“ 'Kadının beyanı esas alınmalıdır!' gibi bir sahte-ilkeye inanmak, hem genelde halkın bir kesimini öbürüne karşı kışkırtan bir demagojiye imkan verdi, hem de gazeteci (!) Balçiçek İlter (Pamir) yalanına gerekçe oldu.”
Sabahattin Sakman 23 Şubat'ta Yurt Gazetesi'ndeki köşesinde “kadının beyanı esastır” ilkesini sahte bir ilke olarak ilân ederken adeta Çiğdem Mater'in bir ciklemesindeki (tvit-tweet) öngörüsünü doğrulamış gibi göründü: “Kabataş'ın anlatıldığı gibi çıkmaması beyanın esas olduğu gerçeğini değiştirmez, aman diyeyim. Kadınlar zaten zor ses çıkarıyor, bahane olmasın.” (Ç.Mater- 13 Şubat 2014)
Bu iki uç örnek de söz konusu ilkenin ne anlama geldiğinin bilinmediğini, üzerinde düşünülmediğini hatta kadınlar tarafından dahi üzerinde pek de durulmadığını sergilemekte ancak bir başka ilkeyi, “Başbakanın beyanı esastır” ilkesini görünmez kılmaktadır.
“Beyan esastır,” ne demektir?
Adını sanını ya da yerini yurdunu bildiğiniz biri size küfür ve hakaret etse ya da tehdit ve tacizde bulunsa savcılığa gider, o kişiyi şikayet edersiniz (müşteki olursunuz). Savcılık size tanık ve kanıt var mı diye soracaktır. En küçük bir kanıtınız ve bir tane bile tanığınız yoksa soruşturmaya gerek olmadığına karar verecektir, hatta olasıdır ki, şikayet ettiğiniz kişinin ifadesini bile almaya gerek duymayacaktır. Şikayetiniz mahkeme aşamasına gitmeden savcılık makamında son bulmuş olur.
“Kadının beyanı esastır,” ilkesi tam bu noktada işlev görür: Bir erkek tarafından hakarete, tacize uğradığını söyleyen bir kadın var ve savcılığa gelmiş şikayette bulunuyor ama ne kanıtı ne de tanığı var. Savcı, şikayet edenin erkek olduğu benzer bir durumda reddedeceği soruşturma talebini, beyan sahibinin sadece kadın olmasından dolayı bu kez kabul edecektir. Bu bir ayrımcılıktır elbette ama olumlu (pozitif) bir ayrımcılıktır. Cinsiyet ayrımcılığının egemen olduğu bir toplumda ezilen cinsiyete bu ezilmişliğini biraz olsun dengeleme ve giderme imkânı tanıyacak bir olumlu ayrımcılık yapılmasıdır “kadının beyanının esas alınması” ilkesinin hayata geçirilmesi. Bu ilkeyi reddetmek doğrudan cinsiyet ayrımcılığının sürmesine destek vermektir. Söz konusu örnekte bir kadının mağduriyetinin ama genelde kadının ezilmişliğinin devamına, cins ayrımcılığının bekasına destek vermektir.
Beyanın doğrulanması gerekliliği ve ahlaki yargı gereksizliği
Ancak “kadının beyanı esastır,” ilkesi kadının doğru söylediğinin kabul edildiği anlamına gelmemektedir. Aksi halde elimizde “kadının beyanı doğrudur,” diye bir ilkemizin olması gerekirdi. Çiğdem Mater'in dediği “...beyan esastır gerçeği...”  beyanın gerçek (doğru) olduğu anlamına gelmez.
Kadının beyanına göre şikayeti kabul eden savcı bir soruşturma başlatır. Kadının ve erkeğin şikayete konu olan gün ve saatte nerede olduklarını öğrenmeye çalışır, etraflarında olanları tespit edip onların  ifadelerine başvurur, sabıka kayıtlarına bakar vb. incelemelerde bulunur, yani sorup soruşturur. Kadının beyanını doğrulayacak en küçük bir kuşkuya bile rastlamayabilir. Fakat sonuçta yine de şikayet edileni (erkeği) ifadesine başvurmak için çağırabilir ve çağırmalıdır. Elbette bundan muhakeme edilecek bir sonuç çıkmayabilir ve mahkeme olmaz. Ancak yine de erkeğe, aslında ezen cinsiyete kadının koruma altında olduğu mesajı verilmiş olur. Bu bile bir caydırıcılık etkenidir ve erkek için masumiyetini koruma refleksine neden olabilecektir. Bugün çoğu işyerinde erkek müdürler kadın çalışanlarını odasına çağırdığında, oda kapısını açık tutmaya ya da odada bir başka kadının bulunmasına özen göstermektedir. Bu, olası bir suçlamaya karşı masumiyet ilkesinin yetmeyeceğinin hissedilmesindendir. Yani “kadının beyanının esas olması” durumunda sadece hukuki korunma değil ahlaki aklanmaya ihtiyaç duyulacaktır. Bu ise kadınlar için kullanılan ahlaki aklanma silahının erkeklerin üzerine çevrilmesidir. Kabataş senaryosundaki kadının başörtülü olması, aslında, iddia sahibi erkekler tarafından bu kadının ahlaki olarak “ak” olduğunun, aklanmış olduğunun kanıtı olarak savunulduğundan, kadın üzerindeki erkek egemenliğinin nişanesi, göstergesidir (elleri deri eldivenli, bellerine kadar çıplak erkekler de ahlaki karalamanın). Mini etekli, göğüs dekolteli bir kadının tam tersine “davetkâr” olarak görülmesi, giyim tarzının  ahlaki düşkünlük simgesi olarak nitelendirilmesi de aynı bakış açısının ürünüdür. Kadının beyanının esas olması ilkesi tam da bu ahlaki bakışın tersine çevrilmesine ve dolayısıyla ahlaki bakışın (özellikle erkekler nezdinde) bir yargılama aracı olarak mantıksızlığının kavranmasına yol açabilecektir.
Kadının beyanının esas olması ilkesi dolayısıyla bir erkeğin savcılığa ifade vermeye çağrılması  hukuksal bir süreçtir, bir suçlama değildir. Kadının beyan ettiği durum kanıtlanmayabilir, doğrulanmayabilir. Kabataş olayında da olan budur. 73 kamera görüntüsüne bakılmış, GSM (cep telefonu) baz istasyonları esas alınarak o gün ve o saatte orada olan insanlar tespit edilip yüzlerce ifadeye başvurulmuş ve kadının beyanını doğrulayacak bir sonuca ulaşılmamıştır. Fakat böyle oldu diye “kadının beyanı esastır,” ilkesi zarar mı görmüştür? Hayır tam aksine olumlu ayrımcılık tam da bunu gerektirir: İftira olduğu sonucuna ulaşılacak olsa bile kadının beyanının öncel olarak iftira olabileceği varsayımını göz ardı etmek. Bir kadın bir erkeğe her ne nedenden olursa olsun iftira atmış da olabilir. Kadını korumak için iddia soruşturulur ve bir kanıt/tanık yoksa iddia var diye herhangi biri suçlanmaz ve yargılanmaz. “Erkeğin de karısı, çocukları, eşi dostu var; ahlaken mağdur edildi,” diyenlere verilecek cevap, ahlaki suçlamaların tersine de işleyebileceği ve kadına yönelik böyle suçlamaların mantıksızlığının idrak edilmesi halinde erkeğin de ifade vermeye çağrılmasının mağduriyet olarak görülmemesi gerektiğidir.
Kimin beyanı?
“Kabataş olayı” artık bir olay olmadığının ortaya çıkmasından dolayı “Kabataş iddiası” olarak anılmadır. Kabataş iddiası “kadının beyanı esastır” ilkesinin ne kadar doğru ve anlamlı bir ilke olduğunu göstermiştir. Bu ilkenin tüm toplumun gözü önünde sahici bir uygulaması gerçekleşmiştir. Ama yine de bir fark ile; bu soruşturmada gerçekten kadının beyanının esas olması ilkesiyle hareket edilmiş olsaydı.
Bugün bu ilkeyi konuşuyorsak, erkeklerin, Sabahattin Sakman gibi bu ilkeye saldırarak cinsiyet ayrımcılığına sıkı sıkıya sarılmalarındandır; yoksa Kabataş iddiasında devletin uyguladığı bu ilke değildir. Uygulanan “başbakanın beyanı esastır” ilkesiydi. Çünkü Kabataş iddiasını, şikayetçi olan kadından önce dile getiren başbakandı. Şikayetçi olan kadın savcılığa iddia ettiği olay gününden beş gün sonra gidiyor, Adli Tıp'tan rapor alıyor. Ancak soruşturmanın bu başvurudan önce başbakanın beyanıyla başlamış olacağı çok açık değil mi? Başbakanın ağzından böyle bir açıklamayı işitip de soruşturma başlatmayacak bir savcı düşünülebilir mi? Meslekleri gereği bunu yapmaları gerekir, emir ya da talimata gerek olmadığı gibi zaten böyle bir şey de “mümkün” değil. Peki, baş örtülü olsa bile kadının beyanına dayanılarak böylesine kapsamlı bir soruşturma yapılacağını düşünebilir miyiz?
Gezi ayaklanmasını kötülemek için “camiye ayakkabılarıyla girdiler, bira içtiler,” iddiasıyla beraber Kabataş iddiası çokça ve etkili bir şekilde kullanıldı. Hukuksal olarak doğrulanmamalarına rağmen halen de kullanılmaktalar. Ancak başbakanın beyanı üzerinden yapılan böylesine titiz ve derinlikli soruşturma “kadının beyanı esastır” ilkesine dayanarak yapılması gereken soruşturmalara örnek olarak anılmalıdır. Kadının beyanı üzerine de hakaret, taciz, tecavüz iddialarının da aynı duyarlılıkla soruşturulması gerekmektedir.
Kadının beyanının doğru çıkmayacağı her örnek bu ilkeyi zayıflatmaz aksine güçlendirir, çünkü bu uygulanmasının ezen cinsiyete, erkeğe vereceği en büyük zarar ahlaki yargılarıyla donatılmış cinsiyetine özgü egemen zihniyetin tutarsızlığını, bu yargılar kendine yöneltildiğinde bizzat yaşayacak olmasıdır.
 
Özcan Özen
23 Şubat 2014
Daha yeni Daha eski