12 MART faşizminin Kızıldere’de gerçekleştirdiği katliam, Denizler'in idamıyla birlikte, gerek sol hareket açısından gerekse ülkemizin yakın siyasi tarihi açısından son derece önemli sonuçlar yarattı; sonraki dönemde devrimci hareketleri de derinden etkileyen bir dönüm noktası oldu.
Şimdi Kızıldere katliamının üzerinden 36 yıl geçtikten sonra, bir yandan ülkenin her yanında ve dünyanın değişik bölgelerinde binlerce gencin katıldığı anma toplantıları düzenlenirken, bir yandan da bu olay üzerine çeşitli yorumlar yapılıyor.
Değişik yönleriyle tartışılması gereken bir olaydır bu.
KIzIldere yalnızca Deniz’lerin idamını engellemek isteyen devrimcilerin giriştikleri bir dayanışma eyleminden ibaret bir olay değildi.
Karadeniz'in bu küçük yoksul köy evinde bedenleri bombalarla delik deşik edilen devrimcilerin arkasında 65/71 yılları arasındaki devrimci gençlik hareketinin (soldaki ideolojik ayrışma ve çatışmalar, kariyer tutkuları, ihanetler, cunta hesapları, emperyalizmin tuzakları ve faşist saldırılar karşısında) bağımsız bir devrimci siyasi hareketin yolunu açma mücadelesinin hikayesi vardır.
DEV-GENÇ’in son kongresinde Mahir’in yaptığı o uzun konuşma artık yalnızca Milli Demokratik Devrim tezlerinden cunta konusunda değil,
solun geleneksel anlayışlarından da büyük bir kopuşun yolunu açıyordu….
1-60’LARDA DEVRİMCİ GENÇLİK HAREKETİ
Türkiye'de sol hareket altmışlı yıllarda, o dönemde egemen sınıflar arasındaki bir güçler dengesine özgü nispi özgürlük ortamı içinde gelişti. Gençlik ve aydınlar arasında başlayarak gelişen bir toplumsal uyanış dönemi yaşanıyordu. Batı'da gelişen 68 hareketi bir ölçüde üniversitelerde yoğunlaşmakta olan hareket için bir tetikleyici rolü oynadı denebilir. Üniversitelerde yoğunlaşan boykot-işgal gibi olayların daha sonra Batı'dakinden farklı gelişmesinin nedeni Türkiye’nin toplumsal ve siyasal farklılıklarında yatar. Fransa'da olsun, Batı'daki diğer ülkelerde olsun, sonraki dönemde hareketi sistem içerisine çekerek sönümlendirmenin yolunu buldular. Türkiye'de ise ne devletin yapısı ne de hakim yönetim anlayışları buna müsaitti. Bulabildikleri en "güzel", belki de tek yöntem, Amerika'dan ithal kontrgerilla taktik ve stratejilerinden ibaretti. CİA ajanlarının yönetiminde "komando"lar yetiştirip, ülkenin bağımsızlığını, eşitlik ve özgürlük isteyen kim varsa üzerine salmak! Sopayla, silahla. Bu, ülkenin, 65-71 arasındaki onlarca devrimci gencin faşistler tarafından öldürülmesinden, Denizler'in idamından, Kızıldere’de on devrimcinin katledilmesinden geçerek 12 Eylül öncesindeki bir iç savaş sürecine sürüklenmesinin başlangıcıydı. Türkiye'nin egemenleri bu ülkeyi yönetmek için buna muhtaçtı ve bundan başka bir şey de bilmiyorlardı.
12 Mart ve 12 Eylül gibi Kızıldere de ABD'nin sözde Sovyetler Birliği'ne karşı dünya çapında yürüttüğü hakimiyet mücadelesi açısından tasarlanan stratejinin bir parçası olarak Türkiye halkının bağrında gelişen toplumsal uyanış hareketine karşı düzenlenmiş planlı bir Amerikan operasyonuydu. Bu operasyonlarda rol alanlar, darbecilerinden Demirellere kadar, bu stratejinin taşeronluğundan başka bir şey yapmadı.
2-DEV-GENÇ’TEN THKP-C’YE
Kızıldere'ye giden yol her şeyden önce 60'lı yıllarda sol hareket içindeki ideolojik tartışma ve ayrışmalardan geçti.
Bu bir bakıma THKP-C'nin kuruluş sürecinin de hikâyesidir.
THKP-C’nin kuruluş süreci benim DEV-GENÇ’in son dönemindeki Merkez Yürütme Kurulu üyeliğime rastlar.
(Aslında o dönemde benim MYK üyeliğim de büyük ölçüde bir raslantı sonucu olmuştur denilebilir. Gerçekte benim o zamana kadar okumakta olduğum Hukuk Fakültesi'ni yaş itibariyle çoktan bitirip ayrılmış olmam gerekirdi. Fakülteye 1962'de girmiştim ama, daha çok ilgimin zayıflığı yüzünden okula devam etmiyordum. Bu yüzden DEV-GENÇ’in son kongresi yapılırken ben hala hukuk fakültesinin son sınıfında takıntılı durumdaydım. Mahir’in o uzun konuşmasını yaptığı kongrede, sanırım Anamur dağlarındaki “eğitim kampı”ndan tanıştığımız Münir Aktolga’nın marifetiyle olacak, MYK üyeliğine aday gösterilince arka sıralarda oturduğum yerden reddetme imkanı bulamadan seçilmiş oldum.)
THKP-C süreci içinde bu şekilde gerçekleşen sorumluluğum çerçevesinde yer aldım. O sırada Mihri Belli ile ayrılık olayı henüz sonuçlanmamıştı.
MDD/SD ayrılığı başlangıçta daha çok TİP’de yasaklı oldukları için legalite içinde rol alamayan (ve sol bir cuntanın legalite sorunlarını çözebileceğini öngören) eski tüfeklerle TİP yöneticileri arasındaki bir çekişme ve görüş ayrılığı olarak ortaya çıkmıştır. Ancak gençlik mücadelesinin boyutları geliştikçe tartışmaları marksist klasiklerin klavuzluğu altında bizim yorumlayışımız da değişmeye başlamıştı. Artık 27 Mayıs sonrasının belirsizlik ortamı içerisinde oluşturulmuş “asker sivil aydın zümre”nin rolüne yapılan vurgulara dayalı MDD tezleri özellikle 15-16 Haziran sonrasında gelişen mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzaktı. Kır-şehir problemi, devrimde proleteryanın rolü ve ideolojik öncülük meselesi, ittifaklar sorunu, Kürt meselesi gibi tartışma konularında artık daha net ve tutarlı fikirlerin arayışı içindeydik.
Mahir'in uzun konuşması birçok yönden bu konularda geçmiş tartışmaların bir sentezine doğru bir açılım getiriyor ve artık yalnızca eski MDD tezlerinden cunta konusunda değil, solun geleneksel anlayışlarından da büyük bir kopuşun yolunu açıyordu.
Ben Aydınlık Sosyalist Dergi içindeki ayrışma olayının perde arkasında bulunmadım. Önceleri Mihri Belli'lerin evlerine Mahir ve diğer bazı arkadaşlar gibi zaman zaman gider, Aydınlık bürosunda zaman zaman Vahap ve Seyhan Erdoğdu'larla da görüşürdüm. MYK üyeliğine seçilmemden sonra giderek hızlanan olaylar içinde yoğunlaştım, bir ara geçirdiğim ağır bir karaciğer rahatsızlığı nedeniyle de birkaç ay gelişmelerin dışında kaldım. THKP-C'nin kurucularıyla SBF'de veya bazı evlerde ara sıra görüşme dışında, gelişmeleri daha çok Sinan Kazım ve diğer arkadaşların aktarmalarından öğreniyordum.
"Aydınlık Sosyalist Dergi'ye Açık Mektup" resmi MDD tezlerinden yeni bir bağımsız devrimci siyasi oluşum doğrultusundaki kopuşun ilanıydı. Kurtuluş isimli dergide yer alan “devrimde sınıfların mevzilenmesi” isimli uzun yazı da artık ülkenin her yanında devrimci bir örgütün gelişmekte olduğunu haber veriyordu.
CUNTANIN AYAK SESLERİ
Ancak olaylar, mücadelenin doğal seyrinden ya da bizim hareketimizden çok daha hızlı gelişti. (Kazanın altını kimin harladığını ise kimse bilmiyordu!)
Sol darbe hazırlığının had safhaya ulaştığı haberlerini Mısır'daki sağır sultan bile duydu. 9 Mart'a doğru gazete bürolarında Gürler-Batur-Tağmaç cuntaları arasındaki tahteravallinin çetelesi tutulmaya başlanmıştı.
Gençlik eylemleri bu doğrultuda manipüle edilmeye çalışıldı. Gençlik içindeki kimi gruplar gençlik eylemini kendi mecrasının dışına çıkarmak üzere teçhizatlandırılarak yönlendirilmeye çalışıldı. Bunlara (bazen fiziki güç de kullanarak) engel olmaya çalıştığımızda, Doğan Avcıoğlu’nun cunta yanlısı “Devrim” dergisinin başyazısında “devrimci gençliği pasifize etmekle” suçlandık.
Son dönemlerde özellikle liberal çevrelerce Türkiye solunun bütün geçmişiyle birlikte THKP-C hareketi de cuntacılıkla (Kemalistlikle) suçlanıyor. Bazen hareket içinde genç havacı subayların bulunması bu suçlamanın bir kanıtı olarak gösterilmek istenir. Kuşkusuz gençlik hareketini o dönemin hakim özelliklerinden bütünüyle ayrı tutmak mümkün değildir; ancak THKP-C hareketinin temel özelliği her türden “yukardan devrim” anlayışına karşı bağımsız devrimci bir hareket yaratma temelindeki bir tepki ve karşı çıkış olarak ortaya çıkmış olmasıdır. Bu özellik geleneğin sonraki dönemlerinde Devrimci Yol özelinde olduğu gibi, çok daha belirgin biçimde ortaya çıkacaktır.
Cuntanın ayak seslerinin duyulduğu bir ortamda Denizler'in spektaküler çıkışıyla birlikte artık ok yaydan tümüyle çıktı.
Sonrası 9+12 Mart, Denizler'in yakalanmaları, sıkıyönetim, tutuklamalar, Elrom’un kaçırılarak öldürülüşü, Cevahir, Büyük Firar ve Kızıldere…
3- KIZILDERE'DEN ÖNCE
12 Mart'tan sonra ilan edilen sıkıyönetimle birlikte herşey altüst oldu. Elrom'un kaçırılmasından sonraki gelişmelerde önce İstanbul kanadındaki arkadaşların yakalanmaları, sonra Cevahir'in ölümü, Mahir’in yaralı olarak yakalanması üzerimizde büyük bir şok ve moral bozukluğu yarattı. Darmadağın olmuştuk. Sinan Kazım’ın alnında polis darbesinden kalma belirgin bir iz vardı. Hüdai oldukça uzun boyuyla dikkat çekici bir fiziğe sahipti. Birçok arkadaşın bu gibi nedenlerle hareket kabiliyeti kalmamıştı.
Benim televizyondaki arananlar listesinde sanırım liseden kalma bir küçüklük fotoğrafım kullanılıyordu. Bu yüzden diğerlerine göre daha rahat hareket edebiliyordum. Koray Doğan, Nasuh Mitap, Ali Başpınar, Selahattin Güleç, Feyyaz Kurşuncu, Mehmet Yüksel, Selami Şakiroğlu gibi arkadaşlarla birlikte Ankara grubunu toparlamaya, barınacak yerler oluşturmaya, ilişkileri düzenlemeye çalıştık.
Firar hazırlığından haberimiz vardı. Kaçış yeniden büyük bir moral kazanmamıza yol açmıştı. Ama arkasından hareketin kurucuları arasında meydana gelen ayrılık haberleri geldi.
Bir süre sonra Mahir Ankara'ya geldi. Özellikle asker kanadının yediği darbeden sonra Ankara grubundaki arkadaşlarla oluşturduğumuz imkanlar içinde birlikte olduk.
Cihan Alptekin ve Ömer Ayna da Ankara’ya gelmişti. Bir ara Cihan’la birlikte Demirel hükümetlerinin ünlü içişleri bakanlarından birinin yeğeninin evinde uzunca süre kaldık.
Ömer’le daha çok Koray ilgilenirdi. Cihan olsun, Ömer olsun, kendilerini Mahir’in kaldığı yere götürmem için bana ısrar ediyorlardı. Ancak hem güvenlik açısından hem de firardan sonra kaçanları yakalamak için yürütülen operasyon nedeniyle ve tutuklamalar sonucunda imkanlarımız iyice daraldığı için buna imkan bulamıyordum. Olanaklarımız giderek daralıyordu. Bu yüzden Sinan Kazım, Hüdai ve Saffet’i Karadeniz'e gönderdik. Bir ara Cihan’ı geçici olarak Altındağ civarında Feyyaz’ın ilişkisindeki bir elektirikçi dükkanının arkasındaki küçük bir bölmede barındırmak zorunda kaldık. Akşam olunca dükkanı işleten arkadaş kepenkleri indirip gidiyor, o da oraya getirdiğimiz bir şiltenin üzerinde yatıyordu. Sonra onu Mahir'in kaldığı yere aktardık.
Cihan’ın Mahir’in yanına geçme isteğinin arkasında Denizler'i kurtarmak için yapılacak bir eylemde Mahir’le birlikte olmak düşüncesi vardı. Ancak ben Denizler'i kurtarmak için yapılacak herhangi bir eylemde Mahir’in bulunmasını doğru bulmuyordum. Yapılması gereken şey ne ise başka bir ekiple yapılabilirdi. Düşündükleri gibi önemli birilerini rehin almış olsalar bile Mahir'in içerde bulunduğu bir yeri havaya uçurmaktan çekinmeyeceklerini söyledim. Ben Mahirler'in yurtdışına çıkmasının doğru olduğunu düşünüyordum. Bunun için imkanlarımız da vardı. Mahir buna hiç yanaşmadı. Daha önce söylemiştim, ben bunu hep bir hata olarak gördüm.
Mihri Belli anılarını aktardığı bir kitabında Mahir’in “M. Belli'den ayrılmakla hata ettik” dediğini ifade ediyor. Benim olduğum bir yerde Mahir’in böyle bir şey söylediğini ben duymadım. Ancak bir ara Mahir’in, Koray'la birlikte teksirle çoğaltmakta olduğumuz “Kesintisiz 1” isimli buroşürde yer alan M. Belli ile ilgili bir dip notu "teksirlerden çıkaralım" dediğini hatırlıyorum. Nedenini sorduğumda da o koşullarda artık onunla uğraşmanın bir gereğinin kalmadığını söylemişti.
Bir yandan Denizler'le ilgili dava sürecinin sonunu beklerken bir yandan yapılması düşünülen eylemle ilgili istihbarat toplamaya çalışıyorduk. Bu işin takibini de Koray yürütüyordu. Mart ayının ilk günlerinde Mahir, Cihan ve Ertuğrul'un birlikte kaldığı yerde çıkan bir sorun nedeniyle Bahçelievler'de, 80 yaşlarında, Türkçe bilmeyen bir kadınla 13 yaşlarındaki (Ferdane adında) bir kız çocuğunun kaldığı bir eve geçtiler. Ev sahibi A. Rıza Yurtsever bir geziye çıkmıştı ve yaşlı kadın bizi kabul etmekte bir sakınca görmemişti.
Koray'ın vurulduğu gün akşam eve gittiğimde çok üzgündüler. Evden ayrılırken bana “sakın yakalanma” dedi. Bu onları son görüşüm oldu. Orada kaldıklarını benden başka kimse bilmiyordu. Ertesi gün Selahattin’in kaldığı Selçuk İnanç’ların Keçiören'deki evlerinde kurulan karakolda yakalandım.
4-KIZILDERE'YE DOĞRU
Kendilerini bana kontrgerilacı olarak tanıtan sorgucular tarafından sorgulandım. Mahirler'in yerini bildiğime dair daha önce yakalananlardan bilgi almışlardı. Bu yüzden onların yerini söyletmek için işkence yaptılar. Daha sonra Mahirler'in yanlarına çağırdıkları Feyyaz Kurşuncu'dan öğrendiğime göre, benim gidilecek her yeri bildiğimi, en son söyleyeceğim yerin şimdi kaldıkları yer olduğunu söyleyerek Karadeniz'e geçinceye kadar orda kalmaya devam etmişler.
Zaman zaman Mahirler'in kaçışlarına göz yumulduğu ve kaçıştan sonra da sürekli takip altında izlendiklerine dair iddialar ileri sürülür. Sorguda yaşadıklarım nedeniyle bunun doğru olmadığını biliyorum. Sorgum sırasında Mahirler’in Güney’e geçerek oradan kayıkla Kıbrıs'a geçmeyi düşündüklerini söylemiştim. Sanırım bir hayli inandırıcı olmuşum, Antalya kıyılarını kuşatmışlar, o sırada Ankara'daki karışıklıktan kurtulmak için kaçarak Side’de bir pansiyon kiralayan bir arkadaşı (T.Paşaoğlu) yakalayarak “benim referansım” doğrultusunda epey sorgulamışlar. Sonraki günlerde yakalanan kişilerden Karadeniz'e geçtiklerini öğrendiklerinde o dönemde birinci şube müdürü olan İhsan Parlak zincirle ayaklarımdan bağlı olduğum odaya gelerek “hani güneye gideceklerdi” diye üstümde tepinmeye ve ayakkabısının ökçesiyle alnımı hırsla tepiklemeye başladı. Kaçış olayının bir komplo olduğu şeklindeki iddiaları yalanlayan bir hatıra olarak alnımdaki yara izini uzun süre taşımaya devam ettim.
Karadeniz'de kuşatılmalarından sonra sorguma son vererek beni Mamak cezaevine gönderdiler. Savcılık sorgumu beklerken cezaevinin arkasındaki bir hücreye koyarak bekletmeye başladılar. Bir ara eli asalı bir general cezaevi müdürüyle birlikte kaldığım hücrenin kapısına geldi ve beni göstererek “bu mu” diye sordu. Sonra “bütün arkadaşlarını öldürdük” dedi. İnanmak istemedim ama, doğru söylediğini hissettim.
Her şeyin bittiğini sandım.
Otuz yıldır onları anmak için katıldığım toplantılarda konuşmamı zorlaştıran aynı şey, o zaman gelip düğümlendi boğazıma.
Ne zaman Ulaş'ı, Koray'ı, Sinan'ı, Sabo'yu, Hüdai'yi… anlatmak istesem, anlatamam.
Şimdi sen öldükten sonraki güzelliğindesin
Sırtın denizi yalayan gemi ipleri gibi
Ben doğduğum günkü kadarım
Sense bir ölüm sonrası güzelliğinde
Basarak geçeceğiz yeniden
Yeniden yeniden yeniden
Daha öfkeli
Yenikken bıraktığımız ayak izlerine
5- SONRASI
Kızıldere katliamı sol açısından bir dönemin sonu oldu; bir dönüm noktası.
Bazen 68 ve 78 kuşakları arasında kıyaslamalar yapılır; 68’in masumiyetinin 78’de olmadığı gibi...
Aslında bir bakıma doğrudur bu. Çünkü, sonraki kuşak, 70'li yılların gençliği, dönüp baktığında Denizler'in idamıydı arkasında gördüğü, Kızıldere'ydi. İster istemez, egemen sınıfların politikalarının Türkiye’yi bir iç savaşa sürüklediği koşullarda o geçmişle bağıntılı olarak şekillendi yeni dönem.
Devrimcileri ölümsüzleştiren kahramanlıkları kadar fikirleridir de. Onları öldürdüler ama daha on yıl geçmeden fikirlerinin yüzbinlerin ellerindeki yumruklu yıldızlarla bayraklaşmasını önleyemediler.
Bu da yüzlerce, binlerce isimsiz kahramanın yer aldığı yeni dönemin, yetmişsekizlilerin hikayesidir.
65-71 yıllarında gelişen devrimci hareketlerin hemen hemen bütün kurucu kadrosunun ortadan kalkması geleneğin bütünlüğünün ve devamlılığının sağlanmasını zorlaştıran bir sonuç doğurdu.
Orduya ilişkin olanı hariç bütün temel görüşleri sürekli değişen D. Perinçek’in PDA’sı (tek tek ayrılan “hainleri” dışında) bütünlüğünü sürdürebilirken, “Münirler'in” “Yusuflar'ın” hayaleti sanki devrimci geleneklerin peşinden hiç ayrılmıyor gibi…
O büyük devrimci geçmişe rağmen, devrimci geleneğin bugün yaşadığı etkisizliğin nedenlerinden biri, belki de cevabı içinde bu şifrede saklıdır.
OĞUZHAN MÜFTÜOĞLU-BİRGÜN
Şimdi Kızıldere katliamının üzerinden 36 yıl geçtikten sonra, bir yandan ülkenin her yanında ve dünyanın değişik bölgelerinde binlerce gencin katıldığı anma toplantıları düzenlenirken, bir yandan da bu olay üzerine çeşitli yorumlar yapılıyor.
Değişik yönleriyle tartışılması gereken bir olaydır bu.
KIzIldere yalnızca Deniz’lerin idamını engellemek isteyen devrimcilerin giriştikleri bir dayanışma eyleminden ibaret bir olay değildi.
Karadeniz'in bu küçük yoksul köy evinde bedenleri bombalarla delik deşik edilen devrimcilerin arkasında 65/71 yılları arasındaki devrimci gençlik hareketinin (soldaki ideolojik ayrışma ve çatışmalar, kariyer tutkuları, ihanetler, cunta hesapları, emperyalizmin tuzakları ve faşist saldırılar karşısında) bağımsız bir devrimci siyasi hareketin yolunu açma mücadelesinin hikayesi vardır.
DEV-GENÇ’in son kongresinde Mahir’in yaptığı o uzun konuşma artık yalnızca Milli Demokratik Devrim tezlerinden cunta konusunda değil,
solun geleneksel anlayışlarından da büyük bir kopuşun yolunu açıyordu….
1-60’LARDA DEVRİMCİ GENÇLİK HAREKETİ
Türkiye'de sol hareket altmışlı yıllarda, o dönemde egemen sınıflar arasındaki bir güçler dengesine özgü nispi özgürlük ortamı içinde gelişti. Gençlik ve aydınlar arasında başlayarak gelişen bir toplumsal uyanış dönemi yaşanıyordu. Batı'da gelişen 68 hareketi bir ölçüde üniversitelerde yoğunlaşmakta olan hareket için bir tetikleyici rolü oynadı denebilir. Üniversitelerde yoğunlaşan boykot-işgal gibi olayların daha sonra Batı'dakinden farklı gelişmesinin nedeni Türkiye’nin toplumsal ve siyasal farklılıklarında yatar. Fransa'da olsun, Batı'daki diğer ülkelerde olsun, sonraki dönemde hareketi sistem içerisine çekerek sönümlendirmenin yolunu buldular. Türkiye'de ise ne devletin yapısı ne de hakim yönetim anlayışları buna müsaitti. Bulabildikleri en "güzel", belki de tek yöntem, Amerika'dan ithal kontrgerilla taktik ve stratejilerinden ibaretti. CİA ajanlarının yönetiminde "komando"lar yetiştirip, ülkenin bağımsızlığını, eşitlik ve özgürlük isteyen kim varsa üzerine salmak! Sopayla, silahla. Bu, ülkenin, 65-71 arasındaki onlarca devrimci gencin faşistler tarafından öldürülmesinden, Denizler'in idamından, Kızıldere’de on devrimcinin katledilmesinden geçerek 12 Eylül öncesindeki bir iç savaş sürecine sürüklenmesinin başlangıcıydı. Türkiye'nin egemenleri bu ülkeyi yönetmek için buna muhtaçtı ve bundan başka bir şey de bilmiyorlardı.
12 Mart ve 12 Eylül gibi Kızıldere de ABD'nin sözde Sovyetler Birliği'ne karşı dünya çapında yürüttüğü hakimiyet mücadelesi açısından tasarlanan stratejinin bir parçası olarak Türkiye halkının bağrında gelişen toplumsal uyanış hareketine karşı düzenlenmiş planlı bir Amerikan operasyonuydu. Bu operasyonlarda rol alanlar, darbecilerinden Demirellere kadar, bu stratejinin taşeronluğundan başka bir şey yapmadı.
2-DEV-GENÇ’TEN THKP-C’YE
Kızıldere'ye giden yol her şeyden önce 60'lı yıllarda sol hareket içindeki ideolojik tartışma ve ayrışmalardan geçti.
Bu bir bakıma THKP-C'nin kuruluş sürecinin de hikâyesidir.
THKP-C’nin kuruluş süreci benim DEV-GENÇ’in son dönemindeki Merkez Yürütme Kurulu üyeliğime rastlar.
(Aslında o dönemde benim MYK üyeliğim de büyük ölçüde bir raslantı sonucu olmuştur denilebilir. Gerçekte benim o zamana kadar okumakta olduğum Hukuk Fakültesi'ni yaş itibariyle çoktan bitirip ayrılmış olmam gerekirdi. Fakülteye 1962'de girmiştim ama, daha çok ilgimin zayıflığı yüzünden okula devam etmiyordum. Bu yüzden DEV-GENÇ’in son kongresi yapılırken ben hala hukuk fakültesinin son sınıfında takıntılı durumdaydım. Mahir’in o uzun konuşmasını yaptığı kongrede, sanırım Anamur dağlarındaki “eğitim kampı”ndan tanıştığımız Münir Aktolga’nın marifetiyle olacak, MYK üyeliğine aday gösterilince arka sıralarda oturduğum yerden reddetme imkanı bulamadan seçilmiş oldum.)
THKP-C süreci içinde bu şekilde gerçekleşen sorumluluğum çerçevesinde yer aldım. O sırada Mihri Belli ile ayrılık olayı henüz sonuçlanmamıştı.
MDD/SD ayrılığı başlangıçta daha çok TİP’de yasaklı oldukları için legalite içinde rol alamayan (ve sol bir cuntanın legalite sorunlarını çözebileceğini öngören) eski tüfeklerle TİP yöneticileri arasındaki bir çekişme ve görüş ayrılığı olarak ortaya çıkmıştır. Ancak gençlik mücadelesinin boyutları geliştikçe tartışmaları marksist klasiklerin klavuzluğu altında bizim yorumlayışımız da değişmeye başlamıştı. Artık 27 Mayıs sonrasının belirsizlik ortamı içerisinde oluşturulmuş “asker sivil aydın zümre”nin rolüne yapılan vurgulara dayalı MDD tezleri özellikle 15-16 Haziran sonrasında gelişen mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzaktı. Kır-şehir problemi, devrimde proleteryanın rolü ve ideolojik öncülük meselesi, ittifaklar sorunu, Kürt meselesi gibi tartışma konularında artık daha net ve tutarlı fikirlerin arayışı içindeydik.
Mahir'in uzun konuşması birçok yönden bu konularda geçmiş tartışmaların bir sentezine doğru bir açılım getiriyor ve artık yalnızca eski MDD tezlerinden cunta konusunda değil, solun geleneksel anlayışlarından da büyük bir kopuşun yolunu açıyordu.
Ben Aydınlık Sosyalist Dergi içindeki ayrışma olayının perde arkasında bulunmadım. Önceleri Mihri Belli'lerin evlerine Mahir ve diğer bazı arkadaşlar gibi zaman zaman gider, Aydınlık bürosunda zaman zaman Vahap ve Seyhan Erdoğdu'larla da görüşürdüm. MYK üyeliğine seçilmemden sonra giderek hızlanan olaylar içinde yoğunlaştım, bir ara geçirdiğim ağır bir karaciğer rahatsızlığı nedeniyle de birkaç ay gelişmelerin dışında kaldım. THKP-C'nin kurucularıyla SBF'de veya bazı evlerde ara sıra görüşme dışında, gelişmeleri daha çok Sinan Kazım ve diğer arkadaşların aktarmalarından öğreniyordum.
"Aydınlık Sosyalist Dergi'ye Açık Mektup" resmi MDD tezlerinden yeni bir bağımsız devrimci siyasi oluşum doğrultusundaki kopuşun ilanıydı. Kurtuluş isimli dergide yer alan “devrimde sınıfların mevzilenmesi” isimli uzun yazı da artık ülkenin her yanında devrimci bir örgütün gelişmekte olduğunu haber veriyordu.
CUNTANIN AYAK SESLERİ
Ancak olaylar, mücadelenin doğal seyrinden ya da bizim hareketimizden çok daha hızlı gelişti. (Kazanın altını kimin harladığını ise kimse bilmiyordu!)
Sol darbe hazırlığının had safhaya ulaştığı haberlerini Mısır'daki sağır sultan bile duydu. 9 Mart'a doğru gazete bürolarında Gürler-Batur-Tağmaç cuntaları arasındaki tahteravallinin çetelesi tutulmaya başlanmıştı.
Gençlik eylemleri bu doğrultuda manipüle edilmeye çalışıldı. Gençlik içindeki kimi gruplar gençlik eylemini kendi mecrasının dışına çıkarmak üzere teçhizatlandırılarak yönlendirilmeye çalışıldı. Bunlara (bazen fiziki güç de kullanarak) engel olmaya çalıştığımızda, Doğan Avcıoğlu’nun cunta yanlısı “Devrim” dergisinin başyazısında “devrimci gençliği pasifize etmekle” suçlandık.
Son dönemlerde özellikle liberal çevrelerce Türkiye solunun bütün geçmişiyle birlikte THKP-C hareketi de cuntacılıkla (Kemalistlikle) suçlanıyor. Bazen hareket içinde genç havacı subayların bulunması bu suçlamanın bir kanıtı olarak gösterilmek istenir. Kuşkusuz gençlik hareketini o dönemin hakim özelliklerinden bütünüyle ayrı tutmak mümkün değildir; ancak THKP-C hareketinin temel özelliği her türden “yukardan devrim” anlayışına karşı bağımsız devrimci bir hareket yaratma temelindeki bir tepki ve karşı çıkış olarak ortaya çıkmış olmasıdır. Bu özellik geleneğin sonraki dönemlerinde Devrimci Yol özelinde olduğu gibi, çok daha belirgin biçimde ortaya çıkacaktır.
Cuntanın ayak seslerinin duyulduğu bir ortamda Denizler'in spektaküler çıkışıyla birlikte artık ok yaydan tümüyle çıktı.
Sonrası 9+12 Mart, Denizler'in yakalanmaları, sıkıyönetim, tutuklamalar, Elrom’un kaçırılarak öldürülüşü, Cevahir, Büyük Firar ve Kızıldere…
3- KIZILDERE'DEN ÖNCE
12 Mart'tan sonra ilan edilen sıkıyönetimle birlikte herşey altüst oldu. Elrom'un kaçırılmasından sonraki gelişmelerde önce İstanbul kanadındaki arkadaşların yakalanmaları, sonra Cevahir'in ölümü, Mahir’in yaralı olarak yakalanması üzerimizde büyük bir şok ve moral bozukluğu yarattı. Darmadağın olmuştuk. Sinan Kazım’ın alnında polis darbesinden kalma belirgin bir iz vardı. Hüdai oldukça uzun boyuyla dikkat çekici bir fiziğe sahipti. Birçok arkadaşın bu gibi nedenlerle hareket kabiliyeti kalmamıştı.
Benim televizyondaki arananlar listesinde sanırım liseden kalma bir küçüklük fotoğrafım kullanılıyordu. Bu yüzden diğerlerine göre daha rahat hareket edebiliyordum. Koray Doğan, Nasuh Mitap, Ali Başpınar, Selahattin Güleç, Feyyaz Kurşuncu, Mehmet Yüksel, Selami Şakiroğlu gibi arkadaşlarla birlikte Ankara grubunu toparlamaya, barınacak yerler oluşturmaya, ilişkileri düzenlemeye çalıştık.
Firar hazırlığından haberimiz vardı. Kaçış yeniden büyük bir moral kazanmamıza yol açmıştı. Ama arkasından hareketin kurucuları arasında meydana gelen ayrılık haberleri geldi.
Bir süre sonra Mahir Ankara'ya geldi. Özellikle asker kanadının yediği darbeden sonra Ankara grubundaki arkadaşlarla oluşturduğumuz imkanlar içinde birlikte olduk.
Cihan Alptekin ve Ömer Ayna da Ankara’ya gelmişti. Bir ara Cihan’la birlikte Demirel hükümetlerinin ünlü içişleri bakanlarından birinin yeğeninin evinde uzunca süre kaldık.
Ömer’le daha çok Koray ilgilenirdi. Cihan olsun, Ömer olsun, kendilerini Mahir’in kaldığı yere götürmem için bana ısrar ediyorlardı. Ancak hem güvenlik açısından hem de firardan sonra kaçanları yakalamak için yürütülen operasyon nedeniyle ve tutuklamalar sonucunda imkanlarımız iyice daraldığı için buna imkan bulamıyordum. Olanaklarımız giderek daralıyordu. Bu yüzden Sinan Kazım, Hüdai ve Saffet’i Karadeniz'e gönderdik. Bir ara Cihan’ı geçici olarak Altındağ civarında Feyyaz’ın ilişkisindeki bir elektirikçi dükkanının arkasındaki küçük bir bölmede barındırmak zorunda kaldık. Akşam olunca dükkanı işleten arkadaş kepenkleri indirip gidiyor, o da oraya getirdiğimiz bir şiltenin üzerinde yatıyordu. Sonra onu Mahir'in kaldığı yere aktardık.
Cihan’ın Mahir’in yanına geçme isteğinin arkasında Denizler'i kurtarmak için yapılacak bir eylemde Mahir’le birlikte olmak düşüncesi vardı. Ancak ben Denizler'i kurtarmak için yapılacak herhangi bir eylemde Mahir’in bulunmasını doğru bulmuyordum. Yapılması gereken şey ne ise başka bir ekiple yapılabilirdi. Düşündükleri gibi önemli birilerini rehin almış olsalar bile Mahir'in içerde bulunduğu bir yeri havaya uçurmaktan çekinmeyeceklerini söyledim. Ben Mahirler'in yurtdışına çıkmasının doğru olduğunu düşünüyordum. Bunun için imkanlarımız da vardı. Mahir buna hiç yanaşmadı. Daha önce söylemiştim, ben bunu hep bir hata olarak gördüm.
Mihri Belli anılarını aktardığı bir kitabında Mahir’in “M. Belli'den ayrılmakla hata ettik” dediğini ifade ediyor. Benim olduğum bir yerde Mahir’in böyle bir şey söylediğini ben duymadım. Ancak bir ara Mahir’in, Koray'la birlikte teksirle çoğaltmakta olduğumuz “Kesintisiz 1” isimli buroşürde yer alan M. Belli ile ilgili bir dip notu "teksirlerden çıkaralım" dediğini hatırlıyorum. Nedenini sorduğumda da o koşullarda artık onunla uğraşmanın bir gereğinin kalmadığını söylemişti.
Bir yandan Denizler'le ilgili dava sürecinin sonunu beklerken bir yandan yapılması düşünülen eylemle ilgili istihbarat toplamaya çalışıyorduk. Bu işin takibini de Koray yürütüyordu. Mart ayının ilk günlerinde Mahir, Cihan ve Ertuğrul'un birlikte kaldığı yerde çıkan bir sorun nedeniyle Bahçelievler'de, 80 yaşlarında, Türkçe bilmeyen bir kadınla 13 yaşlarındaki (Ferdane adında) bir kız çocuğunun kaldığı bir eve geçtiler. Ev sahibi A. Rıza Yurtsever bir geziye çıkmıştı ve yaşlı kadın bizi kabul etmekte bir sakınca görmemişti.
Koray'ın vurulduğu gün akşam eve gittiğimde çok üzgündüler. Evden ayrılırken bana “sakın yakalanma” dedi. Bu onları son görüşüm oldu. Orada kaldıklarını benden başka kimse bilmiyordu. Ertesi gün Selahattin’in kaldığı Selçuk İnanç’ların Keçiören'deki evlerinde kurulan karakolda yakalandım.
4-KIZILDERE'YE DOĞRU
Kendilerini bana kontrgerilacı olarak tanıtan sorgucular tarafından sorgulandım. Mahirler'in yerini bildiğime dair daha önce yakalananlardan bilgi almışlardı. Bu yüzden onların yerini söyletmek için işkence yaptılar. Daha sonra Mahirler'in yanlarına çağırdıkları Feyyaz Kurşuncu'dan öğrendiğime göre, benim gidilecek her yeri bildiğimi, en son söyleyeceğim yerin şimdi kaldıkları yer olduğunu söyleyerek Karadeniz'e geçinceye kadar orda kalmaya devam etmişler.
Zaman zaman Mahirler'in kaçışlarına göz yumulduğu ve kaçıştan sonra da sürekli takip altında izlendiklerine dair iddialar ileri sürülür. Sorguda yaşadıklarım nedeniyle bunun doğru olmadığını biliyorum. Sorgum sırasında Mahirler’in Güney’e geçerek oradan kayıkla Kıbrıs'a geçmeyi düşündüklerini söylemiştim. Sanırım bir hayli inandırıcı olmuşum, Antalya kıyılarını kuşatmışlar, o sırada Ankara'daki karışıklıktan kurtulmak için kaçarak Side’de bir pansiyon kiralayan bir arkadaşı (T.Paşaoğlu) yakalayarak “benim referansım” doğrultusunda epey sorgulamışlar. Sonraki günlerde yakalanan kişilerden Karadeniz'e geçtiklerini öğrendiklerinde o dönemde birinci şube müdürü olan İhsan Parlak zincirle ayaklarımdan bağlı olduğum odaya gelerek “hani güneye gideceklerdi” diye üstümde tepinmeye ve ayakkabısının ökçesiyle alnımı hırsla tepiklemeye başladı. Kaçış olayının bir komplo olduğu şeklindeki iddiaları yalanlayan bir hatıra olarak alnımdaki yara izini uzun süre taşımaya devam ettim.
Karadeniz'de kuşatılmalarından sonra sorguma son vererek beni Mamak cezaevine gönderdiler. Savcılık sorgumu beklerken cezaevinin arkasındaki bir hücreye koyarak bekletmeye başladılar. Bir ara eli asalı bir general cezaevi müdürüyle birlikte kaldığım hücrenin kapısına geldi ve beni göstererek “bu mu” diye sordu. Sonra “bütün arkadaşlarını öldürdük” dedi. İnanmak istemedim ama, doğru söylediğini hissettim.
Her şeyin bittiğini sandım.
Otuz yıldır onları anmak için katıldığım toplantılarda konuşmamı zorlaştıran aynı şey, o zaman gelip düğümlendi boğazıma.
Ne zaman Ulaş'ı, Koray'ı, Sinan'ı, Sabo'yu, Hüdai'yi… anlatmak istesem, anlatamam.
Şimdi sen öldükten sonraki güzelliğindesin
Sırtın denizi yalayan gemi ipleri gibi
Ben doğduğum günkü kadarım
Sense bir ölüm sonrası güzelliğinde
Basarak geçeceğiz yeniden
Yeniden yeniden yeniden
Daha öfkeli
Yenikken bıraktığımız ayak izlerine
5- SONRASI
Kızıldere katliamı sol açısından bir dönemin sonu oldu; bir dönüm noktası.
Bazen 68 ve 78 kuşakları arasında kıyaslamalar yapılır; 68’in masumiyetinin 78’de olmadığı gibi...
Aslında bir bakıma doğrudur bu. Çünkü, sonraki kuşak, 70'li yılların gençliği, dönüp baktığında Denizler'in idamıydı arkasında gördüğü, Kızıldere'ydi. İster istemez, egemen sınıfların politikalarının Türkiye’yi bir iç savaşa sürüklediği koşullarda o geçmişle bağıntılı olarak şekillendi yeni dönem.
Devrimcileri ölümsüzleştiren kahramanlıkları kadar fikirleridir de. Onları öldürdüler ama daha on yıl geçmeden fikirlerinin yüzbinlerin ellerindeki yumruklu yıldızlarla bayraklaşmasını önleyemediler.
Bu da yüzlerce, binlerce isimsiz kahramanın yer aldığı yeni dönemin, yetmişsekizlilerin hikayesidir.
65-71 yıllarında gelişen devrimci hareketlerin hemen hemen bütün kurucu kadrosunun ortadan kalkması geleneğin bütünlüğünün ve devamlılığının sağlanmasını zorlaştıran bir sonuç doğurdu.
Orduya ilişkin olanı hariç bütün temel görüşleri sürekli değişen D. Perinçek’in PDA’sı (tek tek ayrılan “hainleri” dışında) bütünlüğünü sürdürebilirken, “Münirler'in” “Yusuflar'ın” hayaleti sanki devrimci geleneklerin peşinden hiç ayrılmıyor gibi…
O büyük devrimci geçmişe rağmen, devrimci geleneğin bugün yaşadığı etkisizliğin nedenlerinden biri, belki de cevabı içinde bu şifrede saklıdır.
OĞUZHAN MÜFTÜOĞLU-BİRGÜN