Tutsak mektuplarında bugün Ölüm Orucu’nda yaşamını yitiren Serdar Karabulut’un bir mektubu
19 Aralık Katliamı’nın ardından hücrelere atılan tutsakların tecrit koşullarında yazdıkları mektuplarda bugün Ölüm Orucu sonucu şehit düşen Serdar Karabulut’un bir mektubunu yayınlıyoruz. Eyleminin 188. gününde yazdığı mektup ve bir gün öncesinde yazdığı şiir, hastaneye kaldırılmasından hemen öncesine denk geliyor. Uzun süre Numune Hastanesi’nde zorla müdahale ile karşılaşan Serdar Karabulut, son müdahalenin ardından bilincini yitirdi ve vücut fonksiyonları iflas etti. 8 Kasım 2002 günü sonsuzluğa ulaştı.
“Biliriz
Kimsesiz
Cennet bile çekilmez
Yolu yok
Çıplak yer
Çıplak duvar
Giyinse de bedenlerimizi
İnsan eti
İnsana
Gözü
Gözüne
Değecek !.. “
31 Ocak 2002 / 464 – 188. Gün
Çok Değerli ……
Yürekten selamlayıp, evlat sıcaklığında kucaklayarak başlıyorum mektubuma. 17 Ocak tarihli mektubunuzu almış ve sevincin büyüğünü yaşayarak okumuştum. Bugün de ben size geliyorum.
……. Anam, daha ilk satırında bizi utandırdın demişsin ya, bir de bağışla… Sizin bağışlanacak hiçbir kabahatiniz olmadı. Mektuplarda ufak tefek aksamalar her zaman olur. Böyle olsa bile yüreğinizin, beyninizin bizimle dolu olduğunu bilirim. Yalnızca bu konudaki gelişmiş duyarlılıklarınızdan dolayı teşekkürü, sağolun varolun demeyi bir borç biliyor ve diyorum.
….. Ana, ilk mektubumda söylemiştim, yükümüzü yükledik, hedefimizi koyduk çıktık yola ve artık günleri geri sayacağız. Son güne kadar dostlarla, sevenlerimizle sohbet etmek, mektuplarımızla da olsa içtenliği, sevgi ve bağlılığı paylaşıp büyütmek bugünlerimizin en büyük yoğunluğu olacak demiştim. Sizinle de yaptığım bu. Ve inanın çok büyük bir iç rahatlığı, sevinç yaşadım bu yazışmalar boyunca ve kalem ellerimi tümüyle terkedene kadar da sürecek.
….. Anam, gönderdiğimiz mektupların karalandığını yazmışsın. Söylediğin durumu tesadüfen, adres değişikliğinden dolayı geri dönen mektubumuzda biz de görerek tanık olduk. Tertemiz mektup Amerikan züppelerinin saçlarına döndürülmüş. İnsan ne kadar basit şeylerden medet umduklarını görünce “bu kadarına da pes doğrusu” demekten kendini alamıyor. Onca kurallarının özeti; temiz ne varsa kara çal, karaya boya, karart kirlet. Biz de yüzlerine vurmaya devam edeceğiz. Hasmımızın nasıl bir mantığı olduğunu, kafa yapılarını teşhir etmeye devam edeceğiz. Senin bu konudaki çabalarını değerli ve çok anlamlı buldum. Çok da sevindim. Her şeyle karşılaşır, göğüsleriz ama hiç kimse bizden haksızlığı sineye çekmemizi beklemesin.
…… Anam, maddi katkılarınız için de ayrıca teşekkür ederim. Burasını iyi biliyorsunuz. Tam paralı mahpusluk alanı. Böylesi katkılar olmasa ve kendi dayanışmamız en azından kendi açımdan söyleyeyim en zorunlu ihtiyaçlarımı bile karşılayamazdım. Birbirimize tutunarak halletmeye çalışıyoruz bu zorlukları da. Her zaman ki dayanağımız “birimiz hepimiz için olmak” Bunun yanında yakın zamanda bulunduğum hücreye çay makinesi aldık. Bu soğuk günlerde sıcak içmek çok iyi oldu. Koşullarımız biraz daha kolaylaştı. Bunda sizin de payınız oldu anlayacağınız. Sağolun, varolun…
….. Ana, M….’un mektup cezası bitti. 45 gün yasaktan sonra arada gelen ve bekletilen mektupları topluca aldı. Doğallığında harıl harıl cevap yazıyor. A…. ‘da onun yanında. Moralleri ve sağlıkları yerinde, selamlarını iletiyorum. Bir süre önce U…’nun durumunda olduğu gibi tekli hücreleri üçlülere taşıdılar. Bizim koridor da bu değişiklikten nasibini aldı. Beş yoldaşımızı yan hücrelere getirdiler. Onun dışında bir ara yazdığın bütün yoldaşlar yerli yerinde ve selamlarını iletiyorum.
Biraz da kendi durumumdan bahsedeyim. Bugün 188. Gün dolacak. Altı ayı geride bıraktık. Günler bir yandan çok hızlı geçti. İlk yola çıkışımız dün gibi geliyor. Bir yandan da çok uzun zaman geçirdiğimizi düşünüyorum. Bu düşünceme daha çok bu altı aylık zamanda geçen günlerin ayrıntılarını düşündüğümde varıyorum. Eylül’ün hareketli günleri, Kasım’ın Armutlu günleri, ardı ardına uğurladığımız onlarca şehit, anmalar, mektuplar. Bir …..(burası karalanmış)kutu mektubum birikmişti. Eve gönderdim geçenlerde. Ve bizimki altı ay, büyük direnişimiz birkaç hafta sonra 500 olacak. Bedel büyük, fedakarlık büyük, özveri, sevgi, bağlılık, kararlılık, inanç, inanç, inanç… her şey çok büyük… Ve bunların toplamı da bizim dirayetimizin sırrını açığa döküyor. En büyük kazanım bunları, yani değerleri doruğa taşımaktı. Bunun etkisi fazlasıyla geleceğe taşınacak. İşte iç rahatlatan da bunun bilincinde olmak, adı gibi bilmek. Biliyorum bunu ….. anam.
Ve halen günlerimizi son ana doğru geri saymaya devam ediyoruz. Bu bana kaygı değil mutluluk veriyor, coşku veriyor. Hasımlarımızın hesabı ne olursa olsun, bize bu duygular kazandıracak.
Bu haftadan itibaren iki hafta görüşe çıkmıyoruz, biliyorsunuz. U… ‘da çıkmamıştır. Meselemiz belli. Ailelerimizi görmek istemememiz değil, aksine keşke her gün görsek. Sorunların üstü küllenerek, kamuoyunda yankı bulan 3 kapı, 3 kilit önerisinin tavsatılmasına karşılık yapılıyor. Düşün bütün kesimler açıklamalarıyla, bir çoğu eylemleriyle öneriyi sahiplendi. Bizim için geri olmasına rağmen kabul ettik. Tek başlarına tüm toplumu kaale bile almadan, haksızlık ve gayrı meşru uygulamalarda ısrarlı oldular. Manevra yapamayacak hale gelince unutturmaya çalışıyorlar.
Bugünlerde zorla müdahale ve neredeyse bize selam vereni dahi suçlu ilan edip ceza kestikleri yasalarını gündeme alacaklar. Birkaç dakikada da kabul ederler. ABD için, IMF, DB için yasalarla bize karşı, halka karşı baskı, yasaklama, ceza artırma, kısaca terör yasaları çok hızlı geçiyor. Bu da öyle olacaktır. Onları da deneyip sonuç almaya çalışacaklar ama olmayacak. Bu yürekler, bu bedenler ne güne duruyor ….. Anam. Sonuç alamayacaklar. Haklı, meşru taleplerimiz kabul görene kadar, bizi ve yolculuğumuzu tüketemeyecekler, kıramayacaklar. Henüz yasası çıkmadan şiirini yazdım. Umarım beğenirsiniz. Fiilen hesaplaşmasında da aynı kararlı yüreği bulacaklar karşılarında, kaygınız olmasın.
….. Ana bunun dışında günlerim mektup, kitap, gazete okuma, başka yazı çizi vs. derken dolu dolu geçiyor. Bazen günün nasıl geçtiğini anlamıyorum. Sıkıntı da o derece uzak oluyor yani. Soğuklara karşı elimizden geldiğince önlemliyiz. Günümün ilerlemiş olmasına rağmen henüz yaşam performansım diri. Kafam ve moralim iyi ya zaten gerisi sorun değil. Yürüyüşümüzün doğal ve güzel belirtileri olmaktan öteye anlamı da yok. Bu yolculuk acıyı bal eyleyerek yürünüyor. Bu konuda da rahat olun.
U…’yla sık sık mektuplaşıyoruz. Son mektubunda durumu gayet iyiydi. Teklilerden sonra şen bir yere gitti. Hiç durmadan konuşurmuş. Eh yanında da T… var. Sırtı yere gelmez artık.
…… Amcam, bitirmeden bir paragraf da sana ayırayım. Sağlığın nasıl? İyi ve moralli olmanız her zamanki dileğimdir. …. Anamla birbirinize iyi bakın.
…… ana sizinle Z…. Hoca’ya, N….’a ve G….’a da yazmıştım. Onlardan hiç cevap alamıyorum. Sık sık beni hastanede zanneden haberler alıyorum. Öyle bir durum yok. Aynı yerimdeyim. Hastaneye götürürlerse hemen oradan yazarım. Haberiniz olsun.
Tüm dostlara, seven sayanlara selam ve sevgilerimi gönderiyorum.
Sevgili ve çok değerli …. Ana, …. Amca, her şey için tekrar sağolun. Saygımla, hürmetimle ellerinizden öpüyor, hoş günlerin sizinle olmasını diliyorum.
Hoşçakalın
Serdar
GÖRÜLDÜ
Kanlı bir kılıçtı
Sokuldu kınına
Yasasız uygulanan eziyet
Zorbanın dilinde
Artık (!)
Ölmek yasak (!)
Şimdi;
Kara ilacı ölümün
Yaşamın boğazına sarılmak
Oysa;
Yasaktı ölmek
Bundan önce de
Nefes almak kadar
Fakat gene biz
Derinden çekeceğiz
Nefeslerimizi
Kızgın kızıl salıp sonuncusunu
Yıldızlarda güleceğiz
Semahlarımızda
Halka-
lar
Kurulsun !..
Sincan F / 30 Ocak 2002
Serdar Karabulut yazisonuikonu
Güler Zere’nin yoldaşlarını anlattığı bir mektubu
Bugün de sizlerle Elbistan Hapishanesi’nde bulunduğu zamanlarda yazdığı bir mektubuyla Güler Zere’yi okuyalım istedik. İlerleyen zamanlarda savaştığı kanser hastalığı yüzünden tahliye edilmesi için uzun süre eylemlerle anılan Güler Zere’nin mektubunda o dönemde yaşadıkları koşulları ve ölüm orucunda şehit düşen yoldaşları Fatma Bilgin ve Melek Hoşver ile ilgili anıları bulacaksınız. Bazı yerlerde karalamalar vardı, bunları parantez ile belirttik. Bazı yerlerde ise bizler bazı isimleri nokta nokta diyerek kapatmak durumunda kaldık. Öyle olmasının daha doğru olacağını düşündüğümüzden böyle oldu. Hepinize iyi okumalar diliyoruz.
25 Ağustos 2002
Sevgili ……. Merhaba,
Mektubunu aldım. Evet, seni epeyce tanımış olduk. İstediğin yerleri tekzip edebilirsin.
T…..r sen Fatmamızdan bahsetmiştin. Dün Meleğimizin de haberini aldık. On gün arayla Karadeniz Toroslara el uzattı. Halaydalar şimdi. Laz uşağı en sonda. Niye en sonda deme. O hep halaylarımızın sonundaydı. Hep oradaydı yeri. Zafer halayında da yerim orası olsun demişti. Hele gelsin bir zafer onun yeri hazır. Orada olacak yine Laz uşağı. Halay başladı işte. Duyuyor musun “keyf keyf” diyen sesleri. Evet o. Toroslum o. Gör nasıl dönüyor halayda, nasıl el çırpıyor ve nasıl bağırıyor.
“Büyük aşklar yolculuklarda başlar,
Ve serüvenciler düşer yollara”
Serüvenciler çoktan düşmüştü yollara. Arap kızı, Laz uşağı da düştü yollara… Şimdi yan yanalar. Arap kızı, Laz uşağının burnundan tutmuş çekiyor, seviyor çocuk gibi. Laz uşağı gözlerini çeviriyor. Nasıl da dönüyor göz bebekleri. İşte kahkaha… Hep böyle yapardı Laz uşağı. Önce gözlerini çevirirdi, sonra da kahkahasını patlatırdı.
Sevgili ….. , önce Fatmamızı, arkasından da Meleğimizi duyunca yüreğimiz yandı. Nasıl dolduk anlatması zor. Sana biraz anlatayım Fate’yi.
“Gece indi hücremizin penceresine
İçerde ampul ışığı
Pencereden gerisi karanlık
Elimi uzatsam
Dokunacağım karanlığa
Bir merdiven boşluğu
Bir demir parmaklık
Gerisi gece
Yıldız gökyüzünde
Yıldız uzak
Yıldız alnımda
Artık üzülmüyorum
Gece ıssız olsun
Pencerenin ardı da karanlık
Benim yıldızım var alnımda
Saçlarım ışıldar sarı
Alnım kızıl
Dünyam kızıl yıldız.”
Henüz yolculuğunun 8. Gününde yazmıştı bu şiiri. Fatma, Arap milliyetindendi. 72 Antakya Samandağı Kuzeytepe beldesi doğumluydu. Bizim arkadaşlarla Gülnaz Sarıoğlu’nun cenaze töreninde tanışıyor. Ondan önce nişanlı. Teyzesinin oğluyla. Bizimkilerle tanıştıktan sonra nişanlısından ayrılıyor, kavgayı seçiyor. Aile çevresi her ziyarete geldiklerinde nişandan bahsediyorlardı. Fate’nin cevabı ise hep kavga oldu, biz olduk.
“Vatan aşkı aş eyledik
Sevdayı umut eyledik
Suyu sabırdan demledik
Bir can var bir can çırpınan”
Kısa bir zaman sonra tutuklanmış buraya getirilmişlerdi Yusuf Kutlu’yla. Yusuf’la arası her zaman iyi oldu Fate’nin. Severdi Yusuf’u. Hele Yusuf’un babasıyla Fate’nin konuşmaları öyle hoştu ki. Bazen Arapça bazen Türkçe sohbet ederlerdi. Hareketliydi Fate. Hep Fate diyorum. Çünkü o kendisine Fate denmesini çok severdi. Bazen biz demesek bile o “Fate, Fate” der hatırlatma yapardı. Ondandır hep Fate dememiz. Hele o “Fate kurban olsun size” deyişi…
Koğuşumuzun komüncüsüydü. O zamanlar bizimle birlikte adli bayanlar da kalıyorlardı. Çocukları vardı. Henüz 3 yaşlarında bir çocuk vardı, Fate’ye hep “abi” derdi. “Abi bana çikolata” der Fate’nin ellerinden tutar, komün dolabının önüne götürürdü. Fate de dolabı açar çocuğun yiyebileceği şeylerden çıkarır verirdi. Çocuğa slogan atmasını öğretmişti. Ancak çocuk bizim sloganları attıktan sonra bir de “Yaşasın Gülabi” diyordu. İşte o zaman çok gülerdik. Gülabi çocuğun babasıydı. Fatma “hadi Tarık, dayının sloganı” deyince çocuk başlardı hemen, Yaşasın ……. (burası karalanmış)
Her mahkemeye çıktıklarında saldırıya uğrayarak geliyorlardı. Fate capcanlı geliyor, gözlerinin içi gülüyordu.
Bir de onun voleybol oynarken ki bağırışları vardı. Duyunca gülmekten ölüyorduk. Kendini kaptırıyor gidiyordu. Ya sık sık ağlaması. Duygusal olduğu için bir şey olmaya görsün, gözyaşları hep hazırdı. Sevinçten de ağlardı. Bir yandan gülümser bir yandan ağlardı.
19 Aralık öncesinde hem yolculuk hem feda için ilk gönüllülerdendi Fate. 19 Aralık sonrasında da hep “feda” dedi.
Ve nihayet beklediği gün gelmişti.
“bir can var bir can çırpınan
Yaşamı noktalayıp fırlamaya hazır
Ne ok yayından
Ne kılıç kınından
Ne de mermi tetiğe basılmasını bekleyen
Bir canı bir can çırpınan
Taa şuramda
Sol yanımda
Hasretimin kınında
Onurumun doruğunda
Bir canım var
Ölüm diyen diller yetmez
Açlık artık acı vermez
Bu sevdaya hasret yetişemez
Bir can var bir can çırpınan”
O sadece yazmıyordu. Yaşıyordu. Soruyordu bazen yazdıklarından sonra “çok mu abartıyorum acaba?” Sonunu şöyle bağlamıştı; “içimden geliyor ve ben nasıl geliyorsa içimden öyle yazacağım, öyle sesleneceğim”. Dediği gibi de yaptı. “Canımın taneleri” deyişi, “canımın parçaları” deyişi, “size kurban olayım” deyişi… Şimdi hepsi kulağımızda çınlıyor. Kına yakılan umut nakşedilen avucu sanki gözlerimizin önünde. Son dönemde bizden bir toka istemişti. “Hepinizin eli değsin, onu takacağım”. Yaptık ama toka halen bizde duruyor. Sadece birkaç kez takabilmiş. “Zafer gelecek, mutlak gelecek, onun için çoktur gidenlerimiz. Onun için bir daha doğar çocuklarımız. Onun içindir ayrılıklarımız. Yoksa hiç ayrı düşer miydik. Öyle vedasız, öyle helalleşmeden, sarılmadan hiç ayrı kalır mıydık, dayanır mıydık ayrılığa, açlığa ve ölüm haberleriyle yağan acılara” böyle diyordu. Evet, zafer gelmeyeceğini bilsek dayanır mıydık bunlara.
”Sormayın bize gamı kederi
İçimizde açan gözler kızıldır
Biz bitmeyiz dostlar yedivereniz
Canlar var canlar çırpınan”
Sevgili ……., daha başka arkadaşlara da yazdığımız için tekrar olacak. Bu nedenle biraz da Meleğimizi anlatayım diyorum. Sen ne dersin? Anlatayım de mi?
Meleğimizin haberini aldığımızda nasıl olduğumuzu tahmin edersiniz. Ona bir kez bile sıkı sıkı sarılamamanın hüznü vardı hepimizde. Özlem vardı. Hasret vardı. Henüz yolculuğunun 20. Günündeydi yanımızdan koparıldığında. Nasıl da öfkelenmiştik. Dolu dolu olmuştuk. Sıkıca sarılmıştık canımızın parçasına ama yine de koparılmıştı. Biliyorsun onunla geçen Ağustos ayında yeni yerlere götürüldüğümüzde bir araya getirilmiştik. Şimdi hep onu yaşıyoruz gözlerimizin önünde, oturduğumuz yerde, halayda en sonda… evet o en sonda… onu en iyi anlatacak olan G…’dır. Hemşerisi. Neredeyse hiç ayrılmamışlar. En ciddi ayrılıkları Melek’i tek tuttukları süreç.İlk koğuşa geldiklerinde en çok dikkatimi çeken yönü hızlı hızlı kitap okuması olmuştu. Arka arkaya deviriyordu kitapları. Öyle ki erkek arkadaşlardan takviye istemiştik. Gülmüştük o zaman. Sakarımız… çarpardı durmadan oradan oraya, hep kendine zarar verirdi. Dağda kaldığı süreci oturup tek başına yazmıştı. Başında bir şapka, elinde dosya, kalem ve kağıtlar öylece dolaşırdı. Sonra da çıkar ranzasına oturur yazmaya başlardı. O çakmak çakmak gözlerini çevirişi geliyor aklıma.
19 Aralık’tan sonra o Eylem’le aynı hücredeydi. Her sohbetimizde bize Eylem’i anlatırdı. Onun güzelliğini, huzurunu, “çok huzurluydu onun gözlerinde bile o huzuru görememek imkansızdı” derdi. Tek başına o süreçte onların hücreye olan yönelimle başetmişti. Eylem’i kaç kez koparıp almışlardı ondan. Pencereye her çıkıp bağırdığında sesi ağlamaklı çıkıyordu. Eylem götürüldükten sonra Esmaların hücresine verildi. Yan yanaydı mekanlarımız. Gülmekten öldürüyordu bizi. Bir bakıyorduk Melek “Nayır Necla nolamaz” diyerek Türk filmlerinden bir sahne canlandırıyor. Ya da bir arabeski kendi yorumuyla söylüyor. Mesela; “bir gardeşşşşşşş, gardeeeşiiiiii” diye başlayıp gidiyordu. Güldürüyordu bizi. O sesleri dinleyince yerlere yatıyordum. Ya soru sorması. Oradakiler bilirler. Neden, nasıl, niçin…. Arka arkaya sorular sorardı. İşte ağustos ayında bir araya gelmiştik. Diyebilirim ki karşımda bambaşka birini bulmuştum. Eski Melek hiçbir şeyi umursamaz görünürdü. Artık öyle değildi. Her şey onu da ilgilendiriyordu. Heyecanla sabırla yola koyulacağı günü bekliyordu. Ranzasında oturur, küçük küçük çoraplarını örerdi. Sabır…. Sabırsızdı ama çorapları örerkenki sabrı görülmeye değerdi. Eski Melek olsa iki dakika bir şeyle uğraşmayı göze alamazdı. Değişmişti. Gözle görülecek kadar. Onu değiştiren süreçti, Eylem’in güzelliğiydi, Eylem’den gördükleriydi. Sakarlığı ise hiç değişmemişti. Yeni geldiğimiz yerde ilk gün pencereye çıkıp pencere önündeki duvarda bir bölümün düşmesine sebep oldu. Sonra aldığımız temizlik kovası ve paspas olmuştu. Henüz kantinciyle konuşurken arkamı döndüğümde Melek’in paspas sapını kırdığını gördüm. Gözlerini çevirip ardından kahkahasını patlattı hemen. Gözlerimin önünde o haliyle gülümsüyor şimdi.
Ve yolculuğa başlayacağı haberi geldiğinde gözlerindeki o pırıltı görülmeye değerdi. Heyecanlanmıştı. Başlayacağı günün 26 Eylül olması onu daha da heyecanlandırıyordu. Çünkü Ankara’da uzun süre kalmıştı. İlk başladığı yer, mahpusunda yattığı yer… Duyduğumuz an ona bir şeyler hazırlamaya başladık. Güya gizli yapıyoruz ama bizimki meraktan aniden bastırıyor “ne yapıyorsunuz, bakayım” diyor. Tören günü geldiğinde onu aşağı indirdik ve hazırladık ranzasını. Hediyelerini ranzasının üzerine dizdik. Gelen hediyeleri deöyle. Ve tören anı; “…… çok yoğun ve bambaşka duygular içindeyim, içimde kıpır kıpır, yakan kavuran bir sevda var. Bu sevda yoldaşlarımadır, p….me, vatanıma,halkımadır. Bu sevda z….edir. Aslında çok fazla söze gerek yok. En güzel sözleri şehitlerimiz şehadetleriyle söylediler. Şimdi biz geride kalanlar aynı yolda hiç durmadan ilerleyeceğiz. Bu bayrak yarışında onur, namus timsali bayrağımıalnımda taşımaktan gurur duyuyorum. Bayrağımı asla yere indirmeyeceğimi bir kere daha burada sizlerin önünde tekrarlıyorum….” Demişti. Gözleri yine çakmak çakmaktı. Bir an gözlerini gökyüzünün maviliğine dikmişti, gökyüzünde iki kuş kanat çırparak geçiyorlardı. Hemen parmağını uzatarak gösterdi bize de. Tören bittiğinde gözlerini kapatarak yukarı ranzasının yanına götürmüştük. Gözlerini açtığımızda çok sevinmişti. En sevdiği hayvan zürafaydı. Zürafalı bir parça saç bağı, doğadan bir kesit pano, uğur böceği… hepsi de çok hoşuna gitmişti. Elleriyle uygun bulduğu yerlere asmıştı. 20 gün. Sadece 20 gün yanımızda kaldı. Boranımıza doyamadan aldılar yanımızdan. İlk önce sesini duyuyorduk. bİze marş söyledi. Biz de ona söyledik. Kapıya pencereye dayandılar söylemeyin diye. O da sürekli “yoldaşlar, hadi söyleyin” diyordu. “Sizi çok seviyorum” diyordu. Canım benim suyu kesmişti o zaman. İçmesini söyleyince “tamam” demişti. Seslerimiz birbirine ulaşmasın diye aldılar onu ordan. Ama onun her fırsatta sesi ulaştı bize, bizim de ona. Buğday tanesi diye bir türkü vardı, onu isterdi sürekli benden. Ben de söylerdim. O olmadığında da sürekli söyledim. “Bekle kar altında kala buğday tanesi / yine onun sularıyla yeşereceksin / Gözyaşların çare değil / ağlama büyü / başını dik tutabilirsen boy vereceksin / Her yanında allı morlu / güller açar türlü türlü / bu fırtına dünden bellli başedeceksin / Korku kar eylemez bir kez yola düşene / Sen bir aşkın içindesin yaşayacaksın / Her yanını börtü böcek sarsa ne çıkar? / toprağa sıkı sıkı sarıl başedeceksin “ Böyle sözleri. Tek kaldığında da hep bunu istedi benden. Tek kaldı ama başını hep dik tuttu. Börtü böcekler onu hiç yalnız komadılar, kemirmeye çalıştılar her fırsatta buğday tanemizi. Ama o besleneceği yeri çok iyi biliyordu. Hiç başı düşmedi önüne. Hep dik kaldı. Sevgi, hasret, inanç, fidanlar besledi onu. En son mektup aracılığıyla “burada başladım burada noktayı koyacağım” demişti. Bir de şiiri var buğday tanemin;
“havada yoldaş sesi var
Yürekte zafer ezgisi
Can teni neylesin
Vücutta vatan kavgası var
Gökkuşağı dağlara el verir
Renkleri inanç, renkleri feda
Renkleri kahramanlık
Renkleri yürekler boyu alev
Toprakta sevda kokusu var
Yağacak canlar üstüne
Zafere yeminli yürekler
Patlıyor filizlerde.”
*“toprakta sevda kokusu var
çiçekte yağmur ezgisi
gönül aşka düşmüş
vücutta alev dansı var
toprakta sevda kokusu var
burcu burcu türkü yakar
çiçek suyu neyler
vücutta alev alev türkü var”*
Sevgili ….. o işaretlediğim iki kıta son kıtaya alternatif. Kendisi yazmıştı yine. Ayrılık ona yazdırmıştı. Bestelemek istiyordu. Bu kadar oldu ancak. Dediğim gibi onu en iyi anlatacak olan Gülay’dır. O da yazar size.
O imansız durso ne yapıyor. Vay Durso vay. Bu bizim Malatyalılar var ya, gavur oluk. Onlar iyi bilirler bunun ne anlama geldiğini. Noldu onların sesine. Kesildi gitti. Onlara aha bu mekan sakinleri olarak çok kırgınız. Dedim ya gavur oluk gavur. İnsan bu kadar da olmaz yani. Onları bi güzel eleştir. …
Neyse neyse…
Biz iyiyiz ….. canavar gibiyiz. Canlarımızın arka arkaya güneşe gitmesi bizleri vurdu. Tabii ki onur, gurur duyduk ama acıları büyük oldu.
Uğraşıyoruz işte.
Dar alanda kısa paslaşmalar.
(…)
Ben ayrılayım olur mu. Herkese dağlar kadar selam iletip Fatmanın, Meleğin sıcaklığıyla sıkıca kucaklıyorum. Arkadaşların hepsinin hepinize selamları var.
Sevgiyle kal
Sevgilerimle
Güler
İbrahim Çuhadar’ın tecrit hücrelerinde yazdığı bir mektubu
Tecrit hücrelerinde yazılmış mektuplardan bugün de İbrahim Çuhadar’ın bir arkadaşının ailesine yazdığı mektubu seçtik. Tutsakların bulunduğu ağır tecrit koşullarına rağmen halkın acısını hiç unutmadıklarını görüyoruz mektupta. Her daim zinde ve inançlı kalmayı başarmaları, umutsuzluğu adeta akıllarından silmeleri bugün bizler için dikkat edilmesi gereken bir nokta.
17 Ağustos 2002 – Sincan
Merhaba ……. Ana ve …….. Amca;
Nasılsınız? Sevgi ve selamlarımla ellerinizden öperek satırlarıma başlamak istedim.
Mazeretiniz kabul edilmez mi hiç. Sizlerin satırlarını okumak, selamlarını almak gerçekten güzel oluyor. Varsın geç olsun selamlarınızı almak. O bile yeter diyorum… Yani, hiç kendinizi zorlamanıza gerek yok. Ne zaman fırsatını bulursanız yazarsınız. Sizleri hemen cevap yazın diye zorlamak istemem… Sonuçta selamlarınız geliyor ya.
……. Ana, bu defa biraz değişiklik yaptım. Biliyorsunuz genelde yazım ufak. Buna bir de satır aralarının darlığı eklenince haliyle okumakta zorlanıyorsunuz. Onun için satır aralarını geniş tutarak, yazımı büyülterek sizlere kolaylık olsun dedim…
Çaylarımız kartlarınızı aldığımda hazırdı. Bunun üzerine satırlarınızı da okuyunca iyi denk geldi hani… Eh, o zaman gerçekten doyum olmuyor ……. Ana. Hele de sen dedikten sonra öyle güzel oldu ki.
Bak geçenlerde ne oldu. …….’e seslenmek için (malum ses yetmiyor çatılardan bacalardan havalardan sekerek ulaşıyoruz, tabii bazen ulaşmadığı da oluyor ya, ne yapalım ki iyi sektirmek gerekiyor o zaman) havalandırmaya çıktım. Kartınızı aldığımı, haftaya yazacağımı, selamlarımı söylemesini (yazdıysa tabii) istemiştim. Biliyorsunuz mektup gönderme günlerimiz değişti. Tam da son mektup gönderme gününde yazmıştım bunları. Hem de unuttuğumu söyleyerek. Görüyorsun değil mi böyle yanlışlıklar da oluyor. Bu duruma epey gülmüş olmalı ….. Valla ben de gülüyorum.
Mektubu postaya Salı günü vereceğim. Bugün cumartesi ve rahat rahat yazıyorum. Ve 17 Ağustos bugün…
Mektuba oturmadan önce 17 Ağustos’ta kaybettiklerimizin anmasını yaptık. Televizyon kanallarında o günleri bir kez daha izledik. Halkımızın acılarını paylaştıklarına ilişkin her zaman olduğu gibi adeta birbirleriyle yarışırcasına mesaj yolladılar parti başkanları… Utanmazca, arlanmazca yapıyorlar. Halkımızın gözlerinin içine bakarak yalan söylüyorlar. Yalan parçaları olmuş, bütünleşmiş onlarla. Halkımız gözyaşları içinde boğulurken, bir gecede tahkim yasaları, sosyal güvenlik yasalarını meclisten geçirerek efendilerine biatlarını sunmuşlardı. Yaralar zaten sarılmadı, sorumluları belli herkes açık bir şekilde biliyor, dile getiriyor… Evet, bugün unutmadığımızı, unutturmayacağımızı bir kez daha hep bir ağızdan haykırdık… Ki, ölen bizdik. Acıları yaşayanlar bizdik. Bunu uzatmayayım değil mi? Her şey ortada.
Bizleri soracak olursanız, her zamanki gibiyiz… Ama bugün daha güçlü ve inançlıyız. Ne için yola çıktığımızı biliyor, neler olabileceğini tahmin ediyorduk. Hepsini gördük, halen yaşıyoruz da. Tek değişmeyen gerçek halkımızın umudu ve geleceği olmaya devam ettiğimiz. Sonuna kadar da böyle sürecek. Tarih yazmaya devam ediyoruz daha güçlü ve kararlı bir şekilde.
Ziyarette sizlerden kart aldığımı anneme söyledim. Tabii selamlarınızı da. Sizlere çok çok sevgi ve selamlarını iletmemi söyledi annem de.
Müsaadenizle şimdilik satırlarımı burada bitireyim. Gene uzun sohbetler ederiz. Yeni bir gelişme olursa mektuba devam ederim. Ne de olsa üç gün var postaya vermeme.
Bir daha ki satırlarda buluşmak dileğiyle, senin ve …. Amcamın ellerinden öpüyor, sevgi ve selamlarımızı iletiyoruz buradan. Kendinize iyi bakmanız dileğiyle, hoşçakalın…
Sevgi ve selamlarımla
İbrahim