Roboski kıyımı herkesin kalbinde bir yara. Gün geçmiyor ki sorumluların açıklanması için çağrı yapılmasın. Oysa sınırı geçmek üzere olan kafileye Türkiye Cumhuriyeti Türk Hava Kuvvetlerine ait bir savaş uçağının bomba yağdırdığı ve 34 kişinin öldürüldüğü herkesin bildiği bir gerçek. Zaten Türkiye Cumhuriyeti devleti de, genelkurmayı da, hükümeti de uçağın bir başka devlete ait olmadığını Türk Hava Kuvvetlerine ait olduğunu açıkladı. Bir inkâr ya da suçlama yok.
Roboski’nin sırrı ne? Bilelim!
Ancak solcular, sosyalistler, komünistler ve Kürtler emri kimin verdiğinin belirlenmesi ve açıklanması için büyük çaba gösteriyor. Asker-sivil, AKP-ordu, AKP-cemaat ve benzeri bin bir türlü karşıtlık, çatışma, çekişme ve benzeri hır gür bulma meraklısı acemi polisiye tutkunun heyecanın aksine burjuvazi, tüm kurum ve kuruluşlarıyla, sakin sakin yekpareliğini koruyor ve cevap arayışlarını alaycı bir tebessümle karşılıyor.[1] Ancak her şeye rağmen hafiye romanlarının fanatik okurları ısrarlı. Haklılar da elbet: Cevap mühim, hiçbir şey gizli saklı kalmamalı. Kapalı kapılar ardındaki burjuva siyaseti gün ışığına çıkarılmalı ki halkın gözünde teşhir edilsin, itibarı iki paralık olsun.
Wikileaks aracılığıyla şifa niyetine doz doz açık edilen uluslararası meselelerle ilgili diplomat lakırdılarına da aynı ehemmiyetle saldırılmamış mıydı? Gizli anlaşmalar olmasa dahi mahiyeti böylesi göndermelere müsait olan bu sohbetlerin dahi kırpılarak tercüme edilmesiyle belgelerin mühimlik derecesi yükseltilmemiş miydi?
Soldan komünistlere kadar tüm siyasi yelpazeden hafiyeler haklı: Halktan gizli bir siyaset olamaz. “Komünistlerin bir bütün olarak proletaryanın çıkarlarından ayrı ve farklı hiçbir çıkarı yoktur” ve dolayısıyla halktan, proletaryadan gizleyecek bir şeyleri olamaz.
Peki, ya İmralı?
Komünistler bu konuda öylesine haklıdır ki bugün artık Kemalistlerinden faşistlerine kadar neredeyse tüm siyasi cenah bu şaşmaz komünist ilkeyi sahiplenmiştir:
“Çözüm süreci” kavramı altında bir takım siyasi gelişmeler yaşanırken, AKP’nin milliyetçi muhaliflerinin söylemi “Ne tavizler verildi ki teröristler çekilmeyi dahi kabul etti?” sorusu etrafında dönmektedir. Solun Roboski konusundaki talebiyle sağın “çözüm süreci” hakkındaki talebi aynıdır: Kapalı kapılar ardında ne kararlar alındığı halka açıklansın! Her iki yönden gelen talep de burjuva siyasetinin “gizliliğinin” ifşasına yöneliktir ve haklıdır.
İmralı’ya giden ilk BDP heyetinin Abdullah Öcalan ile yaptığı görüşmenin tutanaklarının burjuva basında yayınlanması, kısa bir süreliğine olsa da, “büyük bir sorunmuş” gibi ele alınmıştı. Başbakan bizzat olaya el atmış ve bu “sızma”dan memnun olmadığını, hatta sinirlendiğini belli etmişti. Sürek avı başlatılmış ve olası “failler” hakkında karalama kampanyaları yürütülmüştü. Altan Tan’dan çaycılara kadar kimlikler deşilmişti.
Halk, vatandaş, kamuoyu bilmek ister
Oysa açıklanan bu ülkedeki herkesi ilgilendiren bir konu hakkında yapılan görüşmelere ait tutanaklardı, aslında kameralar önünde yapılması gereken halkla paylaşılıyordu. Üstelik paylaşılmasının ardından da kıyamet kopmadı herkes bunların bilgisine sahip olduğu için memnun olmuştu –içeriğin orasından burasından pek çok kişiyi rahatsız etmesine rağmen. Aslında oluşturulan memnuniyet atmosferi “sızıntı”nın kasıtlı olduğunun bir göstergesi olarak da yorumlanabilir. Bu tıpkı Wikileaks belgelerindeki gibi bir sızıntıdır aslında: “Kamuoyu”nun nabzını yoklamak için; her şeyin de gizli kalmadığı hissiyatını vermek, çok da önemli şeyler olmadığının görülmesini sağlamak için bir katre şeker vermek.
Kasıtlı ya da değil, doğru olan ve gerekli olan gizli saklı bir görüşmenin yapılmamasıdır, öyle ya halkın temsilcilerinin, vekillerinin halktan gizli neyi olabilir ki? Madem cumhura dair bir siyaset yürütülüyor bu neden cumhuriyetin sahiplerinden saklansın ki? O yüzden tıpkı İmralı tutanaklarının açıklanması gibi, Oslo süreci ve sonrasındaki tüm görüşmeler konusunda hem Türk halkına hem Kürt halkına bilgi verilmelidir. “PKK’ya ne verildi ki çekildiler?” propagandasını, dedikodusunu bitirmek için PKK ile yapılan tüm görüşmeler açıklanmalıdır.
Kim açıklayacak? Tabii ki devlet! Ancak açıklamazsa?
Komünist “çaycı”
BDP’nin çaycısı komünisttir belki de değildir ancak her iki durumda da komünist vekiller siyasetten BDP çaycısının gerisine düşmüştür. Komünist vekiller dururken İmralı’ya giden birinci BDP heyetinin Abdullah Öcalan ile görüşmesine dair tutanakların BDP’nin çaycısının sızdırdığının dahi iddia edilmesi komünistler açısından utanılacak bir durumdur.[2] Daha öncede sızıntının kaynağı olarak Altan Tan gösterilmişti. Ama ne heyete katılan Sırrı Süreyya Önder’den kuşkulanıldı ne de BDP’deki diğer komünist milletvekillerinden. Oysa ilk bunlardan kuşkulanılması gerekirdi. Çünkü komünistler bu konuda sabıkalıdırlar. Tüm tarihleri boyunca gizli belgeleri açıklayıp durmuşlardır.
Komünistlerin sabıkası
1917 Ekim Devrimi’nin hemen ardından Bolşevikler Rusya’daki burjuva devlet aygıtının o an savaşta dost ya da düşman olsun tüm devletlerle yaptığı anlaşmaları yayınlamışlar ve diplomasi olarak sunulan kapitalist pazarlıkları ve emperyalist dalavereleri ifşa etmişlerdir. Bu öyle Wikileaks’in yaptığı gibi ne diplomat dedikoduları ile sınırlı ifşaatlardı ne de “daha fazlasını açıklarız” türünden bir tehdit aracıydı. Komünistler hiç bekletmeden belgeleri tüm insanlığa açıkladılar ve sonra emperyalistlerle gelin şimdi diplomasi yapalım deyip masaya oturdular. Bu haltı Paris Komünü’nden, işçilerden öğrenmişlerdi. Ayrıca bu Manifesto’da yazılanlarla da uyumluydu: “Komünistlerin bir bütün olarak proletaryanın çıkarlarından ayrı ve farklı hiçbir çıkarı yoktur.”
Bu ilkeden korkar zaten burjuvalar ve halkın da burjuva siyasetine, milletvekillerine güvenmemesinin onları bir türlü kendinden görememesinin asıl nedeni de bu kapalı kapılar ardında yapılan görüşmelerdir. Milletin vekilinin milletten saklayacağı ne olabilir ki?
Fark ne?
Ama soru artık çoktan değişmiştir. Çünkü biz burjuva siyasetinin ve siyasetçisinin halktan saklayacağı çok şeyler olduğunu biliyoruz, tecrübeyle sabit, tarih yazıyor. Dolayısıyla soru artık “Halkın gerçek dostları olan komünist vekillerin halktan saklayacağı ne olabilir?” haline dönüşmüştür.
Komünist vekiller açıkça komünist ilkelere, geleneğe ters düşmüşlerdir; varlık nedenlerine aykırı davranmaktadırlar. Bu durum onların şahsi itibarlarıyla beraber komünist kimliğinin de itibarını yerle bir etmektedir. Komünistler artık onlardan ayrı ve farklı bir çıkarı olmadığını proletaryaya nasıl anlatacaktır? Kim inanacaktır? Bir önceki dönem komünist bilip meclise gönderdiğimiz, artık haklılığını tek başına bırakıldığı dünyasında ağaçlara, kuşlara anlatmak durumunda kalan Ufuk Uras’ın acınası hali ortada. Hiç mi ders alınmamıştır?[3]
Elbetteki komünist vekilleri tek başına komünistler, sol seçmedi. BDP listesinden aday oldular ve seçmenlerinin çoğu Kürtlerdi. Bu yüzden parti disiplini dolayısıyla kapalı kapılar ardında neler konuşulduğunu halka açıklayamadılar denilebilir. Ancak aynı BDP ve aynı seçmen bunların komünist olduğunu biliyordu. Dolayısıyla komünistliklerinin gereğini yerine getirmelerini engelleyemeyeceklerini biliyorlardı.
Komünistlerin bir azınlık olarak Meclis’e girmelerinin anlam ve önemi, tam da komünist ilke ve hedefler doğrultusunda burjuva siyasetinin çürümüşlüğünü, iki yüzlülüğünü, proletaryayı yönetmek için kurgulanmış olduğunu cümle aleme göstermelerinde ve teşhir etmelerinde kendini dışa vurur. Bir farkı ortaya koymak bile burjuva siyasetinin teşhiri için yeter. Oysa komünist vekiller burjuva siyasetin hiç tereddüt etmeden başvurduğu “millet için, halk için, ulusal çıkar için gizlilik” yalanının ortağı durumuna düşmüşlerdir.
İmralı ve “süreç” için sorulan sorulara cevap veremeyenler Roboski için soru soramazlar. Çünkü her iki kesim de burjuva siyaset dünyasında yer almaktadır ve karşılıklı kozlar, tehditler, çıkar hesapları birbirinin boğazına dolanmıştır. Daha ana rahminde olan komünist vekiller bu kordondan kurtulmadıkça gün yüzü göremeyeceklerdir.
Ama ne yazık ki komünist vekiller her geçen gün burjuva siyaseti içine çekilmekte ve silikleşmektedirler.
Yayalaştırma Projesi'nin deşifresi
Bu gerçek Gezi ayaklanması sonrasında kendini iyice göstermektedir.
Taksim Yayalaştırma Proje'sinde iktidar partisinin yanı sıra muhalefet partilerinin ve hatta partilerinden istifa edenlerin bile imzasının olduğunun ortaya çıkması en çok CHP ve liderlerinden Gürsel Tekin'i zorda bırakmıştı. Ortada bir ayaklanma vardı ve buna neden olan proje İstanbul Büyükşehir Belediye Meclis'indeki tüm üyelerin oy birliği ile onaylanmıştı. CHP neyin muhalefetini yapıyordu? İşte bu gerçeğin en çok üzerine giden ve hem CHP hem de Gürsel Tekin'i en çok sıkıştıran isim Sırrı Süreyya Önder idi.
S.S. Önder, tam da tabanından gerçekleri sakladıkları için CHP'lilere yükleniyordu. Oysa bir başka konuda kendisi de başka gerçekleri kendisine oy verenlerden ve halktan saklıyordu. Gezi ayaklanması sırasında bu benzerlik gözlerden kaçtı ancak halktan gizli siyaset yapılmaması, kapalı kapılar ardında kararlar alınmaması talebi tam da Gezi'yi oluşturan insanların bilincinde bir ilke olarak yer etti.
Siyasetin açık şekli Gezi ve eski alışkanlıklar
Taksim Dayanışması'nın aldığı kararlar ve özellikle Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ile görüşmelerin içeriği Gezi'ye katılanlarca daima sorgulandı ve görüşmeler ile ilgili bilgi verilmesindeki yetersizlik eleştirildi. Fakat hiçbir şey polisin müdahalesinden önce alınan kararlar kadar sorgulanmadı. Parkta çadırların kaldırılması ve tek bir büyük çadırın bırakılmasına, yani parkın işgalinden vazgeçilmesi ve boşaltılması anlamına gelen Taksim Dayanışması kararı Gezi Parkı'nda yedi bölgede, ayrı ayrı yapılan forumların tümünde kıyasıya eleştiriliyor, sorgulanıyor ve reddediliyordu. Forumlarda genel eğilim parkı ne olursa olsun terk etmemek yönündeydi ve tek bir çadır bile sökülmemişti. Taksim Dayanışması ya da bilinmeyen herhangi bir makam Gezi'de bulunanlara danışmadan, tam da ayaklanmacıların icat etmiş olduğu karar alma organları olarak devam etmesi istenen forumlarda (ki daha sonra Gezi'nin dağıtılmasının ardından diğer parklarda oluşan forumlar karar alma organları olarak kullanılmıştır) görüşülüp oylanmasını beklemeden karar almış ve halka bunu dayatmıştı. Fakat Geziciler tarafından bu karar da tıpkı Bülent Arınç görüşmesinden sonra Gezi'nin bağrına açılan metro ve feniküler sistem girişlerindeki barikatların kaldırılması kararında olduğu gibi devletle görüşülerek kapalı kapılar ardında alınmış olduğu sorgusuyla eleştiriliyordu.
Taksim Dayanışması elbette pek çok katılımcıdan oluşuyordu ancak bu katılımcı örgütlerin kitlesinin toplamı Gezi değildi. Gezi'yi oluşturan kitle onlarca yıllık örgütlerin çağrılarına gerek duymadan oraya gelmiş, eyleme çıkmıştı. Taksim Dayanışması kendi tabanlarını temsil ederek kararlar alabilirdi ama bu Gezi'yi oluşturanların temsil edildiği bir karar alma süreci olamazdı ve olmadı da. Zaten forumlar da bu temsil eksikliğini gidermek ve karar alma süreçlerinin yanlışlığına son vermek için geç kalmış bir girişimdi ve siyasetin nasıl yapılmaması gerektiğini öğrenen kitlenin nihayetinde icat ettiği bir araç, doğru bir girişimdi.
Siyasete giren yani kendi geleceğini belirlemek için kendi söz almaya cüret eden Gezi'yi oluşturan kitle artık kapalı kapılar ardında kendisinden habersiz kararlar alınmasını ve uygulanmasını reddetmektedir. Zaten isyanın kendisi böyle bir aldatma siyasetine karşı idi.
Bugün gelinen noktada Gezi'yi oluşturan insanlar kapalı kapılar ardında siyasetin ne olduğunu ve kimler tarafından yapıldığını gayet iyi ayırt etmektedir. Dolayısıyla önümüzdeki yerel seçimlerde karşılarına dikilecek olan Mustafa Sarıgül ya da Sırrı Süreyya Önder örneklerini bu bilinçten değerlendireceklerdir. Bunun doğal sonucu, siyaset yapma tarzı açısından aralarında bir fark göremedikleri adaylar arasında AKP iktidarına gerçek bir seçenek olabilecek olanı yani kazanmaya en yakın olanı seçeceklerdir.
Yerel seçimler: Açık siyasetin tam sırası
HDP'nin İstanbul gibi bir yerde halen adayını resmen açıklamamış[4] olması parti için işleyişe dayandırılarak geçiştirilemez. Seçimlere 3 aydan az bir süre vardır ve Sırrı Süreyya Önder dışında bir aday adayı yoktur. Fakat diğer yandan HDP heyeti CHP başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile görüşmekte ve görüşmenin içeriği son yolsuzluk operasyonları, ekonomi, ülkenin gidişatı olarak açıklanmıştır. Yerel seçim ittifakı olasılığının görüşüldüğü ama bir gelişme olması dolayısıyla ittifak değil rekabet yaşanacağı açıklandı.[5] Konuşulanların son derece diplomatik bir dille ve yuvarlak sözlerle geçiştirilmesi geleneğinin tıpkı burjuva partilerinde olduğu gibi yinelenmesi bir yana bırakılırsa sorun daha açık görülebilir: Bu görüşme yapılmadan önce ittifaka dair talep ve olanaklarının halka açıklanması gerekirdi.
Mevcut oy oranları ortadayken Sırrı Süreyya Önder'in bir şansının olmadığı ortada. Diğer yandan Sarıgül'ün kazanması da çantada keklik değil ve herkes CHP'nin en az Önder'in alacağı oy oranı kadar bir oya ihtiyacı olduğunu görüyor. Dolayısıyla Sarıgül'ün desteklenmesi karşılığında ne alınacağının konuşulması gerektiği besbelli. Fakat HDP'nin basın açıklamasına göre bu konuşulmamış:
“HDP heyeti, Kürt sorununun, halkların eşitliği ve özgürlüğü temelinde, müzakere yoluyla çözümü, yerel yönetimlerin özerkliği, demokratik, özgürlükçü ve eşitlikçi bir yeni anayasa temelinde ilkeli ve saydam bir siyasi ittifaka kapalı olmadığını yineledi.”
Zaten bu konularda anlaşılacaksa o zaman iki ayrı partiye gerek yok. HDP adeta seçim ittifakına değil parti birleşmesini müzakere ediyor. CHP'de öyle:
“CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu ise '17 maddelik deklarasyon'larının arkasında olduklarını, ancak hiçbir parti, bu arada HDP ile de yerel seçimlerde açık bir ittifakı düşünmediklerini, böyle bir ittifakın zarar getireceğini düşündüklerini ifade etti.”
17 maddelik deklarasyon da ayrı bir siyasal birlik fantezisi.
Oysa HDP ve Sırrı Süreyya Önder, halka, Sarıgül'ün başkanlığını desteklemek karşılığında Belediye Meclis üyelikleri istediklerini, Sarıgül'ün bu yolla denetleneceğini açık açık söyleyip ittifak ziyaretlerini gerçekleştirebilirlerdi. Bu durumda hem güven kazanabilir hem de CHP'nin seçmenine “17 maddelik nasihat” vermesinin de önüne geçebilirlerdi. CHP tabanı da Geziciler de AKP'nin bir seçim yenilgisi almasını ve hegemonyasının dağılmasını öncelikli hatta biricik hedef olarak görmektedir.
Seçilenlerin dürüst, imanlı, saygıdeğer vb. sıfatlarla anılmasının hiçbir değeri yoktur. Görev onun yeteneklerini gerektiriyorsa bir fahişeyi bir hırsızı da belediye başkanı olarak seçebiliriz, önemli olan denetleyip denetleyemediğimizdir. Sonuçta yaptığımız Tanrı'nın seçimi değildir, bir peygamber göndermiyoruz. Aramızdan o görev için yetenekli olduğunu düşündüğümüz gönüllülerden birini seçiyoruz. Önemli olan onu denetleyebilmektir. Taksim Yayalaştırma Projesi'nde olduğu gibi seçilenlerin tümünün halkın isteklerinin aksine hareket etmesinin tek yolu denetimdir. Bunun ilk uğrağı Meclis içinden denetimdir, ancak bunun yetmediği ortada ve doğrudan denetim ihtiyacı bilince çıkmaktadır -Gezi ayaklanmasının ifade ettiklerinden biri de budur.
Halihazırda siyaset eskiden olduğu gibi kapalı kapılar ardında pazarlıklarla gerçekleştirilmektedir.
İster yerel seçimler olsun, isterse barış süreci olsun bu tarz bir siyasetin kazanını daima burjuva dünyası olacaktır.
Sırrı Süreyya Önder ve komünist vekiller Gezi'nin sınavından geçememiş ve bir kez daha komünist ilkelerin proletaryanın en nihayetinde keşfettiği doğruları sahiplenip savunamamışlardır.
Özcan Özen
12 Ocak 2014
[1] En son 6 Ocak 2014 günü askeri savcılık Roboski bombalaması hakkında kovuşturmaya yer olmadığı kararı verdi. http://www.radikal.com.tr/ files/roboski_karar.pdf
[2] BDP’den son yapılan açıklamaya göre BDP çaycısı ajanlığa zorlanmıştır: http://t24.com.tr/haber/ bdpden-cayci-aciklamasi- ajanliga-zorlandi/229531 Tutanakları yayınlayan gazeteci Namık Durukan kaynağının çaycı olmadığını söylemiştir. http://www.posta.com.tr/ turkiye/HaberDetay/-Ne- caycidan-ne-fotokopiciden- aldim-.htm?ArticleID=171889
[3] “Ufuk Uras kötünün iyisi mi?” http://www.sendika.org/2008/ 04/ufuk-uras-kotunun-iyisi-mi- ozcan-ozen/
[4] HDP adaylarını resmi olarak 17 Ocak'ta açıklayacak. http://www. halklarindemokratikkongresi. net/haber/hdp-59-ilde-yerel- yonetimde-alternatif-olmaya- hazirlaniyor/156