Toplumsal mücadele çeşitli toplumsal güçlerin akla hayale gelmeyecek hileler ve gizli taktikler uyguladığı karmakarışık bir süreçtir aynı zamanda. Özellikle toplumsal mücadelenin ve iktidar çekişmelerinin had safhaya ulaşıp içinden çıkılmaz bir kördüğüme dönüştüğü zamanlarda bu hile ve gizli taktiklerin arka planını ve mantığını anlamak iyice güçleşir.
2015 yılı, Türkiye açısından böyle karmaşık bir yıldı. Kimin neyi ne için yapmak istediğini çözümlemek iyice zorlaşmış bulunuyor. Bu yüzden, olup bitenleri anlamak için tekrar tekrar geriye dönüp, filmi yeniden seyretmekte ve ilk seyredişte göze çarpmayan ayrıntıları tespit etmeye çalışmakta fayda var.
2013 yılı, toplumsal mücadele açısından iyi, AKP diktatörlüğü açısından kötü bir yıldı. AKP’nin lideri Tayyip Erdoğan, bundan iki yıl önce bilinen nedenlerle çok zor duruma düşmüştü. İktidar olanaklarından yararlanarak bu zor durumdan kurtulmayı başardı, hatta karşı saldırıya geçti. Toplumsal muhalefet bu saldırı karşısında gerilemedi, ancak daha ileri hamleler de gerçekleştiremedi.
Farklı bileşenlerden oluşan iki güç arasındaki güç dengesi, 2015 yılının Haziran ayında yapılacak seçimlerin sonuçları üzerine odaklandı. Toplumsal muhalefet, AKP’ye bir seçim mağlubiyeti yaşatmayı, AKP diktatörlüğü ise seçimlerden yine iktidar partisi olarak çıkıp Tayyip Erdoğan’ın en önemli hedefi haline gelmiş olan Başkanlık sistemine yürümeyi planlıyordu.
Tayyip Erdoğan, seçim başarısını iki ana nokta üzerinden planlamıştı: 1. Kürt meselesinde, barış sürecinin ilerlemesiyle güney doğuda Kürt oylarını kazanmak; 2. Barış sürecini, Kürt hareketine taviz veriyormuş gibi bir görüntüden kurtararak yürütmek, hatta gerekirse bu amaçla Kürt hareketini bir ölçüde hırpalamak, böylece Anadolu’daki muhafazakâr-milliyetçi oyları elden kaçırmamak.
Bu, son derece nazik, hassas dengeli bir politikaydı. Terazinin kefelerini dengede tutmak son derece güçtü. Hem Kürt kamuoyuna hoş görünmek, hem de Kürtlere taviz vermemek, hatta Kürt hareketini adım adım geriletmek gerekiyordu.
Bu denge politikasının zirve noktası Dolmabahçe mutabakatıydı. Dolmabahçe mutabakatıyla barış sürecinde önemli bir adım atılmış gibi görünüyordu. Ne var ki, bu türlü uzlaşma görüntüleri, aynı zamanda bir savaşın başlangıç noktası da olabilir. Nitekim öyle oldu. Dolmabahçe mutabakatına onay veren Tayyip Erdoğan, çok kısa sürede böyle bir anlaşma görüntüsünün Anadolu sağcılığının oy depolarında kayba yol açacağını gördü ve süreci en azından seçimlere kadar kitleme eğilimine girdi. Erdoğan’ın süreci kitleme eğilimini gören, Kürt hareketinin siyasi temsilcisi konumundaki HDP, AKP’ye karşı net bir mevzilenme içine girdi; buna ek olarak, HDP, seçimlerdeki başarısının veya barajı aşmasının, Türkiye’nin toplumsal muhalefetiyle aynı cephede yer almaktan geçtiğini gördü ve Selahattin Demirtaş, Kürt siyasi hareketi içindeki, ne olursa olsun AKP iktidarıyla iş görmekten yana olan kanada rağmen, tarihe geçen “Seni Başkan yaptırmayacağız” sloganını yükseltti. Kürt siyasi hareketinin kendisine cepheden tavır aldığını gören Tayyip Erdoğan, can havliyle masayı devirdi. AKP’nin hassas denge politikası başarısızlığa uğramıştı.
Buna karşılık, HDP’nin, AKP diktatörlüğüne karşı mevzilenme ve toplumsal muhalefet blokuyla birleşme, hatta bu blok içindeki en örgütlü bileşen olarak ona önderlik etme çizgisi başarıya ulaştı, 7 Haziran seçimlerinde yüzde on üç oy alarak 80 milletvekiliyle meclise girdi ve daha önemlisi, bu sonuç, AKP’nin 13 yıllık tek başına iktidarına son verdi.
Kürt hareketinin silahlı kanadı Kandil (Öcalan’ı da Kandil’le birlikte düşünmek gerekir) ve HDP içinde, Barzani’ye, dolayısıyla Tayyip Erdoğan’a yakın kanat (Leyla Zana, Sırrı Sakık vb.) bu gelişmeden memnun olmamıştı. Kürt hareketi içindeki bu iki kesim, barış süreci paradigmasını ne olursa olsun AKP iktidarıyla müzakere üzerine kurmuştu. Fakat bu iki kesim arasında da bazı farklılıklar vardı.
Barzanici kanattan farklı olarak Kandil, bir yandan HDP’nin siyasi başarısından yanaydı, öte yandan AKP’nin tek başına iktidarının devam etmesini istiyordu. Fakat nasıl bir koltuğa iki karpuz sığmazsa, bu iki politikanın birbiriyle bağdaşması mümkün değildi. Diğer yandan Kandil, Tayyip Erdoğan’ın seçimden önce içine girdiği müzakere masasını devirme tutumundan son derece rahatsızdı. Seçimlerin sonucu ne olursa olsun, seçim sonrasında silahlı mücadeleyi yeniden devreye sokarak AKP iktidarını yeniden müzakere masasına oturtmayı planlıyordu. Nitekim seçimlerden hemen önce bu planını açıkladı da. Kandil, hem HDP başarılı olsun, Kürtleri mecliste temsil etsin istiyordu, hem de AKP’nin tek başına iktidar olacağını umuyordu. Fakat HDP’nin başarısı demek AKP’nin tek başına iktidarının sonu demekti. Kandil’in hesapları açısından gerçekten güç bir durumdu.
7 Haziran seçimlerinde AKP’nin tek başına iktidarının sona ermesi, hem Tayyip Erdoğan açısından ölümcül bir tehlike oluşturmuştu, hem de Kandil açısından müşkül bir durum yaratmıştı. Tayyip’in neden ölümcül bir tehlike içine düştüğünü açıklamaya gerek yok. Fakat Kandil’in içine düştüğü güç durum biraz açıklamaya ihtiyaç gösteriyor. Kandil müşkül bir duruma düşmüştü, çünkü, birincisi, müzakere süreci için yıllardır alıştığı muhatabını kaybetmişti; ikincisi, HDP’nin başarısı, Kandil’in (ve tabii Öcalan’ın) Kürt hareketinin esas temsilcisi konumunu tehlikeye sokmuştu.
Bu durumda Kandil, her ne pahasına olursa olsun tehlikeli bir oyuna girdi. Hem AKP’nin iktidarını kaybettiği bu zaaf anında silahlı mücadeleyi yükselterek geleceğin iktidarına (bu iktidar kim olursa olsun), “ben buradayım, benimle müzakere masasına oturmak zorundasın” diyecek, hem de Kürt hareketinin esas temsilcisinin HDP değil, PKK olduğunu gösterecekti.
Bu politika Tayyip Erdoğan’ın son derece işine yaradı elbette. Çünkü o da, seçimleri yenileme siyaseti izleyerek tam da böyle bir savaş siyasetini yürürlüğe koymayı düşünmüştü. Onun hesabı da, savaş yoluyla, kendisinden HDP’ye kaymış Kürt seçmenini korkutarak yeniden kendi saflarına çekmek ve keza aynı savaş siyasetiyle, MHP’ye kaptırdığı Anadolu’daki sağcı muhafazakâr oyları geri almaktı. Nitekim bu siyaset tuttu ve AKP 1 Kasım yenilenen seçimleriyle yeniden tek başına iktidar oldu.
Kandil’in, AKP’nin iktidarı yeniden tek başına almasına yarayan savaş siyasetini AKP ile doğrudan anlaşarak yürütüp yürütmediğini bilmiyoruz. Fakat Öcalan’ın bu süreçte mutlak bir tecrite alınması oldukça kuşku çekici. Anlaşmalı veya anlaşmasız, bu savaş siyasetinin sadece seçimlere yönelik olmadığı, 1 Kasım’dan sonraki süreçte net bir şekilde görüldü. Ben şahsen, bu savaş siyasetinin sadece seçime yönelik ayarlandığı düşüncesindeydim, yanıldığımı elbette kabul ediyorum.
Seçimden sonra Kandil, şu mantıksız ve hem şehir güçlerini hem de halkı eşitsiz bir savaşa süren ve ateşe atan (kendi gerilla güçlerini ise hiçbir şekilde savaşa sokmayan) hendek savaşı siyasetini hâlâ neden kör gözüm parmağına sürdürmektedir? Körcesine bir “yıkılmadık, ayaktayız” siyasetiyle izah edilebilir mi bu? Hiç sanmıyorum.
Kandil, bu savaşla birkaç şey amaçlıyor. Birincisi, HDP’nin 7 Haziran’dan önce başarıyla uyguladığı, Türkiye’deki toplumsal muhalefetle birleşme çizgisini geçersiz hale getirmek, etkisini kırmak ve yeniden kendine tabi hale getirmek; ikincisi, AKP iktidarını yeniden müzakere masasına oturmaya zorlamak; üçüncüsü, Kürt halkının görüşülecek tek temsilcisinin kendisi olduğunu göstermek.
Peki, AKP’nin seçimden sonra da savaş siyasetini yoğunlaştırarak devam ettirmesinin sebebi ne olabilir? Bence AKP, HDP tehlikesini 7 Haziran’da net bir şekilde gördü. Amaçlarından biri, aynı Kandil gibi, HDP’nin etkisini kırmak, hatta mümkünse bu partiyi ezmek. Dikkat edilirse, Efkan Ala başta olmak üzere bütün sözcüleri en başta HDP’yi hedef almaktadırlar. Diğer bir amaç, savaş yoluyla Kürtleri iyice yıldırmak ve kendisinin ortaya koyacağı “barış” şartlarını kabule zorlamak. AKP diktatörlüğü, yıldırma savaşı yoluyla Kürtleri, “lanet olsun, nasıl yapacaksanız öyle olsun” noktasına getirmeye çalışıyor. Bir işgal ordusunu şehirlerin içlerine sürüp binaları tanklarla ateşe tutmasının, çoluk çocuk, kadın demeden öldürmesinin başka hiçbir amacı olamaz.
Tabii bir nokta daha var. AKP diktatörlüğü yeni bir “barış süreci” başlatmaya hazırlanıyor. Kürt halkını iyice yıldırdığına inandığı noktada bunu ilan edecek. Ne var ki bu “barış süreci”nin partnerleri farklı olacak. Uydu Kürt partileri, uydu Kürt politikacıları, Barzaniciler, korucular vb. bu “sürecin” yeni Kürt muhatapları olarak ortaya çıkarılacak. Kandil’in umutsuz ve eşitsiz bir savaşı ateşe sürdüğü gençler yoluyla sürdürmeye çalışmasının bir nedeni bunu önlemeye çalışmak da olabilir. Yani, “biz buradayız, başkalarını muhatap alırsanız size rahat huzur yok” demek istiyor olabilir. Fakat unuttuğu nokta, patlayan her silahın AKP diktatörlüğünün Kürtleri yıldırma siyasetine hizmet ettiğidir.
Gün Zileli - 18 Aralık 2015 - www.gunzileli.com - gunzileli@hotmail.com
Daha yeni Daha eski