Tarihteki idolleştirilmiş kişilikleri, elden geldiğince objektif ele almak ve değerlendirmek, içinde yer aldıkları olayları, gerçekten...
Tarihteki idolleştirilmiş kişilikleri, elden geldiğince
objektif ele almak ve değerlendirmek, içinde yer aldıkları olayları, gerçekten
yaşadıkları biçimiyle aktarmak dünyanın en zor işlerinden biridir. Çünkü bu
kişiler, ideolojiler tarafından çarpıtılarak idolleştirilirler ve etraflarında
oluşturulan bir ideolojik haleyle dokunulmaz kılınırlar ya da karşıt
ideolojiler tarafından şu ya da bu şekilde çarpıtılarak çamura bulanır ve
karalanırlar. Bütün bunların içinden o kişiliğin gerçek karakterini,
eylemlerini, düşüncelerini çekip çıkarmak iyice zorlaşır.
Mahir Çayan’ı tanırdım. Ben tanıdığım zaman o henüz
“bilinen” Mahir Çayan değildi. Onu ilk nasıl tanıdığımı Yarılma’da şöyle
anlatmışım: “O yılın [1967 yılı oluyor, G. Z.] bahar aylarında, Kıbrıs
konusunda, solcuların ağırlıkta olduğu bir yürüyüş düzenlenmişti. ‘Solcuların
ağırlıkta olduğu’ diyorum, çünkü, bazı milliyetçi temalar taşıması dolayısıyla,
bu kalabalık yürüyüşe sağcılar da katılmıştı. Öyle sanıyorum ki, bu yürüyüş,
1960’lı yıllarda, sağcılarla solcuların birlikte seyrek olarak yer aldığı yürüyüşlerin
sonuncusuydu. Nitekim, yürüyüş kolu Genelkurmay’ın önlerinden geçerken,
sağcılarla solcular arasında büyük bir kavga çıktı. Kalabalık dolayısıyla
uzaktan izleyebildiğim kavgada, sağcıların üzerine saldırıp esaslı yumruklar
indiren, parkalı, yakışıklı bir genç dikkatimi çekmişti. Daha sonraları, bu
gencin adının Mahir Çayan olduğunu öğrenecektim.” (s. 252)
Fikir Kulüpleri Federasyonu’nda (FKF) çok ön planda bir
arkadaş değildi. Yakın arkadaşı Yusuf Küpeli eylemlerde daha ön plandaydı. FKF
içindeki MDD’ci-Sosyalist Devrimci çekişmesinde de geri planda yer almıştır.
1969 yılının başında, İstanbul’da yapılan FKF Kongresinde MDD’cilerle SD’ciler
arasında çetin bir mücadele yaşandı. MDD’ci kesimin başkan adayı bendim. SD’ci
kesimin lideri konumunda olan Veysi Sarısözen, kongrenin ikinci gününün akşamı
yapılacak seçimlere doğru MDD’cilerin kongrede kesin hâkimiyet sağladıklarını
görünce (çünkü en çok delegeye sahip olan ODTÜ ve SBF, iki günlük tartışmaların
sonucunda topluca MDD saflarına geçmişti), MDD kesiminin lideri konumundaki
Doğu Perinçek’e gelip “yenilgiyi kabul ettiklerini, bölünme istemediklerini”
söyleyerek aday listemizi istedi. Adaylarımızı öğrenmeliydiler ki, kendi
taraftarı delegelere o adaylara oy vermelerini söylesinlerdi. Ama aslında bu
bir savaş hilesiydi. Doğu Perinçek’ten MDD listesini alan Veysi, kendi
taraftarlarına 1. sıradaki adaylara değil, 2. sıradaki adaylara oy vermelerini söyledi. 1. sıraya
kendi adaylarının adlarını yazacaklardı.
Böylece Veysi Sarısözen, ustaca bir manevrayla hem örgütün
bölünmesini (çünkü MDD’ciler seçimi kazanmasalardı, FKF’den ayrılıp yeni bir
örgüt kuracak ya da Deniz Geçmiş’in DÖB’üne katılacaklardı) önlemiş hem de
MDD’cilere bir Pirüs zaferi sağlamış oldu. Diğer önde gelen MDD’cilerle
birlikte ben de Genel Yönetim Kurulu’na seçilemedim. Böylece MDD’ciler Genel
Yönetim Kurulu’nun seçeceği başkan adaylarından yoksun kalmış oldular. Bunun
üzerine GYK’na SBF listesinin 2. ismi olarak seçilen (1. isim olan Cengiz Çandar keza seçilememişti) Yusuf
Küpeli, MDD’cilerin başkan adayı oldu ve FKF Başkanlığı’na seçildi.
İşte bu olay, Mahir Çayan’ın yıldızının parlaması için
tarihi bir andır. Çünkü Mahir, Yusuf’un yakın arkadaşıydı ve Yusuf her ne kadar
eylemlerde ön plandaysa da, Mahir teorik olarak ondan ilerideydi ve Yusuf o
andan itibaren Mahir tarafından yönlendirildi. Mahir bu sayede, 1969 yılında
FKF’nin ad değiştirmesiyle oluşan Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu’na
(Dev-Genç) hâkim oldu.
Mahir, 1969 Şubat’ındaki Ege tütün mitinglerinde de yer
aldı. Daha o zamandan örgütçü biri olduğu anlaşılıyordu. Fiili eylemlerde ön
planda gözükmese de eyleme katılan Dev-Genç’liler arasından seçtiği gençlerle
özel olarak ilgilendiği, onlarla arkadaşlık bağları geliştirdiği dikkatimi
çekmişti.
İmran Öktem’in cenazesine dinciler tarafından yapılan
saldırıyı protesto etmek için Anıtkabir’e yapılan büyük yürüyüşte meydana gelen
bir olayda Mahir Çayan ön plandaydı. Bir grup SBF’li ve ODTÜ’lü, yürüyüş
kolunda ODTÜ’lü öğretim üyeleriyle birlikte yer alan ODTÜ rektörü Kemal Kurdaş’ı
protestoya giriştiler. Bu protestonun nedeni, rektör Kemal Kurdaş’ın, “Vietnam
Kasabı” olarak bilinen Amerikan Elçisi Kommer’i ODTÜ’de kabul etmesiydi.
ODTÜ’lü gençler buna tepki olarak Kommer’in arabasını yakmışlardı. Şimdi de
SBF’li ve ODTÜ’lü bir grup genç Kemal Kurdaş’ın Anıtkabir’e giremeyeceğini
ileri sürüyordu. Aralarından Mahir Çayan ve Cengiz Çandar’ı hatırlıyorum.
Sanırım Atıl Ant ve Münir Aktolga da protestocular arasındaydı. Böyle bir özel
protestonun o büyük yürüyüşte ne kadar gerekli olduğu epey tartışmalıdır.
1969 yılının Mayıs’ında bir akşam, Mihri Belli’nin annesinin
Demirtepe’deki evinde, o zamanın gençlik önderlerinin (Ankara ve İstanbullu MDD
kesimi) neredeyse tümü bir araya geldi. Oradaki tartışma, altı ay sonra MDD
hareketi içinde gerçekleşecek Kırmızı Aydınlık-Beyaz Aydınlık yarılmasının
prelüdü gibiydi. Orada esas çatışanlar Doğu Perinçek’le Yusuf Küpeli oldu.
Mihri Belli arabulucu rolündeydi. Deniz Gezmiş de birleştirici bir tutum
takınmaya çalışmıştı. Mahir Çayan ise sessiz kalmış, tartışmalara katılmamıştı.
Yusuf Küpeli’nin arkasında Mahir Çayan’ın olduğuna kuşku yok.
Mahir’i, DTCF’de faşistlerle bizim aramızda cereyan eden
önemli bir çatışmadan da hatırlıyorum. 1969 işgallerinde DTCF de ön plandaydı.
Fakülteyi işgal etmiştik. Sabaha karşı faşistlerin okulun ön tarafında
toplandığını ve saldırıya hazırlandığını gördük. Bir arkadaşı acilen SBF’ye
gönderip yardım istedik. Faşistler saldırıya başladığında SBF’den de yardım
geldi. Yusuf Küpeli’nin attığı Filistin bombası faşistleri fena halde
panikletti ve SBF’den gelen arkadaşlarla Fakültenin bahçesine çıkıp faşistleri
kovalamaya başladık. SBF’den yetişen arkadaşların arasında Mahir Çayan da vardı
ve en öndekilerden biriydi.
Mahir Çayan’ın şahsen imdadıma yetiştiği bir başka olay da
hatırlıyorum. O zamanlar Kürt arkadaşlar, sanırım MDD’cilerin milliyetçi ve
Atatürkçü eğilimlerine tepki olarak TİP yönetimini destekliyorlardı. O günlerde
bir grup arkadaşla baskın havasında bir TİP mitingine gidip MDD’ci sloganlar
atmıştık ve sanırım Kürt arkadaşların husumetini çekmiştim. Bu olaydan bir
hafta kadar sonra, kız arkadaşımla SBF’den çıkmış aşağı doğru inerken yolun
başındaki kahveden bir grup Kürt arkadaş çıktı ve içlerinden biri bana birkaç
yumruk savurdu. Dayak yemek o kadar önemli değildi de, insanın kız arkadaşının
yanında dayak yemesi oldukça onur kırıcı bir şeydi. Dayak yemeye razı olmak
yerine gerisin geri kaçıp SBF kantininde bulunan arkadaşlardan yardım istedim.
Tesadüfe bakın ki, o akşam vakti Deniz Gezmiş de Mahir Çayan da oradaydı. Hep
birlikte (yirmi kişilik bir grup halinde) kahvenin oraya indik. Kürt arkadaşlar
orada beklemekteydi. Her an kavga çıkması işten bile değildi. Fakat her iki
tarafın da pek kavga etmekten yana olmadığı kısa sürede anlaşıldı. On dakika
kadar süren bir tartışmadan sonra uzlaşmaya varıldı. Orada Deniz de, Mahir de,
diğer arkadaşlar da hem beni savunmakta hem de uzlaşmaya varmakta gereken
cesareti ve bilinci gösterdiler.
1970 yılının başında Aydınlık dergisinin bölünmesiyle MDD
hareketi de Kırmızı Aydınlık ve Beyaz Aydınlık olarak bölündü. Mahir Çayan,
Kırmızı Aydınlık’ın teorik yazılarını kaleme alıyordu. Çok genç yaşta olmasına
rağmen neredeyse bütün Marksist klasikleri okumuştu. Dev-Genç kongrelerinde de
iyi ve soğukkanlı bir konuşmacı olarak parlamıştı. 1971 Kongresi’nde yaptığı 4
saatlik konuşma gerçekten bir rekordur. O konuşmada bütün Marksizm-Leninizm ve
devrimler tarihini anlatmıştı diye hatırlıyorum. Kırmızı Aydınlıkçılar, SBF’de
yaptığımız tartışmalarda bizim üstün geldiğimizi hissettiklerinde koşup Mahir
Çayan’ı çağırırlardı, bizim hakkımızdan gelmesi için.
Mahir Çayan’la ilgili doğrudan anılarım burada bitiyor.
Söke’nin Beşparmak dağlarındayken radyodan, Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir’in,
kuşatıldıkları bir evde keskin nişancılar tarafından vurularak öldürüldüklerini
duydum. Daha sonra bu bilginin yanlış olduğunu, Mahir’in yaralı olarak ele
geçtiğini öğrenecektim. Mahir, ele geçeceğini anlayınca silahı göğsüne
doğrultmuş, fakat mermi kalbine isabet etmemişti.
Bu olay, bekleneceği gibi, polis tarafından spekülasyon
konusu yapıldı. Mahir Çayan’ın “numaradan” intihara kalkıştığını ileri
sürdüler. Bu spekülasyonun Mahir Çayan’ı çok yaraladığını, hapishanede yazdığı
bir şiirden anlamak mümkündür. Hatta belki de bu olay, Mahir Çayan’ın bundan
sonraki intihari eylem çizgisinde bile etkili olmuş olabilir.
Mahir Çayan’ın, silahlı mücadele konusunda izlediği çizgi ve
bu çizgiyi savunmak için yazdığı teorik yazılar ayrı bir incelemenin ve
tartışmanın konusudur. Ancak şu kadarını söyleyebilirim ki, içinde çok önemli
teorik saptamaları da barındıran (örneğin emperyalizmin dışsal değil içsel bir
olgu olduğunu ileri süren teorik saptaması bugün de değerlidir) çalışmaları,
esasen, izlediği acil silahlı şehir gerillası eylemlerini desteklemek üzere
biraz da aceleye gelmiş (çoğu kaçak olduğu ve sürek avına tabi tutulduğu
koşullarda yazılmıştır) çalışmalardır.
Mahir Çayan’ın bence en büyük hatası, ne şu ne de bu,
örgütünün mensubu yüzbaşı İlyas Aydın’ın ölümüne yol açan mesnetsiz bir
açıklamada bulunmuş olmasıdır. İsrail Elçisi Efraim Elrom’u, rehin alındıktan
sonra vuran ya da vuranların kesin olarak idam edileceğini düşündüğünden (o
sırada henüz Maltepe Cezaevi’nden kaçış örgütlenmemişti) suçu, yakalanmamış bir
arkadaşa atmayı tek çare olarak gördüğü anlaşılmaktadır. Bu, devrimcilerin
zaman zaman başvurdukları bir çaredir; işkenceden ya da ölümden kurtulmak için
suçu yakalanmamış arkadaşlarının üzerine yıkarlar; bu kadarı o koşullarda
hoşgörülebilir bir şeydir. Ne var ki Mahir, bunu yaparken aynı zamanda İlyas Aydın’ın
MİT ajanı olduğunu ileri sürmüştür. Buna gerçekten inanıyor muydu, yoksa eylemi
bir “MİT ajanının” sırtına yıkarak devletin kafasını mı karıştırmaya
çalışmıştı, bilemiyorum ama sonuçta, tamamen suçsuz olan İlyas Aydın sığındığı
Filistin’de, o sırada orada bulunan birkaç vicdansız işgüzar tarafından, Mahir
Çayan’ın beyanlarına dayanılarak sorgulandı, işkence edildi ve sonunda nahak
yere kurşuna dizildi.
Mahir Çayan’ın silahlı mücadele çizgisi, Ergun Aydınoğlu’nun
deyişiyle bir “ileriye kaçış” olarak görülebilir; Devrimin ilerleme döneminin
bitip gerileme dönemine girdiği bir aşamanın umutsuz bir çığlığı gibidir.
“Yenildik ama teslim olmadık” diyebilmek için girişilmiş kahramanca ama
umutsuz, hatta son Kızıldere eylemini dikkate alırsak intihari eylemlerdir.
İşin bütün yaldızını kazırsak ortada kalan gerçeklik şudur: Özellikle hapisten
kaçtıktan sonraki dönemde Mahir Çayan kesin bir yenilginin söz konusu olduğunu
görmüştür. Madem kesin yenilgi söz konusudur, o halde ölelim ve ölümlerimizle
gelecek mücadeleye örnek bir destan bırakalım demek istemiş ve bunu pratiğe
koymuştur. Yoksa ben, rehin aldığı üç İngiliz uzmanla ve yanında kalan son
grubuyla Kızıldere’de bir köy evine sığınırken Mahir Çayan’ın, ileri sürdükleri
taleplerin devlet tarafından pazarlık konusu yapılacağına ve oradan sağ
çıkacaklarına dair en ufak bir umut beslediğini sanmıyorum.
Peki, Mahir Çayan, bugün kendi idolleştirilmiş adını
benimseyenlerin ortaya koyduğu birtakım eylemleri öngörmüş olabilir mi? Ya da
bu tür eylemleri (örneğin mahallelerde “hayat kadını” kovalamak ve
“cezalandırmak” gibi) yapanlar gerçekten Mahir Çayan’ın çizgisinin bugünkü
temsilcileri midir?
Aslında ideolojik iddialar üzerinde tartışmak saçmadır.
İleri sürülen ideolojik iddiaların o ideolojinin başlangıcı kabul edilen insanı
gerçekten temsil edip etmediğini kim bilebilir ya da kim ispatlayabilir? Ama
benim bildiğim bir şey var ki, o da hepimiz gibi Mahir Çayan’ın da içinde
yaşadığı ve yetiştiği kültürel ortamın niteliğidir. Mahir Çayan da bizler gibi,
modern bir kültürel ortamda yetişmişti ve zaten Marksist oluşu da bu kültürel
ortamın bir ürünüdür. Böyle bir kültürel ortamda yetişmiş bir insanın “hayat
kadını” kovalamak ve “cezalandırmak” türü, son derece geri ve kapalı bir
kültürün ürünü olduğu apaçık meydanda olan türden eylemleri onaylayacağını
düşünmek, bir örnek vermeme izin verin, J. P. Sartre’ın, kadınlara uygulanan
“recm” cezasının ne kadar yerinde olduğunu savunan bir makale yazacağını
düşünmek kadar saçmadır.
Gün Zileli - 27 Temmuz 2014 - www.gunzileli.com - gunzileli@hotmail.com