğer sektörlerle işbirliği yapacak ve ekonomi çarklarının iyi işleyen bir parçası olacak.
Neoliberal düzenin üniversitelere nasıl yansıdığı daha yeni anlaşılıyor. Biraz uzun olacak ama açmama izin verin. Benim yaşadıklarımla başlayayım. Oyun bozanlık yapınca patronlar beni işten attı. İşten çıkarıldığımı belirten yazının altında rektörün imzası var. Rektör daha bir saat geçmeden “Şu an vermekte olduğun dersleri saat başına ücret alarak ver” dedi. Şaka gibi, ama değil. Bölüm başkanı, profesör fark etmez. Bir var, bir yoksun; bir saat önce kadrodasın, bir saat sonra geçici elemansın. İşte prekarya denilen, geçicilik ve güvencesizlik düzeni.
Bu düzenin temelinde para var. Bütün işleyiş buna uygun. Geçicilik ve güvencesizlik düzeni ilk kural. Özel üniversitelerin en iddialılarında bile iş güvencesi yok. Bu örgütlenmeyi zorlaştırıyor. Akademisyenler işten atılabileceklerini düşünüyorlar, örgütlenmekten korkuyorlar. Bu da patronların işine yarıyor.
Diğer kural, çok işe az eleman koşulması. Kadrolara asgari sayıda eleman alınıyor; destek personeli ise olabildiğince azda tutuluyor. Kadro az ise o zaman iş yükü ağır olmak zorunda. Öğretim üyesine haftada 14, 18, 24 saat ders yükü koyuyorlar. Öğrencinin karşısına aynı öğretim üyesi çıkıp duruyor. Sonra devreye taşeron sokuluyor. Açıkta kalan dersler dışarıdan getirilen elemanlar ile kapatılıyor.
Özel üniversitelerde hedef para ise, giderlerin az olması gerek. Sonuçta, öğretim üyesine, öğrencilere ve bilime yatırım yapılmıyor. Bırakın yatırım yapılmasını, kullanılan kağıdın, fotokopinin bile azaltılması isteniyor.
Bir de kukla yönetim gerekiyor. Özel üniversitelerde yönetim atamayla. Rektör, dekan, bölüm başkanları hepsi tepeden indiriliyor. Dahası parayla ilişkili işlerde rektör değil, patron karar veriyor. Bu gayet kolay çünkü bu üniversiteler mali açıdan denetlenmiyor. YÖK’e bu konuda giden çok sayıda şikayet ve ayrıntılı bilgi var ama YÖK ses çıkarmıyor.
Müşteri kaçmasın!” diye yönetim derslerin hem akşamları, hem de hafta sonu yapılmasını istedi. “Bu nasıl olabilir?” diye soran olursa, “hafta sonu ders verenlere ek para verilecek” diyorlardı. Yani, bir öğretim üyesinin gündüz, sonra akşam, sonra da hafta sonu ders vermesini bekliyorlardı. Hiç durmayan işçiler, hiç durmayan bir fabrika patron için daha büyük kazanç demekti. 
Neoliberal üniversite anlayışına başka üniversitelerden örnekler verebilir misiniz?
Kitaplar dolduracak denli çok örnek var ama yaşananların çoğu yazılmıyor. Yeni Yüzyıl Üniversitesi’nin tarihçesine bakın. Rektörün kapısının kilidinin değiştirilmesine varan örneklerle dolu. O örneklere girmeden, kendi yaşadıklarımdan örnekler vereyim. Bilgi Üniversitesi’nde çalıştığım altı yıllık dönemde, lisans kontenjanı 40’dan 80’e çıkarıldı. Kadro ise hemen hiç büyümedi. Asistanların birer bilim insanı olarak yetiştirilmesi hiçbir zaman öncelik değildi; onlara işgücü olarak bakılıyordu. Üniversitenin kurucusu, 900’lü hatları Türkiye’ye getiren “saygın” kişi, hiç çekinmeden akademisyenlere saygısı olmadığını söyleyen biriydi.
Beykent Üniversitesi’nde 3. sınıf üniversiteyi tanıdım. Beyaz kağıdın bile bekçisi vardı. Yani kağıttan bile kesmeye çalışıyorlardı. Maaşlar bir dönem elden ödeniyordu. Bunun ne anlama geldiğini çok sonra öğrendim. Ödenen maaş ile kayıtlarda gösterilen tutar birbirini tutmuyordu. Duyduğuma göre, daha sonra maaşın bir bölümü elden, bir bölümü bankadan ödenmiş. Ben ayrılmadan girişlere turnike koydular. Kart okutmadan geçmek istediğim için her seferinde kapıdaki görevli ile tartışmak durumunda kalıyordum.
Arel Üniversitesi’nde ise patron üniversitesi işleyişi daha da saydamdı çünkü patron ortada geziyordu. Başdanışmanı profesör de ortada geziyordu. Onlar ortada olduğu için rektörü ciddiye alan yoktu. Yüksek lisans rezaletini ilk orada gördüm. Yaklaşık 100-120 kişiyi birden yüksek lisansa almak istediler. Dekan ve bölüm başkanı patronun kuklası olduğu için direnecek zemin yoktu. Programa kaydolmak isteyen bazı öğrenciler derslerin hafta sonu yapılmasını istiyorlardı. “Müşteri kaçmasın!” diye yönetim derslerin hem akşamları, hem de hafta sonu yapılmasını istedi. “Bu nasıl olabilir?” diye soran olursa, “hafta sonu ders verenlere ek para verilecek” diyorlardı. Yani, bir öğretim üyesinin gündüz, sonra akşam, sonra da hafta sonu ders vermesini bekliyorlardı. Hiç durmayan işçiler, hiç durmayan bir fabrika patron için daha büyük kazanç demekti. Bunları kabul etmediğim için Arel’den ayrıldım. Patron ve ekibi buna şaşırdılar. Doğuş’taki yöneticiler de tepkilerimi “aşırı” bulmuşlar. Bu insanlar için sahtekârlık olağan olmuş; karşı çıkanların yanlış yaptığını düşünecek denli benimsemişler.
Vakıf üniversitelerindeki patronaj ilişkilerine dair neler söyleyebilirsiniz ?
Bu korkunç bir öykü. İkiye ayırarak anlatmaya çalışayım. Önce kukla tiyatrosu. Patron üniversitesinin işleyişinde yöneticilerin görevi patronun işini kolaylaştırmak; patronun kendi başına oynayamayacağı oyunun sahnelenmesini sağlamak. Bunu yapacak profesör bulmak da zor değil. Yüksek maaşla olabilir. Makam araçlarıyla, lüks ev vb. ile olabilir. Makam heveslisi olan veya kendini yüce insan görenler arasında üniversitede dekan, rektör olmayı isteyenler de çok. Bu kişilerin çoğunun bilim gibi derdi yok. Toplam 2-3 yayını olan rektörler var.
Bu bir çeşit yönetici sınıfının türemesini sağladı. Kendi meslektaşlarına kölelik düzeni dayatan bu kişilerin bir bölümü işe dekan olarak başlıyorlar ve ağır ağır daha üst görevlere ilerliyorlar. Bir özel üniversiteden diğerine, bir patrondan diğerine transfer oluyorlar. Transfer olurken terfi ediyorlar. Özel üniversitelerin ne sıklıkla rektör değişikliğine gittiğini inceleyin; şaşıracaksınız.
Gelelim ikinci meseleye. Özel üniversiteler geçici ve güvencesiz çalışmaya dayalıysa, öğretim üyesine yatırım yapmıyorsa, profesör ünvanlı yöneticileri nereden bulacak? Yeni kurulan bir özel üniversite profesörleri nereden bulacak? Diğer üniversitelerden! Özellikle de kamu üniversitelerinden. Ama geçici ve güvencesiz çalışmaya istekli akademisyen pek yok. O zaman emekliler devreye sokuluyor. Emekli profesörler bölüm başkanı, dekan yapılıyor.
Bu iki açıdan sorunlu. Özel üniversitelerdeki sömürü düzeni asistanları, öğretim görevlilerini ve yardımcı doçentleri ezerken, devşirilen emekliler çok daha az yük ve çok daha fazla maaşla genç kadronun önüne geçiyor. Devletten aldığı emekli maaşının üzerine özel üniversiteden aldığı maaşı katan profesörler, çift maaşla yaşıyor. Sömürülen genç kadronun dertlerini paylaşmıyorlar ve örgütlenmiyorlar.
Geçen yıl başlarında YÖK Başkanı’nın üniversiteleri dolaşarak yeni YÖK taslağını tanıtmaya çalıştığını hatırlıyoruz. Nabi Avcı’nın MEB Bakanı olmasıyla rafa kaldırılan yasa tekrar karşımıza çıkacak mı sizce? Bu yasayla nasıl bir üniversite modeli planlanıyordu? 
Yükseköğretimin yeniden yapılandırılmasından neoliberal üniversite düzeninin tümüyle oturtulmasını anlamak gerek. Eğitim Sen çatısı altında Haziran 2012’de benim de katıldığım çalışmalar yapıldı ve bu bir görüş oluşturuldu.
Bu metinden bir alıntı yapayım: Son yasa taslağı, “eşitlik ve özgürlükleri değil kapitalist işletme mantığını temel almakta, üniversiteleri kapitalist işletmeye, öğrencilerin müşteriye ve üniversite çalışanlarının güvencesiz ve esnek çalışma koşullarında çalışan emekçilere dönüştürerek nitelikli akademik faaliyet yapılmasını imkansız hale getirmektedir.” Bunlara ek olarak, üniversitelerin muhafazakâr ve uysal kuşaklar üretmesinin hedeflendiğini de ekleyebiliriz.
Benim tahminim, yasa tasarısı yeniden gündeme gelecek ve bizzat Başbakan Erdoğan tarafından dile getirilen muhafazakâr kuşaklar üretme projesi güçlendirilecek. Başbakan ve yakınlarının şu an bir üniversite kurma aşamasında olduklarına ilişkin haberler var. Belki de yasa bu üniversite kurulduktan sonra gündeme gelecek. Bilemiyorum.
Sendika.Org
Daha yeni Daha eski