Page Nav

HIDE

Grid

GRID_STYLE
HIDE_BLOG

SON EKLENENLER

latest

GÜN ZİLELİ'DEN MEKTUP VAR: "O devlet (...) Dersimlinin kesik kellesini süngünün ucuna takmakla övünüyor "

TGB'LİLERİN AMERİKALI ERLERE SALDIRISI Benim için devrimcilik haklı olmak, daima ezilenin, mazlumun yanında olmaktır. Zalim veya z...

TGB'LİLERİN AMERİKALI ERLERE SALDIRISI
Benim için devrimcilik haklı olmak, daima ezilenin, mazlumun yanında olmaktır. Zalim veya zalimin safındaki biri bir an için bile olsa mazlum durumuna düşerse ona elim kalkmaz. Geçmişte böyle hatalarım da olmuştur mutlaka, kendimi çok da fazla erdemli göstermekten hoşlanmam. Anlatmak istediğim, devrimci ancak böyle şövalyece bir tutum takınırsa günün birinde zalime dönüşmekten kurtulur. “Şövalyece mi dedin?” Evet öyle dedim. Şövalyeliğin de mutlaka birçok eleştirilecek yanı vardır ama “şövalyece davranmak” insanlığın erdemli davranışlarıyla ilgili çok şey ifade eder. 
TGB’li gençlerin ABD’li askerlere saldırma eylemini izliyorum internetten. İçim acıyla doluyor. Bir an için o gençlerin yerinde kendimi görüyorum. Çünkü biz de gençliğimizde benzeri şeyler yapmıştık. Ama yaptığımızın önemli farklılıkları da vardı. Önce Yarılma’dan şu alıntıyı okuyun, ondan sonra farklılıkların ne olduğunu tartışalım: 
“Bir keresinde, içinde Fehmi Erbaş ve Cengiz Çandar’ın da bulunduğu bir grupla birlikte, Küçük Esat’taki Dedeman otelinin civarında bir Amerikalı askerin yolunu kesmiştik. Grubun sözcülüğünü, İngilizce bilen Cengiz Çandar yapıyordu. Amerikalı, genç bir askerdi. Cengiz, askere, İngilizce, Vietnam savaşı hakkında ne düşündüğünü sordu. Amerikalı bir şeyler mırıldandı. Etrafını çevirenler tarafından fena halde dövüleceğini anlamıştı zahir. Kurbanlık koyun gibi çevresindekilere korkuyla bakıp duruyordu. Cevabı net olmadığı için Cengiz sorusunu tekrarladı. Çocuk iyice korktuğu için nutku tutulmuştu. O anda içimden bir acıma duygusu yükseldi. Amerikan askeri de olsa, o anda, bizim karşımızda savunmasızdı ve mazlum bir pozisyondaydı. Fehmi Erbaş, o meşhur Antep ağzıyla, “bırakın gitsin ulum, ne yapacaksınız, herifi görmüyor musunuz, korkudan altına edecek,” dedi. Güldük. Amerikalı, güldüğümüzü görünce rahatlar gibi oldu, o da gülmeye başladı. Hele böyle bizimle birlikte gülen bir çocuğa vurmaya gönlümüz hiç elvermedi. Cengiz, ona İngilizce sıkı bir propaganda çekti ve bıraktık, gitti.” (Yarılma, İletişim, 2002, s. 305) 
Bence en önemli farklılıklardan biri, bizim eylemimizin milliyetçi değil, enternasyonalist bir eylem olmasıdır. Biz eylemimizi, “Türk subayının” başına çuval geçirildiği, dolayısıyla “milli duygularımız galeyana geldiği” ya da Sözcü adlı iğrenç gazetenin bugünkü manşetinde belirtildiği gibi “çuvalın intikamını almak” için değil, Amerikan emperyalizminin Vietnam halkına uyguladığı korkunç zulmü ve emperyalist baskıyı protesto etmek için yapmıştık. Her ne kadar o zaman bizde de milliyetçi motifler oldukça etkili olsa da, hiçbir zaman esas hareket noktamız bu olmamıştır. Şunu net bir şekilde söyleyebilirim ki, tamamen emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı direnen bütün dünya halklarının mücadelesiydi bizi harekete geçiren. Evet o zamanlar bizim kafamızda da “milli ordu” falan gibi saçmalıklar vardı ama yine de bizi harekete geçiren motif bu değildi. 
İkinci önemli farklılık, eyleme öncülük eden TGB’lilerden farklı olarak vicdanlı olmamızdı. Üstelik yukarıdaki olayda anlatılan Amerikalı asker, üstünde Amerikan ordusunun üniformasını taşıyordu. Yani karşımızda bir sivile göre daha temsili bir hüviyette bulunuyordu. Başlangıçta niyetimiz, üniformasıyla benzerlerini Vietnam’da gördüğümüz bu askeri dövmek olmasına rağmen, vicdanımız bunu yapmaya elvermedi. Çünkü onu karşımızda mazlum bir pozisyonda görmüştük. 
Dün TGB’lileri eleştirmek için attığım twite cevap veren bir kadın arkadaş, ne var canım, çocuklar kimseyi öldürmemiş ya, mealinde bir şeyler yazmış. İşte bu büyük bir yanılgı. Bir insanı sokak ortasında hırpalamak, hakaret etmek, yüzüne tükürmek aslında öldürmekten bile daha beter bir eylemdir benim nezdimde. İnsanın bedenini öldürmeye kalkışmakla ruhunu ezip yok etmek arasında çok önemli bir fark görmem. Hatta bazı durumlarda ikincisi daha bile ağırdır. 
Bu gençler, öyle sanıyorum ki, Amerikalı askerlere saldırırken Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını örnek aldıklarını sanıyorlardı. Oysa, dün attığım twitte de belirttiğim gibi, Deniz Gezmiş’in vicdanı hiçbir zaman savunmasız bir insana saldırmaya elvermezdi. Amerikan 6. Filo askerlerinin Dolmabahçe’de denize dökülmesi tamamen o günkü, yükselen anti-emperyalist öfkenin bir dışa vurumuydu. O sabah Vedat Demircioğlu İTÜ yurdunu basan polislerce yurdun penceresinden atılarak öldürülmüştü. Gençlikte büyük bir öfke patlaması yaşanıyordu. O öfkenin sonucunda denize atılan birkaç Amerikalı 6. Filo eri, işte bu patlamanın kurbanı olmuştu. O erler kişisel olarak takip edilip bir köşede sinsice sıkıştırılarak denize dökülmemişti. Arada çok büyük fark var. Kaldı ki, Deniz ve arkadaşlarının, 12 Mart döneminde kaçırdıkları Amerikan askerleriyle, kaçırdıkları evde yüz yüze konuşunca onlarla nasıl dost oldukları, asla kötü muamele yapmadıkları gibi, onları birer Amerikan emekçisi olarak görüp serbest bıraktıkları da bilinir. 
TGB’li gençlere karşı hiçbir önyargım yok. İçlerinde halisane niyetlerle bu işlere katılmış olan çok sayıda iyi yürekli genç olduğundan eminim. Geçen ay Akademi Kitabevi’ndeki tanışma ve imza günüme, bu örgütten daha iki ay önce ayrılmış üç pırıl pırıl genç geldi. Güzel güzel sohbet ettik. Ne var ki, eyleme katılan, daha doğrusu eyleme öncülük eden gençleri oldukça acımasız buldum. Bir Amerikalı asker, hele sivil giyinmiş, bankamatikte herkes gibi sıra bekleyen bir yoksul Amerikalı genç (İngiltere’den de bilirim, profesyonel ordulara yazılan gençler genellikle işçi sınıfı çocuklarıdır) asla ABD emperyalizmini ya da kapitalizmini temsil etmez. Aynı, çarşı iznine çıkmış Türk ordusu askerlerinin bölgesel hegemonyacı ve kolonyalist Türk devletini temsil etmediği gibi. O gençler de sonuç olarak bizler gibi bu kahrolası düzenin kurbanlarıdır. Onları ancak ortak anti-kapitalist mücadelenin dayanışma saflarına çağırmaya hakkımız var. 
Sözcü  gazetesi bu gençlerin “çuvalın intikamını” aldığını yazmış. Elbette kimsenin bir başkasının başına çuval geçirmesini onaylayacak değiliz. Ancak bu protestonun “ulusal onur” ve hatta Türk devletinin “onuru” adına yapılması gerçekten trajiktir. O devlet hepimizin kafasına yıllar yıllı çuval geçiriyor. Bırakın çuval geçirmeyi, 1937 Türk basınında çizilen temsili resimlerde gösterildiği gibi, Dersimlinin kesik kellesini süngünün ucuna takmakla övünüyor. Taha Baran’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan 1937-1938 Yılları arasında Basında Dersim kitabından hareketle Dersim ve o zamanki basın olacak bundan sonraki yazımın konusu. 15 Kasım 1937, Seyit Rıza ve arkadaşlarının idam günüdür.
Gün Zileli - 13 Kasım 2014 - www.gunzileli.com

İŞÇİ GÜNLÜĞÜ