İpliği pazara çıkmış Erdoğan’a daralan bir AKP iktidarının halk karşısında ne meşruiyeti ne gücü kalacaktır
“Uzun adamın ölümünü üç yıldır bekliyorduk.” Bu ifade, Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın iddiasına göre Cemaatçiler tarafından kullanılmış. Cemaatçiler, “uzun adam kendi kendine ölmüyorsa biz de ona Çin işkencesi[1] yaparak öldürelim” diye karar vermiş olmalılar ki zavallı uzun adama her gün yeni bir darbe indiriyorlar.
Savcıları, hakimleri, ufak sıkıntıları olsa da HSYK’yı şimdilik hallettiğini düşünüyor Erdoğan. Polislerin, müdürlerin önemli bir kısmını sürgüne gönderip geri kalanların başına da Efkan Ala’yı dikerek emniyeti de bir nebze yoluna koydu. Ama beklediği gibi bu kez darbe sanal alemden geldi. Yasal düzenleme biraz geç kaldı. Haramzadeler adlı site ses kayıtlarını yayımlamaya çoktan başladı. Bir sonraki hamle büyük ihtimalle görüntülü kayıtlar olacak. Şimdilik piyasaya sürülenler; Bilal Erdoğan’ın (uzun adamın çok sevgili mahdumu) müteahhitlerle toplantı organizasyonları, ATV-Sabah’ın bu müteahhitlere biraz da zorla itelenmesi, Habertürk’ün Fatih Altaylı ve Fatih Saraç’ın neredeyse her gün şamarlanarak tımar edilmesi (bu arada Çapul TV’nin Altaylı’ya kesin ödül vermesi gerek, “tescilli pişkin” ödülünü), “Beyefendi”nin villaları için Urla’daki birinci derece sit alanının yağmalanması, Başbakan Başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın Meclis TV’yi makaslaması, Binali Yıldırım’ın rüşvet çarkındaki hiyerarşik pozisyonu… Bir de mahkeme kayıtlarına girmiş dinlemeleri öğrendik. Muammer Güler’in, polis baskını sırasında oğulcuğuna “nasıl ifade vermesi” gerektiğine dair verdiği taktikleri… Bu arada Erdoğan bir darbe de üçüncü havalimanında yedi, mahkeme inşaatı durdurdu. Belli ki, daha çok darbe yiyecek, belli olmayan ise bu darbelerden ne zaman kafayı yiyeceği.
Şimdilik hala savunma pozisyonunda, surlarda açılan delikleri yamamaya, safları sıkı tutmaya çalışıyor. Özel Yetkili Mahkemeleri kaldırması, HSYK Yasası’nı tekrar Meclis’e getirecek olması, yeni Askerlik Yasası’nın çıkarılması, internetin kontrolünü tek elde toplaması, mal varlıklarına tedbir konulmasının zorlaştırılması, bu çabanın ürünleri. İttifaklar kurmaya, arkasını güçlendirmeye ise özel önem veriyor bu dönemde. Almanya, Fransa derken İspanya da yağmadan faydalanmaya geldi. Kıbrıs sorunu ha çözüldü ha çözülecek! İsrail’in tazminat ödemesine ramak kaldı. Ermenistan’la ilişkiler yeniden canlandı. İran ziyareti acayip faydalı geçti. Bu kadar derdin arasında Kış Olimpiyatları’na gidip Putin’le selamlaştı bile.
Alışıldık taktiklerinden ise vazgeçmiyor. Bunların başında dilinde sınır tanımamak var. Her ne kadar bu ara “paralel devlet” yerine “paralel yapı/örgüt” söylemini tercih etse de Cemaat’e laf yetiştirmede bir sıçrama yaptı ve Fethullah Gülen’i “örgüt lideri” ilan ediverdi. Çok zaman geçmedi hala belleklerde, Fethullah için yaptığı “gökten rahmet yağdı da toprak kabul etmedi mi” güzellemesi. TÜSİAD hala vatan haini, Kılıçdaroğlu hala CHP’nin müdürü.
Bu arada ilginç(!) olan ise liderinin, üyelerinin, icraatlarının belli olduğu bu örgütten henüz hiç kimse hakkında soruşturma, sorgulama, gözaltına alma kararının verilmemiş oluşudur. Kuşkusuz bunda en önemli etken Tayyip Erdoğan’ın hala bir uzlaşma/şantaj umudu taşıyor olmasıdır. Ayrıca savunma pozisyonundan saldırı pozisyonuna geçiş hem kapsamlı bir hazırlığı hem de gelebilecek(!) daha güçlü saldırılara karşı önlem almayı zorunlu kılar. Anlaşılan AKP cephesi Bülent Arınç’ın da kabul ettiği gibi henüz(!) bu kadarına hazırlıklı değil. Tayyip Erdoğan şimdilik seçimi atlatma derdinde, elindeki en güçlü manipülasyon aracı ise seçim anketleri.
Seçim anketleri neden bu kadar önemli? Koskoca başbakan, çantacısına bile emanet edemeyip neden anket sonuçlarını cebinde taşır? İlk olarak ABD’de bu işe bu kadar önem veriliyorsa bir bildikleri vardır diye düşünüyordur mutlaka Tayyip Erdoğan. Bununla birlikte sürekli kullandığı taktiğin işe yaradığını biliyor; gayri meşru yapılar karşısında mağduru oynamak, millet desteği konusunda ise güçlü görünmek. Ayrıca bu seçim anketlerinin yaradığı başka bir iş daha var! Seçimde hile yapıp oy oranı yükseltildiğinde geçmişe dönük bir kanıt işlevi görürler, tıpkı Doğu Avrupa’da olan turuncu, karanfil devrimler gibi; “bizim oyumuzun yüksek olacağı daha önceden belli idi…”
Tüm bu tezgahların, kapışmaların “kanlı mı, kansız mı” sonuçlanacağı bilinmez ama gerilimin her geçen gün artacağı ve çok boyutlu hale geleceği kesin. İktidar sahipleri kolayca(!) iktidarlarından vazgeçmeyecekler, iktidardan dışlananlar ise kolayca(!) kuyruklarını sıkıştırıp köşeye sinmeyecekler. Ne olursa olsun, nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, bu süreç nesnel olarak sol için büyük avantajlar oluşturuyor.
Toplumda sağ ideoloji/zihniyet çok büyük bir siyasi ve sosyal meşruiyet krizine girmiş durumda. Sağ muhafazakarlık diye tanımlanan şemsiyenin altında her türlü yağma, talan, iktidar hırsı ve din simsarlığının varlığı tarihte ilk kez bu kadar açık bir şekilde ortaya dökülmüş durumda. Artık bu ülkede yaşayan herhangi biri bile Tayyip Erdoğan’ın sıkı bir “Allahsız olduğunu” kanıtlayabilir! Allah’a inanan, cehennem korkusu olan bir Müslüman bu kadar çok yalan söyler mi, bu kadar çok yağma yapar mı, bu kadar çok “yetim hakkı” yer mi? Eeeee, demek ki… Bu şahsın ve şürekasının “öbür dünya” inancı yok, varsa yoksa her şey bu dünya için.
Elbette sol ideolojinin bu durumdan kendiliğinden bir biçimde güçleneceği sonucunu çıkarmamak gerek. Bunun için sağ ideolojiyle çok güçlü bir pratik mücadeleye girmek kaçınılmaz. Sosyalist değerlerin halkın gündelik söylemine yerleştirilmesi, sağ propagandanın hakim olduğu sokak dilinin yerine geçmesi için tek gereken şey, dışa dönük aktif ve özgüvenli bir propagandanın yaygınlaştırılmasıdır.
17 Aralık’tan (bazılarına göre 7 Şubat’tan) beri süren bu “it dalaşı”nda sosyalist sol, neredeyse tamamen devre dışı. Kuşkusuz bunda kendi dışında nedenler var; iktidarın bir parçası olmadığı gibi planlanan yeni iktidarda da rol verilmeyecek olması en önemli etken. Bununla birlikte çatışma konularının hiçbirinde herhangi bir pozisyonu yok; ihale pazarlıklarında olmamış, bakanlık paylaşmamış, kendisine bağlı savcılar, hakimler, HSYK üyeleri yerleştirmemiş, evlerinde milyon dolarlar zulalamamış… Ayrıca belki de devre dışı kalmanın en önemli nedeni, “yesinler birbirini” iradi tercihinden kaynaklanıyor.
Ancak gerek sürecin ilerleyiş biçimi, gerekse olası sonuçları Türkiye halklarına olduğu kadar sosyalistler için de kendiliğinden olumlu adımlar doğurmayacak. Üstelik tam tersinin olmasını beklemek gerek. Tam da bu nedenle sosyalistler, devrimciler bu sürecin dışından ancak bu sürece müdahaleyi amaçlayan bir kürsü, bir politik çizgi ve bir pratik eylem çizgisi örgütlemek zorundalar.
Solun, şimdiye kadar oluşturduğu kürsülerin bu sürece müdahil olmak için yeterli olmadığı görülebilir. Olması gereken sol adına, sosyalistler, devrimciler adına bu sürece ortak bir inisiyatif merkezi ile müdahil olmaktır elbette. Bunun için yoğun bir çaba sarf etmenin yanında, varolan kürsülerin güçlendirilmesi, yanlarına yeni kürsülerin oluşturulması da kaçınılmaz olmaktadır. Şu an için sol grupların kendi merkezlerinin çağrıcılığından daha yüksek bir etkiye sahip “çağrı merkezlerinin” olduğu rahatlıkla görülebilir; Taksim Dayanışması (ve diğer illerdeki benzer yapılar) gibi, Forumlar Koordinasyonu gibi. Hatta bunlara Kuzey Ormanları Savunması gibi daha yerel gündemler ekseninde oluşmuş üstyapılar da eklenebilir. Bunların güçlendirilmesi bir yana döneme özgü yeni çağrı merkezlerinin/kürsülerin oluşturulması hem mümkün hem de bir zorunluluk; mahalle meclisleri, muhtarlar platformları gibi. (Belki de en etkilisi Tay-Fet-Def’in kurulması olur; Tayocular da Fetocular da Defolsun Platformu). Hangi isim altında ve hangi düzlemde kurulursa kurulsun, bu yapılar için kaçınılmaz ilkelerin, bağımsızlık, meşruluk ve güvenilirlilik olacağı mutlak.
Bu sürecin politik söyleminin yalana, talana, yolsuzluklara karşı oluşturulması gerektiği zaten herkes tarafından kabul görmüş durumda. İktidarın içinde bulunduğu siyasi ve sosyal meşruiyet krizi, mutlaka ekonomi politik krize emekçilerin çıkarları doğrultusunda müdahalelerle boyutlandırmak zorunda. Neoliberal politikalar, bu siyasi krizin gölgesinde uygulanmaya devam ediyor ve seçimler sonrasında yeniden yapılandırılacağı da aşikar. Özellikle bu ekonomi politikalarının yerel yansımalarına karşı çıkılması görevi tamamen sosyalistlere kalmış durumda. CHP de krizi fırsata dönüştürmüş durumda; yerel yönetimlerde neoliberal belediyecilik anlayışı sorgulanmıyor bile. Kürt hareketini de bu noktada muaf tutmamak gerek. Kılıçdaroğlu’nun daha önceki seçimlerde “belediyelerde taşeron çalışmayı kaldıracağız” vaadi hatırlanmıyor/hatırlatılmıyor. Daha önce Dikili Belediyesi’nin uyguladığı belirli miktarda suyu parasız karşılama uygulamasının “hoş karşılanmadığı” Dikili Belediye Başkanının yeniden aday yapılmamasından rahatlıkla anlaşılabilir!
Belli miktarda suyun, doğalgazın, elektriğin yoksul halka parasız ulaştırılması için mücadele, ulaşımın kentte yaşayan herkes için parasız olması için mücadele, yağmaya ve talana dönüşen kentsel dönüşüme karşı mücadele, taşeron çalıştırmaya karşı mücadele, doğanın metalaştırılmasına karşı ekosistemin sürdürülebilirliği esasına dayanan bir mücadele… Kısacası neoliberal yerel yönetim anlayışına karşı halkın haklarını savunan bir mücadele göz ardı edilerek halktan yana bir siyasi muhalefet oluşturulamaz. Ancak böyle bir mücadele egemenler arası bu “it dalaşına” halkın çıkarları ekseninde güçlü bir müdahaleyi gerçekleştirecektir. Ezber bozan, tezgah bozan olacaktır.
Tüm bu sürecin olmazsa olmazı ise sokağın hakimiyetini elde tutmak, her türden “farklı planın” uygulanmasına zemin bırakmamaktır. Son dönemde iradi olarak geliştirilen “AKP’ye sokakta siyaset yaptırmama” tavrının AKP’yi büyük ölçüde zora soktuğu ortada. Ellerinde kalan tek araç (o da gizlenerek) kendilerinden olanlara ev ziyareti yapmak. AKP’nin sokak faaliyetini (standı, afişi, pankartı, esnaf ziyareti vs.) tamamen ortadan kaldırmak, AKP’nin propaganda yapma olanağını sadece Tayyip Erdoğan’a daraltacaktır. Ve ipliği pazara çıkmış Erdoğan’a daralan bir AKP iktidarının halk karşısında ne meşruiyeti ne gücü kalacaktır.
Uzun adamın ölmesini de, iki taraftan birinin diğeri karşısında galip gelmesini de beklemeyeceğiz…SENDİKA.ORG
[1] Çin işkencesinin en çok bilinen iki türü. Birincisinde; işkence yapılacak şahıs, hiç hareket edemeyeceği bir şekilde bağlanır ve kafasına, zaman aralıkları eşitlenmiş su damlacıkları damlatılırmış. Damlalar bir süre sonra balyoz etkisi yaptığından şahıs delirirmiş. İkincisinde ise şahıs gözleri açık kalacak şekilde sabitlenir ve işkence yapan elini, belli bir mesafeden şahsın gözüne doğru ileri geri sallarmış. Saatlerce süren bu hareketin sonunda şahıs kafayı yermiş… Garanti…