Öküz henüz ölmedi ama öldüğünde ortaklığın nasıl bozulacağını şimdiden gördük. Seçimin hangi yol/yöntemle kazanılacağına ve seçim sonrası güç dağılımının nasıl olacağına ilişkin hesaplar AKP teşkilatını çatırdatmaya başladı. Çatırdamanın miladı, Cemaat kapışması ile başlamıştı. Tayyip Erdoğan bu kapışmada saflarını sıkı tutmayı başarmış hatta Cemaat’e (paralel yapıya) karşı savaşta yeni bir “dava” bile yaratmıştı. Uzunca bir süredir Merkez Bankası’nın politikaları üzerinden süren, daha sonra MİT müsteşarının adaylığı ve “müzakere sürecinde” kullanılan yöntem farklılıklarıyla (Dolmabahçe fotoğrafı, izleme heyeti) devam eden ayrı tercih beyanları Gökçek–Arınç dalaşıyla kendisine yeni bir mecra buldu. Ciddi bir ayrışma potansiyeli taşıyan “başkanlık rejimi” tartışması ise şimdilik (hiç kimse Tayyip Erdoğan’ı doğrudan karşısına almak istemediği için) beklemede duruyor.
AKP içindeki bu çatırdamanın henüz tüm yönleri ortaya dökülmüş ve tercih/çıkar farklılıkları, isimleri belli olan saflaşmalara dönüşmüş değil. Bu durum şimdilik üstü örtülebilecek durumda olsa da asıl netleşmeyi seçim sonuçları ve sonrasında oluşacak durum belirleyecek. Ancak artık AKP’nin dikiş tutmayacağı, biri kapansa bile bir diğer dikişin patlayacağı aşikâr. Hal böyle olunca Tayyip Erdoğan’ın başkanlık talebinin de Türkiye’yi yönetmekten ziyade aynı zamanda AKP’yi yönetebilme zorunluluğundan kaynaklandığı söylenebilir.[1]
Şu an açığa çıkan tabloya bakıp Türkiye tarihindeki benzer örneklerle kıyaslayarak aynı sonuçların oluşacağını söylemek için ise çok erken. Hatırlanacağı gibi ANAP iktidarı döneminde Turgut Özal’ın cumhurbaşkanı olmasıyla (bir süre sonra) başbakan olan Mesut Yılmaz ile aralarında yaşanan “iktidar kavgası” tıpkı Süleyman Demirel ile Tansu Çiller arasında olduğu gibi ülkede bir siyasi krize neden olmuştu. İki örnekte de süreç bu partilerin (ANAP ve DYP) siyaset sahnesinden silinmesiyle sonuçlanmıştı. AKP’de yaşananlara bakıp benzer bir sonucun oluşacağı iddia edilebilir ancak şu an böyle bir durum için “yeter şartların” oluşmadığı, yani politik yöntem farklılıklarının açıkça ifade edilmediği ve bu farklılıkların taraflarının kendisini açıkça deklare etmediği görülüyor[2]. Ayrıca Tayyip Erdoğan’ın, Özal ve Demirel’e göre parti (teşkilat) içinde çok daha büyük bir güce sahip olduğu ve Davutoğlu’nun da Yılmaz ve Çiller’e göre çok daha silik bir kişiliğe sahip olduğu da bir kenara not edilmeli.
Arınç’ın sürecin geneline ilişkin eleştirilerinden (hükümetin güçlü olmasının gerekliliği vb.) ve Gökçek’in Arınç’a saldırma nedenlerinden de görüleceği gibi çatırdama “şimdilik” seçimin hangi yol/yöntemle kazanılacağına ve seçim sonrası güç dağılımının nasıl olacağına ilişkin hesaplar üzerinden yürüyor. Gökçek’in yüksek sesle dillendirdiği ve AKP içinde geleceğini Erdoğan’a biat üzerine kuranların sahiplendiği tercihin karşılığı, Erdoğan’ın tüm direktiflerine harfiyen uyulması ve onun hamiliği altında kendi kişisel güçlerinin (Gökçek’in oğlunun milletvekili yapılması gibi) pekiştirilmesidir. Arınç’ın dile getirdiği eleştiri ise bu tercihle seçimlerde başarılı olunamayacağı gibi seçim sonucunda güçlenecek bu kadroların AKP bütünlüğünü sağlayamayacağına ilişkindir. Ancak Gökçek-Arınç kavgasında kullanılan argümanlar kanıtlamıştır ki iki durum da artık AKP’yi kurtaramaz. Arınç, kendisinin de dahil olduğu AKP teşkilatının “suçu örtbas etme örgütü” olduğunu itiraf etmiştir. Gökçek’in Ankara’yı parsel parsel sattığını bildiğini, 100 dosyayı seçimden sonra açıklayacağını söylemesi şimdiye kadar halka karşı işlenen suçları bildiğinin ancak ucu kendisine dokunduğunda bunları şantaj amaçlı kullanacağının açık itirafıdır. “Akçeli işleri” olan Gökçek’in belediye başkan adayı yapılmasına karşı çıktığını ancak partisinin kararı sonucunda onun için çalıştığını söylemektedir, söylemediği (söylemekten korktuğu) ise akçeli işleri olan Gökçek’in doğrudan Tayyip Erdoğan tarafından aday gösterildiği ve arkasında durulduğudur. AKP, artık bir kez daha açığa çıkmıştır ki en irisinden en ufağına, en dürüst geçinenden çakallığını siyasi tarz haline getirenine kadar halka karşı suç işleyenlerin teşkilatıdır.
Ve kişisel geleceğinin bu teşkilatı ayakta tutmaktan geçtiğini çok iyi bilen Tayyip Erdoğan ipleri sürekli sıkı tutmak zorundadır. Her gün medyada boy göstermeli, her gün birilerine ayar vermelidir. Erdoğan’ın yeni dönemde keşfettiği model ise “cumhurbaşkanlığının verdiği devlet yüküne rağmen” her hafta üşenmeden “muhtarlar toplantısı” yapmaktır. Bir zamanlar Demirel’in üzerine titrediği muhtarlar şimdi Erdoğan sayesinde çok daha el üstünde tutulmaktadır. Muhtarlardan istenen Erdoğan’ın fetvalarını halka doğrudan yaymalarıdır. Teşkilat yükü yani AKP’nin parti üyesi sorumluluğu olmayan, halkla dolayımsız ilişki içinde olan, ekstra olanakları bir yana maaşı her ay İçişleri Bakanlığı tarafından hesaplarına yatan muhtarlar, Erdoğan tarafından toplumsal tabanda ideoloji yayma araçları (hoparlörleri) olarak kullanılmaktadır. Ayrıca bu toplantıları TBMM grup toplantıları ile aynı gün ve saatlere denk getirerek, televizyonlarda grup toplantılarının önüne geçmekte, “Parti genel başkanları değil ben varım” mesajını vermektedir. Bundan daha iyi seçim çalışması mı olur?!
Diğer yandan her gün önüne konan kamuoyu araştırma anketlerine göre politik söylem kurma, ayar verme zorunluluğu Erdoğan’ı bir hayli esnetmektedir. Anlaşılmaktadır ki AKP’nin 21 Mart merkezli senaryoları, Kürt siyasi hareketi tarafından boşa çıkarılmıştır. Ve üstelik son gelişmeler daha önce AKP’ye oy vermiş Kürt seçmenlerin önemli bir bölümünün tercih değiştirdiğini şimdiden göstermektedir. Bununla birlikte bir yandan da MHP’ye yönelen oy tercihini de gören Erdoğan ayar verme çabasıyla ayarsızlaşmaktadır. Kendisinden öncekilerin keşfettiği, “Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşlarının sorunu vardır” saçmalığına geri dönüş yapmakta hiç tereddüt yaşamadı. 21 Mart fırsatını iyi değerlendiremeyen AKP için artık yeni tarih, seçim günüdür. “Kartlar karıştırılıp yeniden dağıtıldığında” açıkça görülecek olan güç tablosu müzakere sürecini de doğrudan belirleyecek.
Tüm bu gelişmelere rağmen toplumsal muhalefet, ne AKP’nin kendi iç dinamikleriyle çatırdamasını, patlamasını, dağılmasını bekleyecek ne de sadece seçim gününü bekleyip sandıkta oyunu attıktan sonra açığa çıkan tabloyu analiz etmeye çalışacak. Önümüzde AKP’nin geriletilmesi, dağıtılması için yapılması gereken çoklu görevler listesi duruyor.
Kentlerde ve kırlarda yaratılacak direnişlerle, yolsuzluk ve yağma ile iktidarını sürdüren bu suç şebekesinin çarkına çomak sokmak, talan projelerinin karşısına dikilmek, halktan çaldıklarının hesabını sormak görevimizdir.
12 yılda 15 bin işçinin iş cinayetlerinde yaşamını yitirdiği bu ölüm düzenine, milyonlarca emekçinin mahkûm edildiği güvencesizlik ve açlık düzenine emeğin hakları bayrağını kaldırarak direnmek, yok sayılan işçilerin kavgasını büyütmek görevimizdir.
Kadınların öfkesini, eşitlik ve özgürlük taleplerini gericilerin, erkek egemenliğin temsili iktidarın karşısında yaşamın her alanında ve her an örgütlemek görevimizdir.
Toplumsal yaşamı gericileştirerek halkı biat etmeye zorlayan, mezhepçiliği, şovenizmi tetikleyerek halkı saflaştırmaya çalışan, biat etmeyeni susturmak için faşist yasalardan medet uman AKP’nin planlarını bozmak görevimizdir.
AKP tahakkümüne, Erdoğan’ın dayatmalarına, faşist saldırılara karşı üniversite mücadelesini büyütmek, liselerde kurulan gerici kuşatmayı dağıtacak bir direniş çizgisini örgütlemek görevimizdir.
Erdoğan’ın diktatörlük hayallerini sokakta parçalamak, bu ülke halklarını egemenler arası iktidar kavgalarının seyircisi değil devrimci bir saflaşmanın tarafı, iktidar mücadelesinin öznesi haline getirmek görevimizdir.
Bunlar tarihin her anında geçerli soyut tanımlamalar değil 2015 Türkiye’sinde, yollarını On’ların izinde yürüyerek çizenlerin örgütleyeceği devrimci pratikler, bugünün acil devrimci görevleridir.
12 Nisan sokakları an be an eylemleri ile ısıtanların; diktatörün, faşistin, gericinin, kadın düşmanının, AKP’nin üstüne yürüyeceği gündür. Ve AKP’yi geriletme hedefiyle süren mücadelede önemli bir sıçrama noktası olacaktır.
Somalı maden işçilerinin davasının görüleceği 13 Nisan işçi sınıfının AKP’yi yargılama gününe dönüşecektir.
Ve 1 Mayıs, bu yıl, değil ülkeyi kendi partisini bile yönetmekte zorlanır hale gelen ve kaderini 7 Haziran sandığına bağlayan iktidarın karşısında emekçilerin sözünü, emek, onur ve özgürlük kavgasını sokağa taşıyacağı gün olacaktır.
Bugünden başlayarak sokakta atılacak her adım sandığı da bu ülkenin geleceğini de belirleyecektir.
Yürüyoruz!
Dipnot:
[1] Bir önceki Aktüel Gündem yazısından: “Önümüzdeki süreçte, AKP’nin iç gerilimleri çeşitli krizlere dönüşecektir.”
[2] Kendi kişisel hesaplarını da yapıyorlar. Abdullah Gül’ün “aktif siyasete girmeme” kararının ardından, İslam Kalkınma Bankası’nın Başkanlık Danışma Kurulu’nda görev yapacağı açıklandı. SENDİKA.ORG