Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in 1971 yılında İzmir Aliağa’da Tüpraş inşaatında çalıştığı haberi basında yer aldı. Putin, 1971 – 1972 yıllarında Tüpraş kurulurken Rus firmasının personelden sorumlu amiri kimliğiyle Aliağa’da görevlendirilmişti. Kafalardaki soru, Putin’in Aliağa’ya “stajyer ajan” olarak KGB tarafından mı sokulmuş olduğuydu. Haberin kaynağı ise Tüpraş inşaatında 1969-1971 yıllarında çalışmış olan İzmirli Adem Albayrak. “Putin şirketin bir numaralı adamıydı. Esas patron o idi” diyor, Albayrak.
O yıllarda Aliağa Rafinerisinin tank inşaatı bölümü Sovyetler Birliği’nin kredisiyle yapılıyordu. Büyük sferik ve silindirik tankların yapımı ekspertiz ve kalifiye işçilik gerektirdiği için Sovyetler şirketi inşaata yüzden fazla teknisyen de yollamıştı. İnşaatta, Sovyet şirketinin taşeronu olan Kozanoğlu-Çavuşoğlu firmasına bağlı Türkiyeli işçiler de çalıştırılıyordu. Üstelik taşeronun da taşeronu vardı: Türedi. Kozanoğlu-Çavuşoğlu, bazı işleri bu kendi taşeronuna havale etmişti. Bir yandan da, esas rafineri alanında arıtma tesisleri kuruluyordu. İşte bu tesisleri kuransa Badger adlı bir Amerikan şirketiydi. Sovyetlerin taşeronu olan Kozanoğlu-Çavuşoğlu’nun yanında çalışan dört yüz; Badger çatısı altında ise üç bin, dört bin kadar işçi çalışmaktaydı. Böylece bir Sovyet şirketiyle bir Amerikan şirketi aynı sahada bir araya gelmiş oluyordu.
Uzunca bir süredir, Aliağa inşaatındaki sendika hareketini de içeren bir sözlü tarih çalışması yürüttüğümüz Bingöl Erdumlu’yla Pazartesi günü bu güncel, sansasyonel haber üzerine de konuştuk. Erdumlu Aliağa tank inşaatı bölümünde bu yıllarda büyük kavgalarla örgütlenen Yapı İşçileri Sendikası’nın (YİS) önce yöneticiliğini, sonra başkanlığını yapmıştı. Örgütlenme, direniş ve grev sürecinin içinde olmuştu.
…
Bingöl Erdumlu – Benim burada vurgulamak istediğim şu: Sovyetler Birliği’nin kendi ülkelerinde rafineri yapmaktan aciz olmadığını biliyoruz. Niye [işin] bir bölümüne de bir Amerikan şirketi girdi? Onu da bilemiyorum.
Can Şafak – Burada bir soru işareti var…
Erdumlu – Burada bir soru işareti var. ABD bu işe göz yumarken o zaman [bir kısmını] da biz yapalım mı dedi? Onu bilemiyorum. (…) Her neyse… Oraya haliyle bir Amerikan teknolojisi de giriyor. Basında, oraya Amerikan teknolojisi girince, Sovyetler de geri olduğu için, onların teknolojilerini araklayabilmek için oraya adam yolladıkları, fotoğraf çektirdikleri yazıldı. Olabilir. Bu yanı da olabilir işin. Ama o kadar basit olduğunu da düşünmüyorum. Çünkü siyasal bir yanı da var bu işin. Belli bir alanda karşı karşıya geliyorlarsa, o çelişkilerin oraya hatta çatışma biçiminde yansıyacağını da [görmek] lazım. Bunu ben şimdi diyorum. Yoksa Aliağa’ya paldır küldür girerken bu kadar işin ayırdında değildik.
Soğuk Savaş var. ABD ne kadar hoşlanır ki Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye gelip de ağır sanayi yatırımları yapmasından? Onun için, şu muhtemel tabii, Sovyetlerin oraya gelen elemanları içinde Parti görevlileri vardı, olduklarını da biliyorum. Ama biraz KGB’nin eli de değmiştir oraya. Gelip çalışan insanların aralarına adam sokmuştur. Ama aynı işi Badger şirketi açısından Amerikalılar da yapmıştır. KGB’nin geldiği yere CIA haydi haydi gelir. Zaten Türkiye kendi alanları heriflerin. Onlar da mutlaka oraya adam sokmuşlardır. Tabii, onlar orada oldukları için mutlaka MİT’in de olması gerekir orada. Ayrıca MİT’in orada olmasının bir nedeni de biziz. Oldukça sol, DİSK’in bile dışında radikal/sol bir sendika da geliyor, giriyor oraya. Belli ki bir şeyler olacak orada. Direniş olabilir, ki oldu. Bu ortamda girdik oraya ve (…) sonunda bir siyasi cinayet işlendi orada.
Şafak – Vladimir Jirinovski’nin de o dönemde Aliağa’da olduğunu söylemiştin…
Erdumlu – Jirinovski’yi hatırlıyorum. Jirinovski Türk dili üzerine eğitim almış Türk dili-edebiyatı üzerine eğitim almış, (…) Türkçe bilen biriydi. O zamanki yaşı, doğum tarihine baktım Wikipedia’dan, 24, 25 gibi. Oldukça genç yaşı.
Şafak – Seninle aynı yaşta neredeyse.
Erdumlu – Hemen hemen. Benden iki yaş küçük. Ama hiç daha sonra oynadığı role uyan bir tip de değildi. Ama KGB’nin Sovyetler Birliği Komünist Partisi üzerinde etkisi varsa, ki vardır… kendilerine çok ters bir adamı oraya koymazlar. Hem de en kritik işe. Türklerle tercüman olarak konuşmalara, anlaşmalara katılacak bir adam… [buraya] olmadık bir adamı sokmazlar. Denetimleri altında bir adamdır, KGB’nin SBKP’nin. Zaten bu daha sonradan çıkıyor ortaya. (…) Zamanın başından beri kontrol ettikleri bir adam… Benim gördüğüm çok terbiyeli davranan (…) ama beni şaşırtacak kadar apolitik [görünen] bir adamdı. Çünkü bana, hatırlıyorum, “Senin ne güzel mesleğin var, burada niye bu işle uğraşıyorsun? Ne güzel para kazanırsın” diyen bir herifti. Ben de oraya gelen herkesi komünist zannediyorum. Halbuki Sovyetler Birliği’nde o dönem ne gibi komünistler vardı, onu bilemiyoruz ya da biliyoruz da bizim pek anladığımız bir şey değil. En yetkili birileri vardı, böyle Amerikan sigarası içerlerdi, biz yadırgardık onları. Böyle [iyi] giyimli heriflerdi, (…) Parti bürokratı ya da… Farklıydı yani işçilerden adamlar, [bu] en baştaki adamlar.
Orada… sonradan tabii, kafamda şimşek çaktı denir ya, gençten bir çocuk vardı. Ama biraz önceliği olan bir çocuk. Otobüsten ilk inen ya da bir şey olduğunda gelip seninle el sıkışan… bir de sempatik davranan. Bana karşı sempatik olduğunu en azından, hatırlıyorum. Tipik, sarışın, mavi gözlü, ayağında çizmeler… arazide çalıştıkları için [üzerinde] sarı bir yağmurluk vardı, öyle hatırlıyorum. Gençlik resimlerini görünce, “Evet, o!” diyeceğin birisi, zaten tipi çok değişmemiş. Şu anda da çok yaşlı durmuyor, Putin. [Görünce] hemen böyle kafamda canlandı… Tipik bir oğlandı, gençliğinde. Hala da öyle. Böyle asık suratlı Parti bürokratları vardır… [Putin] daha farklı bir tip. Ve onun gençliğindeki resmi, şimdiki resmi… Birden onun Putin olduğunu [fark ettim]. Ama (…) ben işyerine sadece sendikal nedenlerle gelip gittiğim için, onunla ayrıca bir [mesai] arkadaşlığım falan olmadı. İsmen de Putin olarak bilmiyorum ben onu. Ama oradaki çocukların dediği, “Biz ona Putin değil de Potin derdik.” [Böyle] diyorlar, o habere geçmiş. Odur. Başka kim olabilir? Kesinlikle odur. Ama bir Jirinovski’yi tanıdığım kadar, onu tanımıyorum.
İşin esas ilginç yanı ikisinin bir arada taa o zaman Türkiye’de bulunması. Putin ve Jirinovski’nin… İnternet’te çok bilgi var tabii, arayınca buluyorsun yani neyi aradığını bilirsen. İnternet’te baktım (…) şöyle diyor: Gorbaçov zamanında [zamanın KGB Başkanı Vladimir] Kruçkov tarafından sunulmuş bir projedir diyor, bu Jirinovski’nin Parti’sinin; Rusya Liberal Demokrat Partisi’nin [LDPR] kurulması. Sovyetler Birliği’nde ilk kurulan muhalefet partisidir diyor ama icazetli bir partidir, diyor. (…) Sistemde bir takım değişiklikler yapılması zorlanıyor, glasnostlar çıkıyor, perestroykalar çıkıyor… Ve o zamanki KGB Başkanı Kruçkov bunu öneriyor, “Bir Parti kurulacaksa, biz bunu baştan kontrollü kuralım” şeklinde. Ve adında da bir ironi var: Rusya Liberal Demokrat Partisi. [Parti] kuruluyor ve başına işte o bizim bir zamanki tercüman Jirinovski getiriliyor. Jirinovski de Aliağa’dan döndükten sonra orduya girmiş ve albay rütbesine kadar yükselmiş. İlginç. Bu arada o da bir tahsil görmüş… Hatta doktora da yapmış. Fakat çok ilginç, Yahudi kökenli birisi Jirinovski. Hatta babası da İsrail’e göç etmiş. Fakat bu çok koyu Rus milliyetçisi. (…) Hatta gitmiş ‘83’te… bir ara göç etmeyi bile düşünmüş, İsrail’e. (…) ‘89’da filan, politikaya atılıp yükselmeye çalışmış. Sonra buna uygun bir iş bulmuşlar. “Sen de faşist Parti’nin başına geç” diye… ama adı “liberal demokrat” olan faşist Parti. (…) Aslında Kremlin politikasının çok sadık uygulayıcısı.
Şafak – Sovyetler Birliği çökmeseydi bu adam, gene önemli bir yerde, KGB’de…
Erdumlu – Tabii. Sadık… Muhalefetin içine sokulan bir adam olabilirdi. Şundan farkı var mı: [Türkiye’de] Cumhuriyet’in ilk yıllarında, muhalefet partisi mi olacak, onu da biz yaparız, diyor herifler. Komünist Partisi kurulacak, onu da biz kurarız diyor ve kuruyorlar. Sahte Komünist Partisi vardır, Celal Bayar’ın kurduğu. Ya da Fethi Okyar’a kurdurulan muhalefet partisi… Çok bir fark yok, bizim Kemalistlerin devlet yönetimine bak işte: Muhalefet gerekiyorsa onu da kuralım diyor herifler.
Şafak – Devletin ideolojisi, yönü değişince bu heriflerin de yönü değişiyor. Ama devletin kanatları altında…
Erdumlu – Tabii. Ama kontrollü. Muhtemelen Bahçeli de böyle. Zaten onu iddia edenler var. Yalovalı, Yaşar Okuyan, bunu ciddi ciddi ortaya attı. Hatta ölüm yatağından dışarıya Türkeş’in mektup yolladığını söyledi.
Devleti biz çok hafife alıyoruz. Bu Sovyetlerde de böyle, Türkiye’de de… Yani herifler bakıyor ki iş batıyor, bir de bir muhalefet partisi kurulması lazım…
Şafak – Hadi kuralım diyorlar.
Erdumlu – Demokrat Parti’nin başına geçen Menderes, Celal Bayar… onlar da aynı Parti’nin adamı değil mi? CHP’nin adamı onlar. Daha evvelden de Fethi Okyar’la denenmiş bu iş. Komünist Partisi kurarken de denenmiş.
İlginçtir, [KGB] bakıyor iş batıyor (…) aslında devirmeye de çalışıyor, darbe oluyor ya ’91 yılı mı, nedir? Hani Yeltsin’in tanka çıktığı…
Şafak – 1991’de. Tankın üzerine çıkarak darbecilere karşı halkı direnişe çağırmıştı.
Erdumlu – O darbenin içinde, Gorbaçov’a bu projeyi getiren, daha iş batmadan, bir muhalefet partisi kuralım diyen Kruçkov da var. Hatta o da tutuklanmıştı. Eski Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin katı, Ortodoks unsurlarıyla birlikte.
Bu hikayenin bizim yönümüzden ilginç tarafı, bir rafineri kurulurken oraya gelip görev yapan iki kişiden biri şimdi devlet başkanı, hakikaten staj yapmış gibi… diğeri de, genç çiçeği burnunda tercüman da daha sonradan adı “liberal demokrat” olan faşist Parti’nin başında. Bunların hepsinin devlet projesi olduğu belli. Birisi yazmış… Hala Sovyet kafasında olan biridir diyor, Putin için. Hatta bir laf etmiş, ki doğru bence, “20. Yüzyılın en trajik olayı” Putin demiş bunu, “Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıdır…” Oradan kalma bir adam, Putin. Hani kızıyorlar ya yeniden Sovyet imparatorluğunu canlandırmaya çalışıyor diye, aslında bir biçimde Sovyetler Birliği’ni de –adı komünist olarak değil- ama o otoriter yapıyla biraz canlandırmaya çalışıyor. Galiba durum böyle. İlginç hikayeler.
Fakat bu şunun tabii, önemini gösteriyor. Bizim paldır küldür daldığımız bir yerdir Aliağa, ‘70’te. (…) Aslında yanlış bir seçim değil ama olayın bütününü çok iyi gördüğümüzden değil… Çok önemli bir yer. Biz işin tabii bir yanını görmüştük, ağır sanayi Türkiye’de gelişecekse bunun içinde olalım… Ama bu tip bir olayı Soğuk Savaş döneminde, ki bunu daha sonra ’77 1 Mayısı’nda da gördük… Türkiye’nin Soğuk Savaş’ta ne kadar önemli olduğunu. Ve bizim ‘70’te olayın bütününü ve ciddiyetini tam da göremeden de olsa önemli bulup girdiğimiz Aliağa’yı Sovyetler Birliği’nin ve ABD’nin ne kadar önemsediğini. Türkiye’yi… Türkiye’deki çatışma alanı Aliağa’dır, İstanbul 1 Mayısı’dır ya da İstanbul Kanlı Pazarı’dır… yani bunların ne kadar önemli çatışma noktaları olduğunu da insan daha iyi fark ediyor. Görüyoruz ki, Sovyetler Birliği ileride bir devlet başkanı olabilecek ya da bir partinin başına geçebilecek adamları o zamandan oraya yolluyor. [Bu, ne kadar] önem verdiğini gösteriyor, oraya. Tabii, CIA da ona göre, Türkiye’ye adamlar yolladı. Çok önemli istasyon şefleri var. [Paul Bernard] Henze var, başkaları var… kontrgerillanın teorisyeni olan adamlar var. Alman ordusundan kaçıp da bu Gladio sistemlerini kuran adamların da Türkiye’yle bağları var. Neyse… Bunu da bir vurgulamakta yarar gördüm hikayenin bir başka yanı olarak.
Şafak – 1970’te Putin ve Jirinovski’nin Aliağa’da bulunmasının sansasyonel yanının dışında, bunun geri planında ve bundan çok daha önemi olarak zamanın iki kutuplu dünyasında, zamanın dev ya da süper güçlerinin bir büyük çatışmasının bulunduğunu görüyoruz. Emperyalist/kapitalist sistemin ve dünya sosyalist sisteminin çatışmasının, Soğuk Savaş’ın bizim topraklarımızdaki bir parçası…
Erdumlu – Çatışması… Evet. Bak, buraya gelen insanlara. Bunlar sonradan bir yerlere geldiler. Biri devlet başkanı oldu.
Şafak – Diğeri de ilk muhalefet partisini kuruyor…
Erdumlu – Bir ara yüzde 20’lerde oy almıştı, Jirinovski. Yeltsin sonradan çıktı aradan. Hatta [Gennadi] Juganov da [ön plandaydı] ama [Yeltsin] biraz kahramanlık tasladı o tankların üzerinde ve aradan sıyrıldı sonradan. Ama o da geçici oldu. Sonradan döndü dolaştı, Rusya kendi yapısına uygun bir tip yarattı. Putin’i… Şimdi yüzde 60, 70 civarında oy alan bir adam bu. Ama işte oradan yolu geçmiş. Şunu söylemeye çalışıyorum: O genç adamlar bir yerlere geldiler. O dönemde biz de oraya girdik. Biri 19 yaşında, diğeri 24, 25 yaşında… Necmettin’le ben 26 yaşındayız. Biz de olayları böyle planlasaydık, biz de bir şeyler yapabilirdik Türkiye’de. Şu noktada olmazdık. Çünkü biz de oranın önemini görebilmiştik, kendi düzeyimizde görmüştük. Daha iyi görüp, Türkiye’de ona uygun bir pratik geliştirebilseydik… O kırk senede devlet başkanı oldu, ben ne olurdum mesele o değil, zaten ömrümüz de yetmezdi ama o hareket, [THKP-C hareketi] bir yere gelirdi Türkiye’de. Zaten benim temel savunduğum şey bu. Çok provokatif bir şekilde THKP-C bambaşka bir yere çekildi ve imha oldu, gitti. Başka bir mantıkla… Türkiye’ye ve bu bölgeye damgasını vuran bir hareket olabilirdi. Benim iddiam bu.
Şafak – Bu potansiyeli vardı… Hareket kırsalı, işçi sınıfını kucaklıyor, üniversitelerde, öğrenci gençlik içinde var…
Erdumlu – Bu potansiyeli vardı. Kesinlikle. Çünkü gösteriyoruz bunu. Oradan bizi kovalayamadı herifler. Evet. Aliağa’da herkes birbirini tasfiye etmek istiyor. O arada da en azından MİT’in gözünde ya da CİA’nın gözünde orada bir solcu sendikaya yer yok. Ama girdik biz oraya. Sonunda elimi kolumu sallayarak ben oraya giriyordum işte. Oturup herkesle konuşup, orada sözleşme bağlayıp, oradan da bilmem kaç bin lira parayı alıp harekete aktaran bir konumdaydık. Bunu biz sürdürebilirdik. Ama kendi ayağına kurşun sıkarsan…
Şafak – Olmuyor…
Erdumlu – Olmuyor bu işler. Ben bunu Aliağa’dan yola çıkarak bütünü olarak THKP-C için söyleyebilecek durumdayım. Anlattığım olayın özü de budur. Başka türlü olabilirdi. Bizim hareket kendisi provokatif bir hareket değildi, çok gerçekti. Ama bir provokasyona uğramıştır, şöyle veya böyle onun önemi yok. Ama nesnel durum odur.
Şafak – 6-7 Eylül 1955. Hürriyet, İstanbul’daki Rum azınlığın bağış toplayarak Kıbrıs’taki ENOSİS çetelerine gönderdiğini yazıyor. 6 Eylül 1955 günü 13.00 haberlerinde Selanik’teki evinin bombalandığı radyoda yayınlanıyor. Ve Demokrat Parti yandaşı İstanbul Ekspres gazetesi, “Atamızın evi bombalandı” manşetiyle çıkıyor. Ve bunun üzerine büyük bir kıyım başlıyor. Kara kalabalıklar önce Rumların, ardından da Ermeni ve Yahudilerin dükkanlarını yağmalıyorlar. Biliyorsun. Sonra azınlıkların evlerine, ibadethanelerine saldırılar oluyor… Ondan fazla insan katlediliyor. Tecavüzler, feci olaylar… Ve sonrasında Demokrat Parti iktidarı komünistleri hedef gösteriyor. Hürriyet, olayları komünistlerin kışkırttığı yalanını manşetten veriyor. Ve bir komünist tevkifatı başlıyor…
Erdumlu – Evet. Komünistleri tutukluyorlar. Tam kara operasyon denilen şey bu, terminolojide.
Şafak – Bunun aynısını Necmettin Giritlioğlu’nun öldürülmesi olayında da görüyoruz. Sen anlatmıştın. Necmettin Giritlioğlu’nun vurulmasının hemen bir iki dakika sonrasında “Kahrolsun komünistler” sloganları başlıyor…
Erdumlu – Komünistler başkanımızı öldürdü…
Şafak – Necmettin Giritlioğlu’nun öldürülmesinde, Aliağa’da Sovyet yatırımlarının devreye alınmasının ve bunun Soğuk Savaş koşullarında başlattığı Sovyet-ABD gizli çatışmasının, her iki tarafın da çok önemsediği Aliağa’nın bir mücadele alanına çevrilmiş olmasının nasıl bir rolü var? Bu olay planlı bir olay mıydı? Nasıl görünüyor sana?
Erdumlu – Bu, benim genel bakışım içinde tabii ki, bir yere oturuyor. Ama salt Aliağa olarak oturmuyor, dediğim gibi THKP-C’nin bütünü de aynı yere oturuyor. Türkiye’de kara operasyon denilen bir faaliyet yürütülüyor. (…) 6-7 Eylül tipik bir olaydır, başka misaller de var, Aldo Moro’ya kadar… Sen bir operasyon yapıyorsun (…) ve bunu başkası yapmış gibi yayıyorsun elindeki propaganda araçlarıyla. Gidiyor bir MİT görevlisi Selanik’teki Atatürk’ün evine bombayı koyuyor, ondan sonra İstanbul Ekspres’e bildiriyorsun, başında Mithat Perin var, bu haberi böyle yaz diye. Hemen akşam ikinci baskıyı yapıyor: Selanik’te Atatürk’ün evine Rumlar bomba attı! Sen zaten hazırlamışsın Özel Harp Dairesi olarak. Bunu sonradan Sabri Yirmibeşoğlu da artık itiraf mı etti, ne halt ettiyse… “En muhteşem operasyonlarından biridir” dedi, “Özel harp Dairesi’nin.” Sen onu basın organlarınla Rumlar yaptı diye yayıyorsun. Zaten kışkırttığın bir kara kalabalık var, onu yöneten Özel Harp Dairesi elemanları var. Gençlik içindeki adamların var… Mahallelerdeki elemanların var. Burada bir operasyon yapıp Rumların buradan kaçması için bunu kullanıyorsun. Kaçırılması için. Ondan sonra da malına mülküne adada, Şişli’de, orada burada el koyuyorsun.
‘70’te, Aliağa’da da bu var tabii… Necmettin Giritlioğlu MİT tarafından mimlenmiş bir adam. Zonguldak’taki bir olayı anlatmıştım, sana. Oradaki Vietnam Sergisi sırasında çok özel işkence yapıyorlar, eziyet yapıyorlar, Necmettin’e. Oranın mahalli karakol polisi değil, bunlar. Ve Necmettin’e, “Seni öldüreceğiz” diyorlar, tehdit ediyorlar. Bu adam ondan sonra tam da Soğuk Savaş koşulları altında… Tam arı kovanına çomak sokar gibi biz de gidiyoruz, Aliağa’ya giriyoruz. Ve sendika başkanı –biraz da İsmet Demir geri çekilmek istiyor- gene Necmettin oluyor. Laf değil adamların tehdidi. Çok ciddi güçlerin çatıştığı bir yerde, bir de böyle solcu, komünist bir işçi lideri… ve aday… Ülke çapında komünist hareketin liderlerinden olmaya aday birisi geliyor, orada sendika başkanı oluyor. Bak bakalım MİT’in gözüyle ya da CIA’nın gözüyle, ne yapacaksın sen? Ama bunu öyle bir şekilde yapmak istiyorlar ki… Zaten ustalık burada ya da kara operasyonun mantığı burada. Buna (…) bir çatışma süsü verip, Sovyet arabalarındaki bir şoförü [kullanarak] ve [böylece] iş sanki Sovyet teknisyenlerini bağlıyormuş gibi, sanki onlar öldürtmüş gibi, kendi yapacakları rafineriyi engelliyormuş burada birileri, onu da aradan çıkarmak istiyorlarmış gibi… İşi bu kılığa sokmaya çalışıyorlar.
“Başkanımızı öldürttüler, kahrolsun… Biz de bunları öldürelim” diye bir kışkırtma yürüdü. Orada üç yüz adam var, kaç tanesi MİT adına görevliydi? Onu bilmiyorum… ya da CIA adına. Onu bilemem ama olan olay, benim yaşadığım olay, bu. Orada tabii bizim bir ağırlığımız var, orada sendika başka tipte bir sendika olsaydı o adamlar orada linç olurdu tabii.
Şafak – Böyle bir şey olsaydı, tabii bunun sonuçları olurdu.
Erdumlu – Bunun sonuçları olurdu. Orada üç tane Sovyet teknisyeninin linç edildiğini düşün. Bu, ondan sonra ilişkileri nereye taşırdı, olay ne kılık alırdı? Sovyetler oradan çekilir miydi, çekilmez miydi? Ne olurdu? Bilmiyoruz tabii. Ama müthiş bir provokasyon var, herif bir hamlede hem orada ülkesindeki tehlikeli bir unsuru ortadan kaldırıyor, o sendikanın belki oradan tasfiyesini sağlıyor, öte yandan da esas Ruslara yönelmiş bir hamle var orada.
Ben Putin ya da Putin olduğunu düşündüğüm adam bana sempatiyle bakıyor derken, boşuna değil öyle sempatiyle bakması. Bir yerde varlığınla öyle bir tezgahı da önlemiş oluyorsun. Ben olayın boyutlarını bilmem ama en son isteyeceğim şey; orada zaten Necmettin ölmüş ya da ölmek üzere, iki tane Sovyet teknisyeninin de ölmesidir. İçgüdüsel olarak onu engelliyorsun. Böyle bir olay işte.
Biz hep bir şeylerin önemini görür gibi olduk ama göremedik de… Diyorum ya sana, bizi oradan bu tip provokasyonlar, cinayetler sökemedi. Biz kendi ayağımıza kurşun sıktık. Olmadık kargaşa… Sıkıyönetim ilanı geldi. Onda da bizim payımız var. Biz, diyorum, çünkü kendimi ondan ayrı tutmuyorum. Tabii, sıkıyönetim geldiği zaman ilk ilan ettiği arananlar listesinde ben baştaydım. Bir daha Aliağa’ya ayak basamadık. Halbuki, oradan bir sürü iş yapmayı düşünüyorduk. Bir yandan o işi yapıyorsun ama bir yandan da başka bir yanın başka bir iş yapıp onu engelliyor. Böyle bir provokatif yanı var işin. Haa, bunlar nasıl oldu, nasıl bitti?… benim elimde devlet arşivi yok, bunu tekrar söylüyorum. Kozmik odalarına girme şansım yok. Bilemem. Ama görünen olay budur. Bunun tersini MİT, Gladio kanıtlasın. CAN ŞAFAK - SENDİKA.ORG