Doğada da toplumda da hiçbir şey saf haliyle bulunmaz, mutlaka birtakım bileşimler ihtiva eder. Keza doğada ve toplumda hiçbir olay tek yönlü etkiler yapmaz; birbirine zıt etkiler söz konusudur.
12 Eylül askerî darbesi de bu kuralın dışında değildir. 12 Eylül’ün bildiğimiz olumsuzluklarından çok söz ediliyor ama kendi iradesi ve isteği dışında, hatta kendi yönelimlerine taban tabana zıt bazı sonuçlarından söz etmek pek kimsenin aklına gelmiyor. Ya da bundan söz edilirse sanki “12 Eylül iyi oldu” denmiş gibi bir sonuç çıkacağından çekinilerek yazılmıyor ya da dillendirilmiyor. Oysa, nasıl Hitler faşizminin de kendi iradesinin dışında yol açtığı bazı olumlu sonuçlar varsa, 12 Eylül darbesinin de vardır. Nedir bunlar?
GÜN ZİLELİ |
Her şeyden önce 12 Eylül darbesi, genel olarak toplumda, özel olarak da solda özgürlüklerin değerinin kavranmasını sağlamıştır. Özellikle sol, o güne kadar yakın bir iktidar ilüzyonu ve kibri içinde olduğundan, öte yandan tarihinde de özgürlüklere pek değer verilmediğinden (proletarya diktatörlüğü teorisi örneğin) özgürlükleri küçümserdi, bunlara “burjuva özgürlükleri” deyip geçer ya da pragmatist bir tutumla sırf kendi kısa vadeli çıkarları açısından savunuyormuş gibi yapardı ama yeri geldiğinde de bu “burjuva özgürlüklerini” “devrimden sonra” ilga edeceğini açıklar ya da kendi hâkimiyet alanlarında bunu uygulardı da. 12 Eylül gelip “burjuva özgürlüklerini” burjuvazi adına ilga edince ve bundan en büyük zararı öncelikle işkence tezgâhlarına yatırılan sol militanlar ya da sol eğilimli halk çekince soldaki örgütler o kadar değil belki ama bu örgütlerin ana maddesini oluşturan sol eğilimli insanlar özgürlüklerin “burjuva” diye küçümsenemeyecek çok değerli bir şey olduğunu kavradılar. Bu kavrayış, en azından o dönemde sol örgütlerin yönelimlerine, örgüt içi davranış tarzlarına da yansıdı. Daha önemlisi bu, solun iktidar ya da “proletarya diktatörlüğü” tasavvurlarının sarsılmasını, Stalinizmin sol içinde sorgulanmasını, solun tarihinin bu açıdan yeniden ele alınmasını, özgürlükçü bir sol arayışını da gündeme getirdi.
Stalinizm 12 Eylül’e kadar solda sorgulanmaz bir dogmaydı, bu dogmaya dayanan sol kendi egemenlik alanları içinde tam bir ideolojik hegemonya kurmuştu. Dolayısıyla bir iktidar kibri içinde bulunan solun dogmaları bu egemenlik alanları içinde asla sorgulanamaz ve farklı ideolojik yönelimlere kesinlikle izin verilmezdi. 12 Eylül’ün solu baskı altına alması, genel olarak toplumdaki etkisini azaltırken ideolojik hegemonyasını da sarstı. Bu sarsılma, bir yan etki olarak, o zamana kadar sol içinde nefes alma olanağı bulamayan Troçkizm, Anarşizm, Feminizm gibi ideolojik akımların sol eğilimli insanlar arasında revaç bulmasına yol açtı.
Keza 12 Eylül, kendi muhafazakâr yöneliminin tersine, solda muhafazakârlığı yıkan bir etki de yaptı. 12 Eylül’e kadar kadın-erkek ilişkilerinde “Katolik ahlakını” dayatan solda hegemonyanın sarsılmasıyla birlikte adeta bir “cinsel özgürlük” (ve kaçınılmaz olarak ideolojik tercihlerle dayatılmış evlilikleri yıkan bir boşanma furyası) dönemi başladı. Her ne kadar sol örgütler buna “yozlaşma” adını taktıysa ve yer yer gerçekten böyle eğilimler ortaya çıktıysa da cinsel alandaki özgürleşme devrimci bir gelişmeydi.
Sol, 1960’ların özellikle ilk yarısında aydınlardan, sanat ve edebiyattan güç alan, onlardan beslenen bir akımdı. Fakat 1960’ların sonlarından itibaren, özellikle 1970’lerde güç kazandıkça, aydınları, sanat ve edebiyatı küçümseyen bir yönelime girdi. 1970’lerde solda birisine “bu aydın tavrıdır” demek en ağır eleştiri anlamına geliyordu. 12 Eylül darbesiyle ezilen sol, küçümsediği aydınların, sanatın ve edebiyatın değerini yeniden anlamaya başladı. Sağcı bir askerî diktatörlük, solla birlikte sanatı, edebiyatı ve aydınları da baskı altına almıştı. Baskı dönemi, solla aydınların yeniden barışma dönemi olarak da görülebilir.
12 Eylül, genel olarak toplumda ve özel olarak solda, devlet ve devletçilik denen şeyin daha derinlemesine ele alınması gerektiği düşüncesini doğurdu. 12 Eylül’den sonra hiç kimse devlet ve devletçilik konusunda, öncesinde olduğu kadar olumlu ve fütursuzca saptamalarda bulunamadı.
12 Eylül, gerek genel olarak Kürdistan’daki, gerekse Diyarbakır Cezaevi’ndeki baskı ve işkenceyle işkence ve hapishaneler tarihine “altın harflerle” geçecek uygulamalar yaptı ve baskının direnişi doğurması gerçeğini bir kez daha kanıtladı. Kürt halk kitlelerinin direnişi 12 Eylül’le birlikte daha üst bir seviyeye tırmandı.
12 Eylül’ün yol açtığı olumlu noktalardan bir diğeri ise, işkence, işkenceyle insan öldürme, yok etme, gizli infaz gibi cunta uygulamalarının toplumda işkenceye karşı belli ölçüde bir duyarlılık yaratmasıdır. İşkence ortadan kalktı mı, hayır. Buna rağmen artık toplumun işkenceye ve işkencecilere karşı oldukça önemli bir duyarlılığı oluşmuş durumda. En azından bu toplumda artık herkesin saygı duyduğu bir Cumartesi Anneleri olgusu var. Cumartesi Anneleri, toplumun işkence ve şiddete karşı duyarlılığının abidesi olarak toplumun vicdanındaki hak ettiği yeri almıştır ve halen işbaşındaki işkenceciler ve işkence kurumları en azından ayaklarını denk almak zorundalar.
12 Eylül’ün genel olarak toplumda ve halk kitlelerinde de bazı olumlu etkileri oldu. Örneğin parlamentonun ve diğer burjuva kurumlarının hiçbir garantisinin olmadığı bizzat yaşanarak görüldü. Burjuvazi, sıkıştığı zaman, kendi inşa ettiği kurumları rahatlıkla askıya alabiliyor ya da diktatörler tarafından askıya alınmasına razı olabiliyordu.
Keza 12 Eylül, Kemalizm tapıncının saçmalığını ve Kemalizmin, işine geldiği zaman pekâla dini de kullanabileceğini gösterdi ve öğretti. 12 Eylül’den sonra, Kemalizmi bir devlet dini olarak kutsayan cunta, İslamiyeti de Kemalizmin müttefiki olarak kullanmaktan geri kalmadı. Alevi köylerine zorla cami yaptıranlar, kuran kurslarını yaygınlaştıranlar, tarikatlara en geniş olanakları tanıyıp toplumsal harekete karşı dalgakıran olarak kullananlar, hapishanelerde zorla yemek duası okutanlar, kısacası bugünün yolunu o günden açanlar, Kemalist devlet dininin kutsayıcılarından başkası değildi. Bu, seküler Kemalistleri bile derinden düşündüren ve ezberlerini bozan bir durumdu.
Hatta 12 Eylül’ün militan sağda bile bazı olumlu etkileri olduğu düşünülebilir. Kendini devletin en fedakâr evladı ve koruyucusu olarak ilan eden militan sağ, kendisini sola karşı teşvik eden devletin, istediği an militan sağı da baskı altına alabileceğini, hapiste solcuların yanına koyabileceğini, hatta onlardan da birkaçını idam edebileceğini, sol kadar olmasa da sağı da hırpalayabileceğini kendi deneyleriyle yaşadı ve devlet savunuculuğunda daha ihtiyatlı olmak, o kadar gözü kara gitmemek gerektiğini bir ölçüde kavradı.
İstemeden de olsa yol açtığı bu olumlu gelişmeleri hatırlamış olmamız, bilmem 12 Eylül cuntasının lideri Kenan Evren’in ruhunu ve yakınlarını biraz olsun teselli eder mi?
Gün Zileli - 13 Mayıs 2015 - www.gunzileli.com - gunzileli@hotmail.com