Heidi, tüm dünyada sevilen bir çocuk kitabı. TRT'de de
uzun yıllar çizgi dizisi yayınlandı. Peki hiç dikkat ettiniz mi, Heidi'nin
ayakları neden hep çıplak? Evrensel Kültür dergisinin şubat sayısında Sevim
Akyürek, Johanna Spyri'nin 53 yaşında yazdığı Heidi'nin ayakları ile ilgili bu
sırrı ve İsviçre'nin karanlık yüzünü yazdı.
Verdingkinder… Bu kelimeyi, “Sözleşmeli Çocuk” diye
çevirsek de Türkçeye, kapsadığı karanlık ve acı öyküyü bilmeden anlamını
açıklayamayız. Bu yazıda onlardan “çıplak ayaklı çocuklar” olarak söz edeceğiz.
Karlı dağlarla çevrili yemyeşil çimenlerin üzerinde, sardunyalarla süslü ahşap
çiftlik evlerini gösteren kartpostal resimlerinden tanırız İsviçre’yi.
Alp’ler, peynir ve çikolatadan sonra İsviçre’nin
simgelerinden biri sayılan Heidi’yi hatırlayın. Kırmızı yanaklı, basit
elbiseli, hiç yorulmadan herkesin yardımına koşan bu kız çocuğu, hep çıplak
ayaklarıyla geçer öykülerin içinden. Onun büyükbabası olarak izlediğimiz yaşlı
çiftçiyle arkadaşı Peter’in ayakkabıları varken Heidi, keskin taşların üzerinde
ve soğuk havalarda bile hep çıplak ayak koşar keçilerin peşinden.
Yaratıcısı Johanna Spyri, 53 yaşında yazdığı Heidi
aracılığıyla, çıplak ayaklı çocuklar gerçeğinin üzerindeki toplumsal sır
örtüsünün bir ucunu kaldırmıştır. Küçük kahramanı aracılığıyla, doğaya,
insanlara, hayata Alpler’in öksüz kızının gözüyle bakarken, bütün
Verdingkinder’lerin çocuk dünyalarına ve duygularına dikkat çekmeye
çalışmıştır. Heidi, İsviçre’nin toplumsal tarihinde hatırlanmak istenmeyen bir
gerçeğin simgesidir ve onun çıplak ayakları bugün çocuklara karşı işlenmiş bir
suçun yarattığı utancın üzerinde koşuyor. Heidi çıplak ayaklıydı; çünkü çıplak
ayaklar, erkek ya da kız bütün “köle çocukları” diğer çocuklardan ayıran keskin
uçurumun simgesiydi.
İsviçre’de 1789 yılında 14 yaşından küçük çocukların
fabrikalarda çalışmaları yasaklandı. Ama çocuk sömürüsü için yeni bir kapı
açıldı ve İsviçre, 18. yüzyılın sonundan 1960’lı yılların başına kadar çocuk
emeği sömürüsünün örneğine az rastlanan bir biçiminin uygulama alanı oldu.
Devlete borcu bulunan ya da boşanan çiftlerin, fakir ailelerin çocukları,
yetimler, ailesi cezaevinde olan ya da kendisi suç işleyen çocuklar, devlet ve
kilise vasıtasıyla, çalıştırılmak üzere başka ailelerin yanına yerleştirilirdi.
Ancak 1974 yılında yasayla kaldırılan bu uygulamada, papazların önderliğinde
ailelerden toplanan çocuklar çiftliklere kiralık olarak verilir veya şehirlerde
kurulan çocuk pazarlarında, dört yaşındaki çocuklar bile, ev ve çiftlik
işlerinde çalıştırılmak için satışa çıkarılırdı. Bu andan itibaren, çocukları
arayan, sorunlarını dinleyen tecavüze uğradıklarında ya da işkence
gördüklerinde sahip çıkan olmazdı. Çünkü toplumun gözünde onlar, suç işleyen,
boşanan, fakir düşmüş ailelerinden “kurtarılmış” çocuklardı!
Böylece, ahırlarda hayvanlarla birlikte yaşayan, çoğu kez
bir çuvaldan ibaret elbiseleri içinde hemen her zaman aç olan bu çocuklar,
toplumsal hayatın olağan, sıradan bir parçası olarak kabul gördü. Bunun bir tür
kölelik sistemi olduğu idrak edildikten sonra bile, uzun zamanlar boyunca
İsviçre’nin konuşmaktan dahi kaçındığı bir tabu halinde üstü örtüldü.
YÜZLEŞME
Birkaç yıldır İsviçre toplumu bu gerçekle yüzleşmeye
çağrılıyor. Çünkü köle çocuklardan bugün hayatta olanlar bu tarihsel utanca
tanıklık ederek o dönemin hiç olmazsa vicdanlarda yargılanması yönünde güçlü
bir kamuoyu baskısı oluşturdular.
Özellikle 1998 yılından itibaren Olten’da yaşayan birkaç
tarihçi bir zamanlar tabu olarak adlandırılan bu gerçeğin konuşulmasını
sağlamak üzere, yaşayan bütün Verdingkinder’lere ya da yakınlarına ulaşmak için
çalışmalara başladı. Bu işe gönül verenlerden biri Tarihçi Marco Leuenberger.
On yaşındayken babası kendisinin bir verdingkinder olduğunu açıklamış ve
yaşadıklarını anlatmış. Bugün oğlu canla başla bu karanlık tarihin ortaya
çıkarılması için emek harcıyor. Özellikle 2009 yılındaki Verdingkinder Reden
adı verilen sergiyle ilk defa bilimsel çalışmalara, konferanslara, canlı
tanıklıklardan oluşan açık oturumlara konu edilerek, sonra operaya ve ilk defa
bir filme de uyarlanarak konu gündemde tutuluyor.
Konunun toplumda ilgi görmesi, ses getirmesi üzerine
sergi 2016 yılına kadar uzatıldı. Bu etkinlikler sonucunda 11 Nisan 2013’ de
devlet resmi olarak özür diledi. Verdingkinderler bir zamanlar çocukluklarının
çalındığı bu yerde konuşarak tüm çiftliklerden hesap sorarcasına yaşadıklarını
anlatıyorlar, İsviçre’ye ve dünyaya. Basel Üniversitesinden Veli Mäder açılışta
şimdiye kadar yapılanların ses getirdiğini açıkladı. Toplumun konuya
duyarlılığını arttırdığını, çok sayıda okulu ziyaret ettiğini ve şimdi bir adım
öteye geçerek 30 Mart 2014 yılında parlamentonun önünde yapılan protesto
gösterisinde verdingkinder ve yakınlarının maddi tazminat istemelerinin
sevindirici olduğunu açıkladı.
SANAT VE EDEBİYATTA KÖLE ÇOCUKLAR
Peki, bu dönemde hiç tepki gösteren yok muydu? Vardı
kuşkusuz. Örneğin, bir Rus doktorun, bir çiftlikte yoğun tecavüzler sonucu ölen
bir erkek çocuğu hakkında ilk defa bir resmi rapor yazması o dönem için sık
rastlanılan bir durum değildi. Ama bu tutumundan dolayı dışlandı ve yazdıkları
dikkate alınmadı. Aynı zamanda kadın örgütleri, partiler ve sendikalardan da
tepkiler gelmişti. Örneğin kendisi de bir “verdingbub” olan yazar Carl Loosli
“Susmuyorum” şiarı ile yazdığı kitaplarıyla mücadelede yerini almıştı. Carl
Loosli, İsviçre’nin bir “Verdingbub” yazarı, sosyal eleştirmeni, filozofu,
gazetecisi. Yaşadığı dönemde yazdıkları dikkate alınmayan, dışlanan bir yazar.
Carl Loosli, “annemi hayatımda yalnızca beş kez görebildim, babamı ise hiç
görmedim” diyerek başlar hayatını anlatmaya. 1877 yılında Bern şehrinde gayri
meşru bir çocuk olarak doğdu. Sekiz yıl bir çiftlikte yaşadı. 11 yaşından
sonraki yaşamı yetimhanelerde, cezaevlerinde ve tımarhanelerde geçti. Ülke ve
toplum sorunları üzerine düşünen, mücadele eden bir yazardı. Yaşadığı dönemde
konuşulması tabu olan “Verdingkindern” gerçeğini yazdı, İsviçre’nin faşizme ve
mültecilere olan tavrını, sanat anlayışını eleştirdi, Yahudiler, kadın ve çocuk
hakları gibi sorunlar için mücadele etti. Bu yüzden düşmanı da çok oldu.
Onun “evlilik dışı çocuk” olmasından dolayı devlet ve
kilise tarafından kendisine layık görülen yaşamı, İsviçre’nin “karanlık bir
dönemine” tanıklık eder. Çocuğun eğitim yerinin cezaevi olmadığını söylemiş ama
tüm bunlar yaşadığı dönem için aykırı düşünceler olarak nitelendirilip
dışlanmıştır. Her şeye rağmen, İsviçre Yazarlar Derneği ve İsviçre Ressamlar,
Heykeltıraşlar Derneği ve Mimarlık Derneği gibi kuruluşların ortaya çıkmasına
önderlik etmiştir.
Ressam Albert Anker’in İsviçre halk hayatını resmettiği
tabloların birçoğunda çıplak ayaklı çocukları görürüz. Bu köle çocuklar okulda,
sokakta, evlerde çıplak ayakları, düşük omuzları, soluk benizleri ile o kadar
ortadalar ama bir o kadar da görünmez olmuşlar. Biz bu tablolarda onları,
özellikle okul konulu resimlerinde, diğer çocuklarla birlikte ama onlardan
hemen ayırt edilebilen özellikleriyle görürüz. Kendilerine ancak iki senede bir
verilen ayakkabıları ya iyice küçük gelmeye başlamıştır, ya da çoktan eskiyip
atılmıştır. Büyüme çağındaki bir çocuğun ayakları için iki sene kısa bir
zamandır!
Verdingkinder’lerin insanlık dışı yaşam koşulları ilk
defa bir filme de konu edildi. Bu gerçeği yaşamış on bine yakın insanla yapılan
röportajlardan doğan senaryo, Markus Imboden tarafından çekildi ve 2011
tarihinden itibaren gösterime girdi.
103 dakika süren film, puslu karanlık bir havada tepede,
köyden uzakta yeşillikler içindeki bir çiftliğe taşınan bir tabut görüntüsüyle
başlıyor. Dayağın, soğuğun, küçük bedenlerin taşıyamayacağı işlerin, bitmeyen
çalışmaların yaşandığı çiftlikten çıkmaktadır. İçinde, on yaşında bir kız
çocuğu vardır. Ev işlerinin yorucu çalışmalarının ardından geceleri evin oğlu
tarafından tecavüze uğramıştır. Köle kız hamile kalmıştır ve sahibesi, çocuğu
düşürtmeye kalkmıştır. Kanaması olur, doktora götürülmez. Bir rahip, sorgusuz
sualsiz, tabutu alır gider.
Film, o zamana kadar kendi gerçeklerinin kabuğunda
yaşayan pek çok insanın konuşmasını sağladı.
Örneğin; Lyss’ de oturan Hugo Zingg (76) filmin
gösterimin ikinci günüde ‚ “Ben de O Cehennemi Yaşadım” diyerek bir gazeteye
yaşadıklarını anlattı. Tam 70 yıl sonra bu yazı sayesinde, ikisi de yıllarca
köle olarak ayrı çiftlikler de birbirlerinden hiç haber almadan çalıştırılmış
iki kardeş birbirlerini bulabildi. İsviçre Çiftçiler Birliği, o günkü
çocuklardan özür diledi. Thurgau yönetimi, zamanında bölgede çalıştırılmış tüm
çocuklar için resmi olarak özür diledi. Şimdiye kadar bu ticarete aracılık
yapan rahipler adına sadece Luzern Katolik Kilisesi özür dilemiş durumda.
DÖVÜLDÜLER, AŞAĞILANDILAR, TECAVÜZE UĞRADILAR
13 Şubat 2012. Biel’e yıllardır görülmeyen yoğunlukta kar
yağıyor. Yerel gazeteye verilen küçük bir ilanda; Biel Şehir Kütüphanesi’nde
yapılacak söyleşi haberi var. İsviçre’nin karanlık dönemini simgeleyen
‘Verdingkinder’ tanıkları yaşamlarını anlatacak.
Salon saat 19 ‘da gençlerin ağırlıkta olduğu
dinleyicilerle doldu. Verdingkinder Derneği Başkanı Walter Zwahlen,
dinleyicilere, bu soğukta kendilerine zaman ayırıp dinlemeye geldikleri için
teşekkür ederek oturumu başlattı. Katılımcılardan Dora Stettler, Emmental’de
yaşadıklarını bir kitapta toplamış. Yaşamını anlatacak ve soruları
cevaplayacaktı. Ama ne yazık ki kendisi düşüp dizini incittiği için katılamadı.
Onun yerine Dernek Başkanı, onun kitabından bazı anıları okudu.
Dora Stettler, iki kardeşi ile birlikte Emmantel’e bir
çiftliğe kiralık olarak verilir. Tarih 1934. Artık burası sizin eviniz diyerek
çocukları bırakırlar. Yeni bulduğu arkadaşı Karl ile yaşamına sorunsuz ve
engelsiz devam etmek istemektedir. Yedi yaşında ki Dora, annesinin bavula koymuş
olduğu elbiseleri tam dört yıl giyer. Kendisine iki numara büyük gelen
ayakkabısını bir numara dar gelene kadar da kullanmak zorunda kalmıştır.
Babasının getirdiği kıyafetleri ise çiftlik sahibinin çocukları giyer. Babaları
onları geri almak için tam dört yıl boyunca mücadele eder, sahip çıkar ve
sonunda mücadelesini kazanır. Annesinden hep nefret eder. Yıllar sonra bu
kitabı yazar.
Charles Probst 79 yaşında. Annesinin “çıplak ayaklı
çocuk” olarak yanında çalıştığı çiftçi tarafından tecavüze uğraması sonucu
doğmuş. Başka bir bakıcı aileye verilmiş. Annesinin kaderi onun da geleceği
olmuş. Yıllarca saat dörtte kalkarak ot biçmiş, ahırda yaşamış, yıllarca
dişlerini fırçalayamamış, iç çamaşırı olmamış, hasta olduğunda doktora
götürülmemiş. Cinsel istismara uğramış. Sabahları verilen kuru ekmeği soğuk
suya batırarak yemek zorunda kalmış. Uzun yıllar sakladığı bu gerçeği artık tüm
İsviçre çapında yapılan toplantılarla anılarını anlatarak, soruları
cevaplandırarak bu karanlık dönemin aydınlatılmasına katkıda bulunuyor.
Walter Zwahlen yaptığı açıklamalarda verdingkinder
konusunda en çok kitabın İsviçre’de basılmış olduğunu açıkladı. Yalnız
İsviçre’de değil, Almanya ve Ukrayna’ya kadar olan bölgelerde de çocuk köleliği
resmi olarak uygulanmış. İsviçreli Fotografçı Paul Senn, “Bauern und
Mitarbeitern” adlı kitabını bu konuda yıllarca İsviçre’yi dolaşarak çektiği
fotoğraflardan oluşturmuş.
Sergiyi izleyenlerin ziyaretçi defterine yazdıklarından
bazılarını birlikte okuyalım:
“Ben de bir Verdingkinder idim. Ama çok geç kaldınız.”
“Bakıcı babamın yıllar sonra gazetede ölüm ilanını
görünce gazeteyi parçaladım.”
“Bunlar bizim özgür ve zengin ülkemizde mi olmuş? Çok
üzgünüm.”
“67 yaşındaki eşimin neden çocukluk ve gençlik
yıllarından hiç söz etmek istemediğini şimdi anlıyorum.”
Bugün dernek, yaptığı çalışmalarla devletten tazminat ve
özür bekliyor. Çünkü bu çocukların sömürülmesiyle hem devlet hem de çiftlikler
zengin olmuş. Şimdiye kadar tek resmi özür sadece Luzern Katolik Kilisesi’nden
gelmiş. İsviçre Bilim Vakfı’nın 2004 yılında bu çocuklar için maddi ve manevi
özür teklifi ise Federal Meclis tarafından reddedilmiş. Geçen yaz Bodensee ve
çevresindeki çiftliklerde araştırmalar yapılmış. Amaç daha çok çocuğa ulaşmak
ve bu yaşamları belgelemek… Gelecek yaz Solothurn ve Luzern’deki çiftliklerde
de araştırmalar yapılacak.
Aslında çok aramaya gerek yok! Onlar gündelik hayat
içinde yanı başımızdalar. Aynı köyden bir tanıdık kadın da o gece oradaydı. Yan
yana oturduk. Onunla hep selamlaştığımız için sevindim ve şimdi de yan yana
oturduğum için de gurur duydum. O da gelmeme memnun olduğunu söyledi. Tek
isteği vardı. Devletin artık resmi olarak özür dilemesi!
(Evrensel Kültür Dergisi'nin Şubat sayısından
alınmıştır.)