Yıl 1968. Türkiye Kupası’nda; Altay-G.Saray maçı...17 yaşındaki tüysüz bir delikanlının iki müthiş golüyle İzmir ekibi finale çıkıyor. Kimi başını okşuyor, kimi şanslı olduğunu söylüyor. Ama tüysüzün adını o maçtan sonra tüm Türkiye öğreniyor: Mustafa Denizli
İzmir’de, haziran sıcaktır, yakar. Körfezin nemi ile birleştiğinde o sıcak hava boğacak gibi olur. Sıkılırsınız, bulunduğunuz yer neresi olursa olsun, başka bir yere çekip gitmek istersiniz. Bilinçaltında o sıcaktan kaçış dürtüsü mü? Belki!
1968’in Haziranı’nda ben tam da kaçıp gitmek isterken Konak’taki restorandan, bir meslek büyüğüm Talay Erker tarafından arzumun hilafına, zorlanarak bir futbol maçına götürüldüm. Kaçmaya çalışırken yakalanmak bu olsa gerek...
Hakçası ve açıkçası, futbola çok ilgi duymaz, hatta o günün “solak“ anlayışı ile bir afyon olduğuna, “toplumları uyuşturan bir icat olduğuna“ inanırdım.
Ekonomi, ticaret, polis, adliye, vilayet...Kültür, sanat, siyaset... Eh, biraz da rezalet! Genç bir gazeteci olarak benim mesleksel ilgi alanlarım bunlardı.
Ama o gün maç vardı, şef büroda yoktu ve ben, Talay ağabeyi yemeğe götürmek gafletinde (!) bulunmuştum. Yemeğin sonunda Talay ağabeye, Alsancak troleybüsünü gösterdim. Restoranın karşısında binecek, Alsancak Stadı’nın önünde inecekti. Veda etmeye hazırlanırken, “Sen gelmiyor musun?” dedi. Kem küm... Başka bir işim olduğunu filan söyledim. İkna olmadı. Anlattı ki, futbol maçı da işin bir parçasıdır. Maça beraber gitmeliydik. Altay’la Galatasaray, Türkiye Kupası yarı final rövanşı oynuyordu galiba... Önemli bir şey olabilir, mesela Galatasaray elenirse, iş büyüyebilirdi! Yakalanmıştım işte... Çaresiz birlikte troleybüse bindik.
1968’in Haziranı’nda ben tam da kaçıp gitmek isterken Konak’taki restorandan, bir meslek büyüğüm Talay Erker tarafından arzumun hilafına, zorlanarak bir futbol maçına götürüldüm. Kaçmaya çalışırken yakalanmak bu olsa gerek...
Hakçası ve açıkçası, futbola çok ilgi duymaz, hatta o günün “solak“ anlayışı ile bir afyon olduğuna, “toplumları uyuşturan bir icat olduğuna“ inanırdım.
Ekonomi, ticaret, polis, adliye, vilayet...Kültür, sanat, siyaset... Eh, biraz da rezalet! Genç bir gazeteci olarak benim mesleksel ilgi alanlarım bunlardı.
Ama o gün maç vardı, şef büroda yoktu ve ben, Talay ağabeyi yemeğe götürmek gafletinde (!) bulunmuştum. Yemeğin sonunda Talay ağabeye, Alsancak troleybüsünü gösterdim. Restoranın karşısında binecek, Alsancak Stadı’nın önünde inecekti. Veda etmeye hazırlanırken, “Sen gelmiyor musun?” dedi. Kem küm... Başka bir işim olduğunu filan söyledim. İkna olmadı. Anlattı ki, futbol maçı da işin bir parçasıdır. Maça beraber gitmeliydik. Altay’la Galatasaray, Türkiye Kupası yarı final rövanşı oynuyordu galiba... Önemli bir şey olabilir, mesela Galatasaray elenirse, iş büyüyebilirdi! Yakalanmıştım işte... Çaresiz birlikte troleybüse bindik.
Metin Oktay bayılıyordu
Maç başladı. Normal süre 0-0... Haziran sıcağında uzatma işkencesine geçildi. O durumda futbolun ne kadar çılgın bir iş olduğunu düşünüyorum. Hele rahmetli Kral Metin Oktay’ı görünce sahadakilere saygım artıyor. Kimin ne zaman düşüp bayılacağını, birilerinin ölüp ölmeyeceğini merak ediyorum. Top taca çıktığında Metin Oktay, üzerinde Y A N G I N yazılı kovalardan birine koşuyor, saha kenarına... Kovaya kafasını sokup çıkarıyor. Belki yasak, ama Kral olduğu için kimse ses çıkarmıyor diye düşünüyorum.
Beklenen gol, beklenmedik birinden geliyor. 17 yaşında “tüysüz“ bir delikanlıdan. Galatasaray kalecisi Faruk, o müthiş sol vuruşu sadece seyrediyor. Belki de sıcaktan ayakta uyuyordu, Talay ağabeye söyleyemiyorum. Derken aynı “tüysüz“ bir de ceza alanı dışından çakıyor. Galatasaray, Türkiye Kupası’ndan eleniyor. Az sayıdaki seyirci neşeli şarkılar söylüyor. Bir refleksle, ara sıra spor sayfalarında gözüme çarpan “soyunma odası notları” için aşağıya iniyorum.
Kapının dibinde formasını çıkarmış, teri henüz kurumamış o “tüysüz“ oturuyor Altay soyunma odasında. Giren çıkan belli değil... Bazıları “tüysüz“ün kafasına “aferin dozunda“ bir şaplak indirip büyük iş yaptığını söylüyor. Şanslı olduğunu dile getirenler de var. Ama o kimseyi dinlemeden sürekli aynı şeyleri tekrarlıyor: “Halil ağabey beni çok oynatmıyor. Oynatsa, Fener’e de atarım, Beşiktaş’a da... Gördünüz di mi golleri... Ama Halil ağabey, beni oynatmıyor ki... Oynatsa, Fener’e de Beşiktaş’a da!”.
Maç başladı. Normal süre 0-0... Haziran sıcağında uzatma işkencesine geçildi. O durumda futbolun ne kadar çılgın bir iş olduğunu düşünüyorum. Hele rahmetli Kral Metin Oktay’ı görünce sahadakilere saygım artıyor. Kimin ne zaman düşüp bayılacağını, birilerinin ölüp ölmeyeceğini merak ediyorum. Top taca çıktığında Metin Oktay, üzerinde Y A N G I N yazılı kovalardan birine koşuyor, saha kenarına... Kovaya kafasını sokup çıkarıyor. Belki yasak, ama Kral olduğu için kimse ses çıkarmıyor diye düşünüyorum.
Beklenen gol, beklenmedik birinden geliyor. 17 yaşında “tüysüz“ bir delikanlıdan. Galatasaray kalecisi Faruk, o müthiş sol vuruşu sadece seyrediyor. Belki de sıcaktan ayakta uyuyordu, Talay ağabeye söyleyemiyorum. Derken aynı “tüysüz“ bir de ceza alanı dışından çakıyor. Galatasaray, Türkiye Kupası’ndan eleniyor. Az sayıdaki seyirci neşeli şarkılar söylüyor. Bir refleksle, ara sıra spor sayfalarında gözüme çarpan “soyunma odası notları” için aşağıya iniyorum.
Kapının dibinde formasını çıkarmış, teri henüz kurumamış o “tüysüz“ oturuyor Altay soyunma odasında. Giren çıkan belli değil... Bazıları “tüysüz“ün kafasına “aferin dozunda“ bir şaplak indirip büyük iş yaptığını söylüyor. Şanslı olduğunu dile getirenler de var. Ama o kimseyi dinlemeden sürekli aynı şeyleri tekrarlıyor: “Halil ağabey beni çok oynatmıyor. Oynatsa, Fener’e de atarım, Beşiktaş’a da... Gördünüz di mi golleri... Ama Halil ağabey, beni oynatmıyor ki... Oynatsa, Fener’e de Beşiktaş’a da!”.
Turgan Ece topu istedi
Galatasaray yöneticisi Turgan Ece , “Beyler kupada kazandınız, bari topumuzu verin de gidelim” diyor. Tebrik, mebrik hak getire... Bugünkü gençlere anlatmak zor tabii, o dönemde her takımın birer top getirdiğini, maç boyunca hakemin seçtiği tek topla oynandığını!
Soyunma odasından kırık dökük notlar yazıyorum. Bu benim ilk spor yazım oluyor. Tüysüz’ün adını o maçtan sonra tüm Türkiye öğreniyor:
Mustafa Denizli!
Aradan iki gün geçti, büronun telefonu çaldı. Arayan doğrudan patronumuz Malik Yolaç, “Talay ağabeyin seni beğenmiş... Atla uçağa İstanbul’a gel. Seni spor servisinde bir deneyelim”. Uçakla değil, otobüsle gittim İstanbul’a... O gidişin dönüşü olmadı bir daha...
İlgilenmediğim futbolu bana sevdiren, hayatımda yeni ufuklar açan, sporun bir afyon değil, aynı zamanda bir eğitim aracı olabildiğini keşfetmeme fırsat sağlayan Mustafa Denizli oldu.
Zamanla arkadaş olduk. Arkadaşlığımız dostluğa dönüştü. Futbolunu hayranlıkla izlemeye, kafasındaki felsefe ile ayaklarındaki beceri arasındaki sırları keşfetmeye çalıştım hep.
Onda sporun en önemli dinamiği; “değiştirme“ dürtüsü, bir ihtirastı. Futbolda oyunun başlangıcında her takıma 0-0’lık bir skor veriliyor, bunun değiştirilmesi talep ediliyordu. En önemli değişim aracı goldü. Golü atmak için hem bireysel becerileriniz, hem de takımca iyi bir organizasyonunuz (taktik) olmalıydı. Hayır, futbol aptalların değil, biraz uyanıkların, ama ağırlıklı olarak akıllıların oyunuydu. Akıllı ve beceriklilerin!
Yaşadığı ortamı, durumu, statükoyu değiştirmek için hep dik duran bir lider kimliği sergiledi Mustafa Denizli. Altay ve sonradan kısa bir dönem Galatasaray’daki futbolculuk kariyeri takımdan ayrı, bağımsız Mustafa Denizli öyküleriyle sürdü. Bir yandan maçı, bir yandan da o müthiş sol ayaklıyı seyrediyordunuz. 12 golle gol kralı da oldu. Ama şunu söylemeliyim ki, Mustafa Denizli gollerinden daha fazlasını sundu bizlere... Hem oynarken, hem de oynatırken.
Sürekli değişim kültürü, onda zaman zaman yerleşmiş anlayışlara, statülere, hatta geleneklere de karşı koyma refleksleri yarattı.
Benim içim Mustafa Denizli, liderliğinden çok bu yanıyla hak ediyordu.
Üstelik çok da duygusal biriydi. Bugün hemen her şeyi istatistiklerle, sayılarla ifade edip başarıyı skorlara ve yüzdelere vuran, para, otomobil, emlak, hisse senedi, pahalı takı ve aksesuarla hayata anlam katmaya çalışanlardan biri değildi. Bunların çoğuna sahip olduğu halde, sayılamayan değerlerin, paylaşılacak duygu ve düşüncelerin de adamıydı Mustafa Denizli.
Onlardan en önemlisi yaşadığı aşk ve kahramanca sergilediği bir isyan serüveniydi.
Galatasaray yöneticisi Turgan Ece , “Beyler kupada kazandınız, bari topumuzu verin de gidelim” diyor. Tebrik, mebrik hak getire... Bugünkü gençlere anlatmak zor tabii, o dönemde her takımın birer top getirdiğini, maç boyunca hakemin seçtiği tek topla oynandığını!
Soyunma odasından kırık dökük notlar yazıyorum. Bu benim ilk spor yazım oluyor. Tüysüz’ün adını o maçtan sonra tüm Türkiye öğreniyor:
Mustafa Denizli!
Aradan iki gün geçti, büronun telefonu çaldı. Arayan doğrudan patronumuz Malik Yolaç, “Talay ağabeyin seni beğenmiş... Atla uçağa İstanbul’a gel. Seni spor servisinde bir deneyelim”. Uçakla değil, otobüsle gittim İstanbul’a... O gidişin dönüşü olmadı bir daha...
İlgilenmediğim futbolu bana sevdiren, hayatımda yeni ufuklar açan, sporun bir afyon değil, aynı zamanda bir eğitim aracı olabildiğini keşfetmeme fırsat sağlayan Mustafa Denizli oldu.
Zamanla arkadaş olduk. Arkadaşlığımız dostluğa dönüştü. Futbolunu hayranlıkla izlemeye, kafasındaki felsefe ile ayaklarındaki beceri arasındaki sırları keşfetmeye çalıştım hep.
Onda sporun en önemli dinamiği; “değiştirme“ dürtüsü, bir ihtirastı. Futbolda oyunun başlangıcında her takıma 0-0’lık bir skor veriliyor, bunun değiştirilmesi talep ediliyordu. En önemli değişim aracı goldü. Golü atmak için hem bireysel becerileriniz, hem de takımca iyi bir organizasyonunuz (taktik) olmalıydı. Hayır, futbol aptalların değil, biraz uyanıkların, ama ağırlıklı olarak akıllıların oyunuydu. Akıllı ve beceriklilerin!
Yaşadığı ortamı, durumu, statükoyu değiştirmek için hep dik duran bir lider kimliği sergiledi Mustafa Denizli. Altay ve sonradan kısa bir dönem Galatasaray’daki futbolculuk kariyeri takımdan ayrı, bağımsız Mustafa Denizli öyküleriyle sürdü. Bir yandan maçı, bir yandan da o müthiş sol ayaklıyı seyrediyordunuz. 12 golle gol kralı da oldu. Ama şunu söylemeliyim ki, Mustafa Denizli gollerinden daha fazlasını sundu bizlere... Hem oynarken, hem de oynatırken.
Sürekli değişim kültürü, onda zaman zaman yerleşmiş anlayışlara, statülere, hatta geleneklere de karşı koyma refleksleri yarattı.
Benim içim Mustafa Denizli, liderliğinden çok bu yanıyla hak ediyordu.
Üstelik çok da duygusal biriydi. Bugün hemen her şeyi istatistiklerle, sayılarla ifade edip başarıyı skorlara ve yüzdelere vuran, para, otomobil, emlak, hisse senedi, pahalı takı ve aksesuarla hayata anlam katmaya çalışanlardan biri değildi. Bunların çoğuna sahip olduğu halde, sayılamayan değerlerin, paylaşılacak duygu ve düşüncelerin de adamıydı Mustafa Denizli.
Onlardan en önemlisi yaşadığı aşk ve kahramanca sergilediği bir isyan serüveniydi.
Romeo&Jülyet
Alsancak’ta güzel, alımlı ve akıllı bir kıza tutulmuştu. Kızın adı, bir aşk öyküsüne evrensel olarak yakışacak en güzel adlardan biriydi: Jülyet!
Jülyet Aruh, kentin tanınmış Musevi ailelerinden birinin kızıydı. Bizim toplumumuzda bu tür aşklar, beraberlikler ve evlilikler için konmuş sert ve katı kurallar, yasaklar yoktur elbette. Ama bazı aileler yine de gelenekçi ve tutucu davranabilirler.
Baba Aruh, kızının bu ilişkisinden rahatsızdı. Kimbilir, belki başka nedenlerin de etkisiyle ailesini toparlayıp İsrail’e gitti.
Mustafa Denizli, hayatının ilk darbesini böyle yedi. Ama yıkılıp teslim olmadı.
Kesin bir kararlılıkla harekete geçti, Jülyet’ine kavuşmak için her şeyi göze alıp Tel Aviv’e gitti.
Terörle iç-içe yaşayan her ülkede olduğu gibi, güvenlik önlemlerini paranoya düzeyinde sıkıcı hale getiren İsrail polisi, havaalanında vizesiz ziyaretçi Mustafa Denizli’yi sıkı bir sorgulamadan geçirdi. Genç futbolcu, aşkını anlatmaya, sevgilisini görmeye geldiğini söylemeye çalıştı, anlamadılar. Bir ara o kadar sıkıldı ki, “Bırakın sadece sevgilimi göreyim, sonra ne isterseniz yapın. İsterseniz içeri atın” diye bağırdı.
Alsancak’ta güzel, alımlı ve akıllı bir kıza tutulmuştu. Kızın adı, bir aşk öyküsüne evrensel olarak yakışacak en güzel adlardan biriydi: Jülyet!
Jülyet Aruh, kentin tanınmış Musevi ailelerinden birinin kızıydı. Bizim toplumumuzda bu tür aşklar, beraberlikler ve evlilikler için konmuş sert ve katı kurallar, yasaklar yoktur elbette. Ama bazı aileler yine de gelenekçi ve tutucu davranabilirler.
Baba Aruh, kızının bu ilişkisinden rahatsızdı. Kimbilir, belki başka nedenlerin de etkisiyle ailesini toparlayıp İsrail’e gitti.
Mustafa Denizli, hayatının ilk darbesini böyle yedi. Ama yıkılıp teslim olmadı.
Kesin bir kararlılıkla harekete geçti, Jülyet’ine kavuşmak için her şeyi göze alıp Tel Aviv’e gitti.
Terörle iç-içe yaşayan her ülkede olduğu gibi, güvenlik önlemlerini paranoya düzeyinde sıkıcı hale getiren İsrail polisi, havaalanında vizesiz ziyaretçi Mustafa Denizli’yi sıkı bir sorgulamadan geçirdi. Genç futbolcu, aşkını anlatmaya, sevgilisini görmeye geldiğini söylemeye çalıştı, anlamadılar. Bir ara o kadar sıkıldı ki, “Bırakın sadece sevgilimi göreyim, sonra ne isterseniz yapın. İsterseniz içeri atın” diye bağırdı.
Karşılıksız kalmadı
Mahkemeye çıkardılar genç aşığı... Hakime dedi ki, “Ben burada yaşamaya zorlanan bir genç kızı seviyorum. O’nu almadan buradan gitmem. Lütfen O’nu mahkemeye çağırın, buraya gelip, beni istemediğini söylerse, boynumu büker giderim. Hayır, beni sevdiğini söylerse, bizi bırakırsınız!”.
Jülyet seviyordu Mustafa’yı. Bu kahraman sevgiliyi yalnız bırakmaya da hiç niyeti yoktu. Baba Aruh da, genç futbolcunun isyanını ve ısrarını anlamıştı nihayet.
Evlendiler... Mutlu bir evlilikleri oldu. Kızları Selin, bu mutluluğun bebeğiydi.
İlk isyanını zaferle taçlandırmış, yaşamına anlam ve derinlik kazandırmıştı.
Futbolda da isyanların adamıydı.
Mahkemeye çıkardılar genç aşığı... Hakime dedi ki, “Ben burada yaşamaya zorlanan bir genç kızı seviyorum. O’nu almadan buradan gitmem. Lütfen O’nu mahkemeye çağırın, buraya gelip, beni istemediğini söylerse, boynumu büker giderim. Hayır, beni sevdiğini söylerse, bizi bırakırsınız!”.
Jülyet seviyordu Mustafa’yı. Bu kahraman sevgiliyi yalnız bırakmaya da hiç niyeti yoktu. Baba Aruh da, genç futbolcunun isyanını ve ısrarını anlamıştı nihayet.
Evlendiler... Mutlu bir evlilikleri oldu. Kızları Selin, bu mutluluğun bebeğiydi.
İlk isyanını zaferle taçlandırmış, yaşamına anlam ve derinlik kazandırmıştı.
Futbolda da isyanların adamıydı.
http://www.milliyet.com.tr/Spor/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&ArticleID=1102612