BİRİNCİ BÖLÜM

Devletin derini oluyor da dinin derini neden olmasın?
Madem derin devlet var, bir de “derin din” var.
Önce iki anekdot:
1- Havuzlu bir cami… Ramazan ayının ilk haftasında mahalleli yurdum insanı havuza hücum ediyor. … Eşarbını, saçından bir tutam kakülü görünecek şekilde ve “çene altından” düğmeleyerek bağlayan ilkokul mezunu veya terk yüzlerce kadın… Telaşla havuzdan kaplarına su dolduruyorlar. Çocuğu olmayanlar, hamileler veya yeni doğmuş çocuklar bu “zemzem” suyundan içerlerse hasta olmazlarmış… “Hz. Hızır” zemzemi Kabe’den caminin içine getirmiş… Spiker caminin hocasıyla söyleşi yapıyor havuzun başında. Geride kadınlar ne spikere, ne kameraya, ne de hocanın dediklerine dönüp bakmıyorlar bile. Caminin hocası bu havuzun “şebekeden” gelen suyla yapıldığını; dertlere deva, hastalıklara şifa, kısırlığa veda durumlarının olmadığını anlatıyor ha anlatıyor… Spiker “Bunları vatandaşlara söylemiyor musunuz?” diye soruyor. “Bakın dinleyin anlatılanları” diyor kadınlara bir yandan da ama nafile; hiçbiri dönüp bakmıyor! Hoca gayet dertli: “Kızım dinlemezler boşuna uğraşma. Ben neler yapım neler. Yazılar yazdım bak (Duvarda ‘Dikkat! Şebeke suyudur’ yazıyor), topladım konuşmalar yaptım, ayet okudum, hadis okudum, ı ıhh fayda etmiyor. Bak görüyorsun doldurup doldurup gidiyorlar, başka bir dünyada onlar…”
2- Almanya’da “Türkler’de din” üzerine gurbetçi çocukları üzerine bir araştırma yapılmış. “En son neyinizden vazgeçmezsiniz?” diye sorulmuş. Sonuç çok ilginç: İçki içebileceklerini, kumar oynayabileceklerini, bara, diskoya gidebileceklerini, çapkınlık, hovardalık edebileceklerini, Alman biri ile evlenebileceklerini, Hristıyan olabileceklerini, hatta Türklükten çıkıp Alman bile olabilecekleri söylemişler ama bir şey var ki asla: domuz eti yemeyiz!
***
“Eşarbını, saçından bir tutam kakülü göstererek ve “çene altından” bağlayan İlkokul mezunu veya terk yüzlerce kadın…”
Nazım Hikmet’in tarifiyle:
“başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
korkunç ve mübarek elleri
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız…”
“İçki içeriz, bara, diskoya gideriz, din bile değiştiririz ama domuz eti asla” diyen o çocukları yetiştirenler de onlar… Feleğin binbir çemberinden geçmiş bir bilmişlikle “Türk erkeğinin atına (arabasına), silahına, içkisine, kumarına ve çapkınlığına ses etmeyeceksin, bileceksin fakat bilmemezlikten geleceksin” diyen, “mutlu yuva” çözümünü böyle bulan o “bilge” (!) kadınlarımız…
Şeyhler, hurafeci hocalar, cinci mollalar, seydalar, muskacılar, üfürükçüler, şifreciler hep bunlardan güç alıyor, bunlar sayesinde meşhur oluyor…
Çünkü toplumumuzun en “savunmasız” kesimi bunlar ve gayet donanımsızlar. Sulu bir göz, uzaklara bakan bir eda ve genizden gelen “mistik bir telkin” ile hemen etki altına girebilecek durumdalar.
Kimse boşuna efelenmesin; diniyle, devletiyle “Derin Türkiye’nin” arkasında bu kadınlar var. Öyle ya her başarılı (!) din-u mubin hizmetinin arkasında bir kadın(lar) vardır!
Bunlar Türkiye’deki “derin din”in taşıyıcıları, yıkılmaz kaleleri…
***
Türkçe’de “derin” has mı has eski Türkçe sözcüklerden. Farsça’dan mı Türkçe’ye geçmiş, Türkçe’den mi Farsça’ya geçmiş tam belli değil. Eski Türkçe’de (11. yy) “terin” şeklinde geçiyor.
“Ter” Farsça’daki “der” ile aynı anlamda; -de, iç, içinde, içeri manası veren bir edat. Ender şeklinde de söyleniyor. Avesta dilinde (eski Farsça) a(n)ter, Hind-Avrupa dil kökünde ise en-ter olarak okunuyormuş. İngilizce’deki iç, içeri, giriş anlamına gelen “enter” de bu kökten.
Demek ki her şeyin bir içi, içerisi; -desi, teri, enteri var. İngilizce bir sitede “enter”i tıkladığınızda nasıl içe, içeriye, daha derine giriyorsanız, görünen devletin veya görünen dinin derinine de böyle girebilirsiniz. Görünenle yetinmemelisiniz.
Yunus’un dediği gibi insan bile böyledir; “Bir Ben var Ben’den içeru…”
Demek ki bir de din var dinden içeru…
“Enter” yapıp girelim bakalım neymiş bu dinden içeru din; derin din…
***
Turan illerinde (Türk kavimlerinde) ikibin yıldır değişmeyen bir Tanrı ve din anlayışı var. Öyleki sonraki dinler sadece bir görüngü değişimi oluyor. Yeni kabul edilen din ikibin yıldır değişmeyen ve dipten akan “derin dinin” kalıbına dökülüyor, yeniden biçim (form) alıyor. Bu manada “Türkler iman etmez din değiştirir” sözü ipucu olabilir.
Hemen anlaşılabileceği gibi bu derin din Şamanizmdir.
Şöyle ki: 1- Türkler ikibin yıldır Mavi Göğün Tanrısı’na (Uluğ Tengri) iman ederler. 2- Şaman (aracı, ruhlarla ilişki kuran, cinci) olmadan yapamazlar. 3- Atalar kültü (mezar, türbe, yatır, kutsal yer, gün ve geceler) esastır. 4- Kurban (ritüeller) dinin direğidir ve 5- Domuz lanetli hayvandır.
İşte “derin din” bu beş esas üzerinden akar ve iki bin yıldır hiç değişmez. Hangi din olursa olsun eğer Türklerin dini olmak istiyorsa bu kalıba girmek zorundadır. Aksi halde Turan illerinde yaşayamaz.
Bunlara daha da yakından bakalım (enter yapalım):
1- GÖK TANRI: Sibirya’dan Akdeniz’e kadar Avrasya coğrafyasının iki bin yıldır değişmeyen tanrısı “Mavi Gök” anlamına da gelen Kök Tengri’dir. Ne Hristiyanlık, ne Musevilik, ne Maniheizm, ne Budizm ne de Müslümanlık bu ismi değiştirememiştir. Bu coğrafyada din değiştiren halkların hangi dine girerse girsin Tengri (Tanrı) ismini değiştirmediklerini görüyoruz. Moğol ve Kalmuklarda Tengri, Buryatlarda Tengeri, Volga Tatarlarında Tengere, Beltirlerde Tengir ve günümüz Türkiye Türkçe’sinde de Tanrı olarak kullanılan bu sözcük tanrısal olanı ifade için kullanılıyor. Hatta Çinlilerde Tei, Tao, Sümerlerdeki Tingir (Dingir), Latin dillerindeki Teo/Dei (Teoloji/Deizm) de bu köktendir.
Türkler, Müslümanlıkla karşılaşınca acaba neden Tengriciliği bırakmadılar?
Turan illerinde Tengri adına yapılmış herhangi bir putun bulunamayışı da gösteriyor ki Türkler, Tengri’ye, her şeyi yaratan, ezeli ve ebedi gök tanrısı olarak inanıyorlardı. Kur’an’da Allah için “O Gökteki” tabiri kullanılır. (Mülk 16,17). Bu nedenle Tengri, Kur’an’ın Allah’ına yatkındır. Fakat sadece göğün değil yerin de, doğunun da, batının da, tüm alemlerin de rabbinin Allah olduğu vurgulanır.
Tengricilikte kozmik düzen yani dünyanın ve toplumun örgütlenmesi ve insanların yazgısı Uluğ Tengri’ye bağlıdır. O halde her hükümdarın ünvanını Gök’ten alması gerekir. Orhun yazıtlarında şu ifadeleri okuruz: “Babam Kağan’ı yükselten Tengri… İmparatorluğu veren Tengri, o Tengri beni de Kağan yaptı…” Çin modeline göre de kağan Göğün Oğlu’dur. Aynı inanç Moğol devrinde de vardır: “Ezeli ve ebedi Göğün yetkisi ve gücüyle Han oldu…” (Eliade, J.P. Roux).
Kur’an’da ise Tanrı oğlu inancı kökten reddedilir: “Allah birdir, bölünmez bir bütündür. Doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’na denk olamaz.” (Tevhid; 1-3). Böylece imparatorların (siyasi iktidarların, devletin) yetki ve meşruiyeti gökten yere indirilmiş ve halkın (en-Nâs) eline verilmiş oluyor.
Tengri’nin gücü ve tekliği, hükümdarın gücü ve tekliği ile sürdürülür. Kargaşa hüküm sürmeye, boylar dağılmaya, ortada imparotorluk diye bir şey kalmayınca Tengri bir “deus otiosus”a (boş, uzak, emekliye ayrılmış tanrıya) dönüşme, yerini ikincil gök tanrılarına bırakma veya paramparça olma eğilimine girer. Hükümdar kalmayınca gök tanrı da unutulur, halk tapımı güçlenir ve başat hale gelir… Moğollar her birinin kendi ismi ve belirli bir işlevi olan 99 tengri bilirdi. Tengri’nin pasifleşmesi ve parçalanmasını fırtına, bereket, yeraltı vs. başka tanrılarla özdeşleştirme izler. Örneğin Tunguzların Buga’sına tapınma yoktur; her şeyi bilir, ama insanların işine karışmaz, hatta kötülükleri bile cezalandırmaz. Yakutların Toyon’u göğün yedinci katında oturur, her şeyi yönetir, ama yalnızca iyilik yapar cezalandırması yoktur. Altayların Tengere’si yerini Bay Ülgen’e (Çok Büyük) bırakır ama sadece çok büyüktür o kadar, ona sadece at kurbanı (ritüel) sunulur.
Bu anlayış hala değişmiş değildir.
“Deus otiosus” Latincede ‘boş tanrı’, “uzak tanrı”, “emekliye ayrılmış, ununu elemiş eleğini asmış tanrı” demektir. Platon’un ‘Yasalar’ının onuncu kitabında inançsızlar üçe ayrılıyor: tanrıları tümden yadsıyanlar, tanrıların dünya işlerine sırt çevirdiğini ileri sürenler ve tanrılara rüşvet verilebileceğini düşünenler. İşte ‘deus otiosus’ bu ikincilerin inandığı tanrı: dünyayı yaratmış olsa da olmasa da dünya işlerine kendi karışmayan bir tanrı… Kimi eski dünya dinlerinde, eski Türkler ve Araplar’da ve aydınlanmacı deizmde olduğu kadar Aristo ve Epikouros gibi kimi eski Yunanlılarda da bu tanrı anlayışı vardır.
Kur’an ise şöyle der: “İlk yaratma ile yorulup emekliye mi ayrıldık? Hayır, boyuna yeniden yaratmaya (halk-ı cedid) bir türlü inanamayan kendileridir. Açın kulağınızı! İnsanı Biz yarattık, nefsinin ona ne fısıldadığını çok iyi biliriz. Biz insana şahdamarından (hablu’l-verid) daha yakınız.” (Kaf; 15-16).
Keza Kur’an’a göre Allah’ı uyku ve uyuklama tutmaz, Allah’ın güçleri (melekeleri) vardır, her an her yerde gücünü ve kudretini gösterir. Yüzünü her nereye dönsen oradadır. Tanrı tek bir tanedir, ondan başka tanrı veya yarı tanrı yoktur! Moğolların 99 tengri, Yunanlıların 12 yardımcı tanrı, İbranilerin 4 büyük tanrısal melek dediği aslında o tek bir Allah’ın isim, sıfat ve özelliklerinden (melekelerinden) başka bir şey değildir. İster Allah deyin ister Rahman (ister Tengri, ister Tao, ister Brahman, ister Zeus) tek bir tanrı vardır ve bütün güzel isimler (Esmaü’l-Hüsna) O’nundur.
Görüldüğü gibi derin dinde tanrı, hükümdar, güç, kudret, devlet ve imparatorlukla ilgili algılanıyor. Bunlar yoksa tanrı da unutuluyor, pasifleşiyor. Tengri insanların dünyasında belirli bir ırkta, güçte, kudrette, mülkte ve devlette tecelli ediyor, halkta; zayıfların, ezilenlerin, yoksulların arayışında, çeresizin umudunda, mazlumun acısında değil… Türklere dirlik, düzen, devlet ve kut veriyor, öteki milletlere değil…
Yani Turan’ın Tengri’si, Kur’an’ın Allah’ı gibi herkesin tanrısı (Alemlerin Rabbi) değil…
İbraniler ve eski Araplar de böyleydi. “İsteseydi Allah’ın doyuracağı kimseyi biz mi doyuracağız?” (Yasin; 47) derlerdi. Yani fakirin Allah’ı var madem, o doyursa ya, bize ne? Bize güç, kudret, mülk, devlet ve imparatorluk verecek tanrı lazım!
2- ŞAMANLIK: Gök Tengri pasifleşip bir deus otiosusa (emekliye ayrılmış tanrıya) dönüşünce… Yaratıcı olsa da eserleri (dünya ve insan) şeytani bir düşmanın kurnazca müdahelesiyle bozulunca… İnsan ruhu savunmasız kalınca… Cinlerin ve kötü ruhların yol açtığı haslıklar ve ölümler arttıkça… İnsan göğe ve yer altı katmanlarına giden karmaşık metafizik yolları bilemeyince derin dinde “Şamanlık” sahneye çıkar.
Şaman, kendiliğinden bir esinle, şamanlık mesleğini soyundan miras alarak veya kişisel bir kararla ya da kabilenin isteği ile şaman olur. Seçim yöntemi ne olursa olsun şamanın çifte eğitim almış olması gerekir: 1- Esrime (düşler, görüler, rüyalar, kendinden geçme halleri) 2- Yetiştirilme (şaman teknikleri, cin kovma, ruhların adları ve işlevleri, kabile mitolojisi, soy kütüğü, gizli dil vb.)
Mistik esinin belirtileri şunlardır: Şaman adayı tuhaf tavırlarıyla topluluktan ayrılır. Dalgınlaşır, yalnız kalmak ister, rüyalar görür, mistik görüleri vardır, uyurken şarkı söyler vs. Soydan geçen Şamanlıkta ise ata Şamanların ruhları aileden birisini seçer. O zaman bu kişi hayalcileşir, kehanet görüleri belirir, ruhlar alemine gider, orada mesleğin sırları, ruhların isimleri ve onlara tapınma biçimleri konusunda ata Şamanların eğitiminden geçer. Ruh bu yetişme (erginlenme) işlemi tamamlandıktan sonra yeniden bedenine döner. Artık kalplerden geçeni bilmekte ve aynı anda birkaç yerde birden olabilmektedir. Siz yeter ki “Medet ya Şaman!” deyin…
Şamanların özel giysileri (cübbeleri) vardır. Giysilerin üzerinde her birinin ayrı anlamı olan işaretler bulunur. Cinlere ve hastalıklara karşı olduğu kadar kara büyüyle savaşırlar. Şamanlar ölüme, hastalığa, kısırlığa, talihsizliğe ve karanlıklar dünyasına karşı hayatı, sağlığı, doğurganlığı ve ışık dünyasını savunurlar. Cinler ve kötülük güçleriyle kuşatılmış yabancı bir dünyada insanlara yalnız olmadıkları duygusunu yaşatırlar.
Dualar edilen ve kurbanlar sunulan Tengri “uzakta, çok uzaklarda” kalınca şaman imdada yetişir. Göğe Tengri’nin katına çıkar, yeraltına inip cinlerle ve kötü ruhlarla savaşır. “Harikalar diyarında” dolaşır. Mucizeler ve kerametler izhar eder. Böylece her şeyin mümkün göründüğü, ölülerin hayata döndüğü, yaşayanların ölüp yeniden dirildiği, doğaüstü özgürlüğün kurgusal biçimde yansıtıldığı bir dünyanın perdesi aralanır. Şamancıl mucizeler “derin dinin” yapılarını güçlendirmekle kalmaz, imgelem gücünü de harekete geçirip besler, düşle somut gerçeklik arasındaki sınırları kaldırıp, tanrıların, ölülerin ve ruhların yaşadığı dünyalara pencereler açar.
Böylece din gerçek hayat mecralarında akan, gücünü yerlerin ve göklerin melekûtunda yani apaçık “kainat kitabında” gösteren/göstermekte olan “Allah” kaybolur, ölülerin, ruhların, cinlerin, ifritlerin, büyülerin, tılsımların, afsunların “Şamanı” gelir…
Yukarıdaki şaman özelliklerini iyi okuyun. Derin dinin, İslam’ın peygamberlerini de böyle algıladığını görüyoruz. Resullerin şaman formatına sokulduğu apaçık ortada… Etrafınıza bakın derin dinin görüngüleriyle karşılacaksınız. Şaman kılığında ve davranışlarında dinsel tipler göreceksiniz. O zaman derin din ile ne anlatmak istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Bu tipler iki bin yıldır değişmeyen bu muhayyileden besleniyor. Yurdum insanı, “Uluğ Tengri”yi “uzakta, çok uzaklarda” algılayınca her mahallesine mantar gibi şaman üşüşüyor…
Onları besliyor, büyütüyor, palazlandırıyor. Eğer bu uzak tanrı algılaması olmasa şamanlar neden üşüşsün? Eğer Allah’ı şahdamarından daha yakın görse, enfusî (kendinde varolan) ve afâkî (çevrede, doğada) varolan apaçık ayetlerden bilgi, güç ve enerji devşirebilse Şamanlara ne gerek kalacak?
Demek ki şamancıl muhayyileyi, esasen o caminin içindeki havuzdan kabına su dolduran, söylenenlere hiç kulak asmayan, sanki başka ve küçük bir dünyadan gelmiş gibi ve “sofradaki yeri öküzümüzden sonra gelen” kadınlarımız ve onların kucağında yetişen nesiller sürdürüyor. Derin din onlar üzerinden gelecek nesillere aktarılıyor ve her dönemde yaşıyor…
3- ATALAR KÜLTÜ: Tengri “uzakta, çok uzaklarda” olunca şaman sahneye çıkar madem. O zaman şaman ölünce ne olur? Veya kötülükleri savmaya, ölüme, hastalıklara, kısırlığı gidermeye çare olamazsa ne yaparız? Ölmüş şamanları ve ata ruhlarını imdada çağırırız! Onlar nerede? Mezarlarda, türbelerde, yatırlarda… O halde türbelere, yatırlara hücum!
Macarca’da “İsten” tanrı demek. Nereden geliyor bu? Göktürk Devleti’nin kurucusu “İstemi Han” (öl. 756)’dan. Çünkü “derin din” de ölen hükümdar tanrı olur… Hükümdar ölünce Han, Kağan, Ata adıyla tanrılaşır.
Atalara tapınç çok eski bir kültür. Eski dünya dinlerinde çok görülen bir şey. Gücünü Allah’ın “yaşayan ayetlerinden”; insandan, hayattan ve doğadan çıkaramayan biçare kitleler şamanlara ve atalara sığınır, onlardan medet umarlar. Hükümdarları, kralları, büyük zatları ölünce tanrılaştırırlar. Öldüğüne inanamazlar. Ölse bile bir gün geri gelecek diye beklerler. Onları kaybetseler bile anılarıyla yaşarlar. Kutsal yer, gün ve geceler de buradan gelir. Çünkü onlar türbe ve yatırlarda yatmakta fakat anıları kutsal yer, gün ve gecelerde yaşamaktadır…
Aşağıda, Türkiye’de “derin din”in Müslüman, Hristıyan, Yahudi, Ermeni, Rum, Süryani, Yezidi, Alevi, Türk, Kürt vb. farklı kökenlere mensup dinî görünümleri nasıl aynı potaya soktuğuna, aynı biçimi nasıl verdiğine ve kendine nasıl benzettiğine dair 10 örnek göreceksiniz. Bunların hepsinde mantık aynıdır: Atalar kültü… Ölen kahraman (kral, peygamber, aziz, azize) yüceltisi, onun anılarıyla yaşama (kutsal yer, gün ve geceler) ve kimlik oluşturucu ve topluluğu (cemaati) ayakta tutucu “ritüel” olarak bunlara sarılma… Dikkatle bakarsanız bunları aslında sosyoloji üretmiş, saf din değil. Sonra sosyolojik ihtiyaç dini bir kisveye bürünmüş …
Ayias Theklas: Rumlar, Ayias Theklas adlı azizeyi andıkları bu bayramda, Büyükada Aya Yorgi (Ayios Yeoryios) tepesindeki manastıra çıkar, mucizesine inanılan Ayia Thekla ikonasını ziyaret ederler. Manastıra yalınayak çıkılır ve bir mum yakılarak ya da kandile yağ ekleyerek adak adanır.
Cemaat Bayramı: Yezidilerin (Ezidiler) en önemli bayramı… 7 gün sürer. Yezidilerin piri Şeyh Adi’nin bir araya getirdiği ilk cemaatin anısını tazelemek için kutlanır. Eskiden 23-30 Eylül arası kutlanan bayram, 20. yüzyılda 6-13 Ekim’e alındı. Tören, Şeyh Adi’nin türbesinin bulunduğu kutsal topraklarda yapılır. Törene, her aşireti temsilen bir kişi katılır.
Hızır Orucu: Daraldığı zamanlarında insanların imdadına yetiştiğine inanılan Hızır anısına tutulur. 13 Şubat’ta başlar, üç gün sürer. İnanışa göre Nuh Peygamberin gemisi fırtınaya tutulduğunda, gemidekiler “Yetiş ya Hızır (şaman) bizi kurtar” der. Tanrı dualarını kabul eder ve fırtına diner, işte o zaman Tanrı’ya üç gün oruç adanır. Aleviler arasında yaygın olan bu orucun bitiminde kömbe ve benzeri yemekler pişirilir, eşe dosta lokma dağıtılır… Alevi inancına göre Hızır ve Ilyas, Ab-ı Hayat’ı (ölümsüzlük suyu) aramaya çıkar ve bu suyun kaynağını bulup içerler. Böylelikle ölümsüzleşen Hızır karada, İlyas ise denizde yardıma muhtaç olanların imdadına yetişir. Kürtler, 6 Mayısta birbirine kavuşan Hızır (Hıdır) ve Ilyas’ın gizemli gücünden yararlanabilmek için çeşitli kutlamalar yaparlar. Baharın da müjdecisi olan Hıdrellez’de, parasının çoğalmasını isteyen gümüş bir parayı keseye koyup gül ağacının dalına asar, ev sahibi olmak isteyen çer-çöpten ev yapar, sağlık isteyen ise kırlarda yuvarlanır.
Mevlit Kandili: Mevlid, doğmak, doğum yeri ve günü anlamlarını birlikte içerir. Mevlid Kandili, Milâdi 571 yılında Rebiû’l Evvel ayının 12. gecesi dünyaya gelen Hz. Muhammed’in doğum yıldönümü olarak kutlanır. Türk İslam kültüründe bugün camilerde Mevlit okunur ve Hz. Muhammet’in ruhuna hatim indirilir.
Miraç Kandili: Hz. Muhammed’in, bir gece Mescid-i Aksâ’dan Allah’ın dilediği yüksekliklere çıkarılmasıdır. Bu gecede Cebrail , Hz. Muhammed’i Mescidi Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya götürmüş. İslam Peygamberi burada Burak’a binerek Arş’a çıkmıştır. Allah, ona ve ümmetine beş vakit namazı bu gecede farz kılmış, Bakara Suresi’nin son ayetlerini indirmiş, cennet ve cehennemi göstermiş, cemaliyle müşerref kılmıştır.
Nevruz: (Newroz) Güneşin Koç burcuna girdiği gün. Türkler bu günü Ergenekon Efsanesi’ne dayandırarak, Asena adlı bir boz kurdun rehberliğinde demir dağın eritilmesiyle Türk boylarının Ergenekon Vadisinden kurtulduğu gün olarak şenliklerle anarlar. Bu günün demir dağın eritilmesine telmih olarak özelikle bir Ahilik geleneği olarak demir dövülür… Ancak Kürt inanışında bugün Demirci Kawa’nın zalim Dahhak’ı öldürerek halkı zulümden kurtardığı gündür. Bu efsaneye göre Dahhak, yakalandığı amansız hastalıktan kurtulmak için büyücü hekimlerin tavsiyesi ile her gün genç bir insan öldürerek beyinlerini ilaç niyetine yemekteydi. Demirci Kawa, oğlunun öldürülmek istenmesi üzerine isyan ederek halkı da arkasına alarak Dahhak’ı öldürür… Kürtlerde bu olayı temsilen Türkler gibi örs ve çekiçlerle demir döverler.
Paskalya: Büyük Perhiz’den sonra gelir. Paskalya haftası, İsa’nın çarmıha gerilişi ve ölümü haftasıdır. Rumlar, kendi inançlarına göre İsa Mesih’in çarmıhta can verdiği gün olduğuna inanılan Cuma günü perhiz tutar, et ve hayvansal gıda yemezler. Cumartesi gecesine dek yas tutulur. Cumartesi gecesi cemaat kiliseleri doldurur ve tam saat 24.00’te herkes bir mum yakarak, İsa Mesih’in temsili dirilişini kutlamaya başlar. Gece yarısından sonra eve dönüldüğünde kırmızı yumurta tokuşturulur. Paskalya Pazar günüdür. Öğle yemeği için zengin bir sofra kurulur. Saç örgüsü biçiminde yapılan Paskalya çöreği ise günün vazgeçilmez yiyeceğidir.
Hampartsum: Tüm kiliselerle birlikte Ermeniler de Surp Zadik’in 40. gününde İsa’nın göğe alınışını, Hampartsum Yortusu adıyla kutlar. Aynı zamanda bu adı taşıyanların isim günüdür. Hıristiyanlık öncesinde, bir tür bahar karşılaması olarak kutlanır ve Vicag (niyet) adını taşırdı. O tarihlerde, Vicag gününde gençler yaylalara çıkıp eğlenirler, kendi aralarında niyet çekerek bahtlarını öğrenirlerdi. Ermenilerin büyük bir bölümü, bugünde Hampartsum sofrasından marulu eksik etmez.
Purim: Musevilerin, bazı ülkelerde festival boyutları kazanan bu bayramından bir gün önce, özellikle Ester ismini taşıyanlar oruç tutar. Mordehay’ın yeğeni Ester, Kral Ahaşveroş tarafından beğenilerek kraliçe ilan edilir. Kralın veziri Aman, önünde diz çökmeyi reddeden Yahudi kavmini imha etmek için kralı ikna etmeye çalışır. Kraliçe Ester, bu durumu önlemek için kavminin üç gün boyunca oruç tutmasını ister. Kendisi de oruç tuttuktan sonra kralın huzuruna çıkarak Yahudilerin öldürülmesini engeller. Böylece Adar ayının 14. günü bayram ilan edilir.
Şahro Dmor Gabriyel: Süryani Kilisesi’nin azizlerinden Gabriyel, 634.-668 yılları arasında Mardin-Midyat yöresinde, Turabdin’de yaşadı. Geleneksel olarak Turabdin bölgesinde birçok azize Şahro kutlamaları yapılır. Bu azizlerin en önemlilerinden olan Aziz Gabriyel Gününde cemaat tüm çevre köylerden gelir, o gece manastırda kalır ve sabaha kadar azizin mezarı başında dua eder…
***
Bütün bunlar “Atalar kültü”nün (Kült: tapma, tapınma, ayin) derin dindeki yansımalarıdır.
Kur’an’da ise onca peygamberden bahsedilmesine rağmen onlarla ilgili hiçbir gün ve gece yoktur. Kur’an atalar kültüne düpedüz saldırır. Gerçek hayat dininin (dinu’l-gayyime) yayılması önündeki en büyük engellerden birisi olarak görür. Olumlu olarak kullandığı bir iki yerde ise onlardan kalan anıları ritülleştirerek kutsamayı değil; onların “yaptığı iyi şeyleri yapmayı” öğütler. Sürekli olarak geçmişe değil; şimdiye, ölüye değil; yaşayana, olmuşa değil; olmakta olana vurgu yapar. Keza İslam’da ritüel (nusuk) diğer dinlere nazaran iyice azaltılmış olup bambaşka bir amaç içindir. (bkz. ‘Din ve ibadet anlayışımız 1-2’ başlıklı makaleler).
İnsanlar geçmişten uzaklaştıkça ataları yüceltirler. Dikkat edin, hurafe uzak geçmişe gittikçe artar, yakına geldikçe azalır. Yaşanan ana gelince ise tümden yokolur. Çünkü yaşanan anda kimse bir şey uyduramaz. Olanca görünürlüğü ve test edilebilirliği ile apaçık ortada ve yaşanmaktadır. Kur’an’ın apaçık ortada olan (ayet) dediği şey işte budur.
Bu nedenle kör ölür badem gözlü olur. Bir büyüğün (kralın, peygamberin, azizin) hakkında hurafe uydurulması için ölmesi beklenir. Aşırılaştırmalar (övme veya yerme) sağlığından ziyade ölünce başlar. Çünkü ölünce nasıl olsa kendisi yoktur, cevap verecek durumda değildir. Sağlığında karşısına çıkamayanlar ölmesini beklerler ki hakkında atıp tutsunlar. Gayet kalleşçe olan bu yöntem yüz yıllardır sürüp gidiyor. Acaba neden?
Zayıf, bilgisiz ve biçare insanlar apaçık ortada olan (ayet) ve görünenden (şuhud) ziyade, görünmeyen (cinn), test edilemeyen (ğayb) güçlere yönelirler ve dertlerine çareyi onlardan beklerler. Çünkü bu gayet tembel ve kolaycı bir yöntemdir. Hastalığın nedenini, kısırlığın sebebini vs. araştırmaya, öğrenmeye gerek yoktur, bu gayet uzun ve zor bir yoldur. Bunun yerine caminin içinde Hızır’ın getirdiği mistik sudan doldurup içersiniz ve hiç bir şeyciğiniz kalmaz (!). Veya bir şamana gidersiniz o sizi tılsımla, afsunla iyileştirir.
Görülüyor ki bu zihin görünene değil; görünmeyene, yaşayana değil; ölene, bugüne değil; geçmişe, apaçık ortada olana değil; gizli olana, test edilebilene değil; test edilemeyene yönelmekte ve derdine devayı orada aramaktadır. Halbuki derdine deva görünende, yaşayanda, bugünde, test edilebilende, apaçık ortada olandadır. Allah bütün maddi ve manevi dertlere devayı (hikmeti) etrafımıza saçmıştır ve adeta gözümüzün içine içine sokmaktadır. Fakat sağır, kör ve dilsiz olunca bunları göremez insanoğlu. Sürünün çobanın sesini böğürtü olarak anlaması gibi doğadan gelen sesi (Allah’ın sesini) hışırtı, gürültü, zırıltı, patırtı zanneder. Daha özel, daha gizemli şeylerden medet umar. Bu nedenle yaşayanla ve görünenle tatmin olmaz, hep ölmüşe, görünmeyene yönelir.
Eski dünya dinleri ile gerçek hayat dini arasındaki farkı sanırım anlıyorsunuz. Bu farkı anlamadıkça İslam’ı zamanın ruhuna taşıyamayız, asrın idrakine söyletemeyiz. İnandığımız ve yaşadığımız aslında bir eski dünya dinidir fakat İslam olduğumuzu zanneder dururuz. Aslında “derin din”dir zihinlerimizi oluşturan, onu dönüştürmek için gelmiş gerçek hayat dini değil…
***
Bakınız, gerçek hayat dininde (Kur’an’da) Adem geçtiği yerde sen ben o bütün insanlar, Nuh geçtiği yerde bütün kurtuluş arayanlar, Yusuf geçtiği yerde bütün hayatta dibe vuranlar, sırtından çekilenler, İbrahim geçtiği yerde bütün soru soranlar, vicdanı uyananlar, çağının putlarından şüphe duyanlar, Ashab-ı Kehf geçtiği yerde bütün (tarih, gelenek, ırk, din, mezhep, cemaat) mağaralarında uyuyanlar, Zülkarneyn geçtiği yerde bütün krallar, otoriteler, devletler, hükmetme makamında olanlar, Musa geçtiği yerde bütün büyüleri bozmak için ayaklananlar, İsa geçtiği yerde bütün tapınak dinlerine başkaldıranlar, Muhammed geçtiği yerde bütün öksüzler, garipler, dünyaya adalet, alemlere sevgi ve merhamet getirmek isteyenler anlatılıyordur. Hangi isim geçiyorsa geçsin onun yerine kendimizi koyalım bizi, seni beni onu anlatıyordur.
Hepsi bugünü anlatır, bugünü!
Kadir gecesi bitmemiştir. Her kim Kur’an’ı anlaya anlaya okur ve yaşamaya başlarsa ona ruh iniyor demektir. Kur’an’ı okumaya, anlamaya ve yaşamaya başladığın gün/gece senin Kadir gecendir. Çünkü Kur’an’a göre vahiy ruhtur; ölmüş kalpleri diriltir, canlandırır, yaşam verir. Tâ selamete erinceye (kurtuluşa), sabaha kavuşuncaya (aydınlanıncaya) kadar kalplere iner de iner…
Ramazan bayramının asıl adı “Iydu’l-fıtr”dır. Yani fıtr sadakası verme, ötekini düşünme, paylaşma, bölüşme, kaynaşma, sevgi ve merhamet yumağı olma bayramı…
Kurban bayramının asıl adı “Iydu’l-edha”dır. Yani fedakarlık, canından geçme, canını cananına feda etme, fütuvvet (diğergamlık, cömertlik), kalenderilik (gösterişten kaçma, sadelik), ahilik/uhuvvet (kardeşlik) bayramı…[ki gerçek ‘derin dinin’ ahlaki kökleri buradadır. Bu da ayrı bir yazının konusu]…
Demek ki edha bayramı (derin din kurban diyor) büyük hac mevsiminde Allah’ın evi etrafında beyaz kefenlere bürünerek ve dünyanın dört bir köşesinden bulundukları yerden onlara katılanlarla birlikte yaşanır. Kaynaşılır, yakınlaşılır, yekvucut (tevhid) olunur, sen-ben ortadan kalkar, biz gelir. Yoksa Yeşaya’nın çığlığında geçtiği gibi (bkz. Yeşaya’nın çığlığı başlıklı makele) koyun, yün, deri, teke, et, bağırsak ve dana bayramı değildir!
Görüldüğü gibi gerçek hayat dininde zaten sadece bir tane olan gece (Kadir gecesi) kimlik ayırıcı ve topluluk oluşturucu bir ritüeller gecesi değildir. Kişinin selamete ermesi (kurtuluşa ermesi) ve sabaha ermesi (aydınlanmaya başlaması) ile ilgili bir durumdur. Yılda bir gün toplanmaya, ritüeller icra etmeye gerek yoktur. Ne peygamberimiz ne de sahabe böyle bir tören yapmamıştır. Sonradan “Nebiye atf ile binlerce herze uydurularak kurulan yeni (derin) dinin” ritüellerinden birisi haline gelmiştir. Çünkü derin din kutsal günsüz ve gecesiz yapamaz. O günün/gecenin yılın hangi gününde olduğu senin vicdanî yönelişine, Kur’an’ın bir ruh (yaşam, can, hayat) olarak kalbine inmeye başlamasına bağlıdır. Bu manada herkesin Kadir gecesi herhangi bir günde/gecede olabilir.
Keza gerçek hayat dininde bayramlar (fıtr, edha) da bir kişiyi (atayı) anmakla ilgili değildir. Bir tören ve ritüel icrası hiç değildir. Tamamen kalplerin kaynaşması, hayatın paylaşılması, bölüşülmesi, benliğin ortadan kaldırılması ve biz (bir/bütün) olma ile ilgidir. Dinler dünyasında bayramı böyle vazeden bir din görülmemiştir. İslam’ın reformcu niteliği daha bir anlaşılıyor olmalı. Siz siz olun dininizin kıymetini bilin ve bu gülü yapma çiçek demetine katmayın!
Derin dinin Gök Tanrı, Şamanlık ve Atalar kült’ünden (türbe, yatır, kutsal gün ve geceler) sonra son iki rüknü de Kurban ve Domuz’un lanetli olması ile ilgilidir. İlk üçünü ele aldık, son ikisi yazı çok uzuyor ikinci bölüme kalsın…

2. BÖLÜM

4- KURBAN: Türkiye’de “halkın en yüksek dini davranış ve görünümleri” üzerine yapılan araştırmalarda birinci sırada “domuz eti yememek” (% 98), ikinci sırada da ise “kurban kesmek” (% 95) geliyormuş…
Namaz, oruç, hac, son sıralarda…
İçki önemli değil, zekatın adı, faizin (yasağının) esamesi yok.
Hak, hukuk, adalet, dürüstlük, emek, işçinin hakkını vermek, aldatmamak, yalan (söylememek) vb. ise “dini davranış ve görünüm” olarak görülmediğinden tümden liste dışı…
Acaba neden?
Çünkü “derin din” kurban kesmeyi ve domuzun lanetli hayvan oluşunu dinî “ritüel” sayıyor. Tabi sonradan kabul edilen din (İslam) sebebiyle değil; eskiden beri varolan “derin din” sebebiyle. Gülhane Parkı’nda ceviz ağacı olduğundan, ne o bunun farkında ne de polis farkında (!).
Derin din, sadece “ritüeli” dini davranış ve görünüm sayıyor. Soruyu soran da, soruya muhatap olan da, cevapları okuyanlar da böyle düşünüyor. Laiki, demokratı, solcusu, sağcısı hatta ve hatta İslamcısı dahi böyle…
Hepsi de aynı potaya nasıl da girmiş!
Malum “derin din” derken, hali hazırdaki dini davranış ve görünümlerin, Anadolu’da eski Hititlerden Harran dinlerine, Lidyalılardan en son İslam’a kadar bir dizi dışsal görüngünün, kadim olan (Gök Tengricilik/Şamanlık) potasında içselleşmiş, yeniden biçimlenmiş (con-form) halini kastediyoruz. Burada ana çerçeveyi çizen, belirleyen daima Gök Tengricilik/Şamanlık olmaktadır. İsimlerin değişmesinin, motiflerin başka başka şekle girmesinin pek önemi bulunmuyor.
***
Neydi, Uluğ Tengri “uzakta, çok uzaklarda” olunca şaman imdada yetişiyordu. Ancak şamana rağmen kötü ruhlar ölüme, hastalığı, kısırlığa vs. yol açmaya devam etmekteydi. Şamanlar da derde deva olmayınca ata ruhları çağırılmaktaydı ve anıt-mezarlara, yatırlara, türbelere hücum edilmekteydi…
Peki bu da çözüm olmuyorsa?
Bu durumda kötücül ruhları yatıştırmak için kolay ve en etkili yöntem; kurban!
Bir kaza atlattın kurban… İşyeri açtın kurban… Yangından kurtuldun kurban… Siyasi parti lideri karşıladın kurban… Merdivenden düştün kurban… Gelin gittin kurban, damat oldun kurban… Bayram oldu kurban, seyran oldu kurban…
Kurban ha kurban…
Kurban kanı günahları affettirir ve belaları savarmış!
Kan akmayınca yatışmıyor demek tanrıların gazabı.
“Kan kan kan!” diyen bir Tanrı ha!
***
Tengricilikte kurban genellikle açık arazide ve bir şamanın öncülüğünde kesilir. Açık arazide (dağ, su kenarı, ağaçlık vs.) kurban kesmek, kurbanın kendisi kadar önemlidir. Çünkü doğada var olan ruhların mekanı dağ, su kenarları, ağaçlıklar, kırlardır…
Türkiye’de İslam’ın ıyd’ul-edha’sını (fedakarlık, kaynaşma, yakınlaşma bayramı) ile bütünleştirerek, onu açık arazide ve yaygın bir şekilde icra edilen “kurban bayramına” dönüştüren işte bu derin bilinçaltıdır. Bu nedenle AB etkisiyle kurbanların açık arazide kesilmesine karşı çıkmak hatta ondan utanmak boşuna görünüyor. Derin din bunu da geçiştirip kendine benzetecektir. Her yıl kurban bayramında trafiği felç eden “ipini koparan kızgın dana” görüntüleri hiçbir zaman yok olmayacaktır. Sanki dana dahi “derin dinden” yana tavır alarak kurban olmak için açık arazi aramaktadır!
Şamanlıkta törenler genel olarak ikiye ayrılır ; belirli günlerde yapılanlar veya önceden belirlenmemiş törenler. Bu törenlerde, çeşitli halkların inanç, gelenek ve göreneklerine göre farklılıklar olmakla birlikte mutlaka kurban adeti vardır. Kutsal sayılan bir yere, bir değere bir şey sunmak, eşya adamak, şamanın davuluna, çeşitli maddelerden yapılan tanrı tasvirlerine (töz, ongon, tangara, eren ) yemek sunma, ateşe içki dökme ya da atma kansız kurbandır. Kansız kurbanların bir başka biçimi de ruhlara adanıp kırlara salıverilen hayvanlardır.
Şamanlıkta kurbansız tören de, törensiz kurban da yoktur!
Kötücül ruhlar sunulan kurbanlara rağmen hala ölümlere neden oluyorsa bu sefer yeni doğan çocuklara, öncekiler gibi olmaması için Yaşar, Durmuş, Duran, Satılmış gibi isimler konulur. Müslüman olan Oğuzlar, Dede Korkut öykülerinden anlaşıldığına göre Şaman geleneklerini korumuşlardı. Matem töreninde ölünün bindiği atın kuyruğunu keserek kurban etmek, ağacı kutlu saymak, türbelere adak adamak, dilek ağaçlarına çaput (bez parçası) bağlanmak Türkiye’de namaz kılmaktan, oruç tutmaktan daha yaygın ve kuvvetli ritüellerdir.
Derin dinde “ritüel” esasında kurban etrafında dönmektedir. Dini, diriler için ve gerçek hayat mecralarında yaşanan bir hayat tarzı olarak anlamayan Şamanizm, ölülere, ruhlara, atalara ve görünmeyen varlıklara (cinn) yönelmekte ve dini bunlarla ilgili kavramaktadır.
Dikkat edilirse Türkiye’de din denilince akla gelen bir takım ritüellerdir. Yani önceden belirlenmiş, yeri, zamanı ve mekanı olan tekrarlanan hareketler… Baş ritüel kurbanın yanına İslam’ın ritülleri de (nusuk) konarak din diye buna denmektedir: kurban, namaz, ezan, oruç, hac, cenaze, kandil, mevlit, ölü yıkama, talkın verme…
Dikkat ederseniz Türkiye’de Diyanet’in görevi tamamen bunları yapmakla ilgilidir. İHL’lerin amacı bunları icra edecek meslek erbabı yetiştirmektir. Çünkü derin dine göre “din” bunlardan başka bir şey değildir. Eski Hunlar’da, Göktürkler’de, Hititler’de, eski Harran’da, Lidyalılar’da, Osmanlılar’da dine, din adamına, tapınağa, ölü gömme işlemlerine (cenaze) ve kurbana biçilen rol neyse, bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde de hemen hemen aynı…
***
Kurbana gelelim…
Antropolojik açıdan baktığımızda, insanlıkta kurban adetinin, insanoğlunun en temel kaygısı olan “yaşam savaşı” ve “can derdi” ile ilgili olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Kurbanın Sümerlerden Kızıldirililere, Çinlilerden Avrupa halklarına, Hind’den Afrika’ya en kadim bir dini ritüel olmasının en mantıklı açıklaması bu olsa gerektir.
Şöyle ki: Çok eski zamanlarda “insan kurbanı” adeti vardı. Çoğu eski çağ dinlerinde insanların birbirini kurban etmesi, kesmesi, boğazlaması adeti hüküm sürmekteydi. İnsanlık tarihi açısından son derece trajik olan bu durumu aşmak öyle kolayına olmamıştır. İnsanlığın hafızasında derin izler bırakan bu trajik hal “hayvan totemi” dönemine geçişle aşılmıştır. Yani insan toplumları bir önceki dönemde yaşadıkları acıların nedenini, bir sonraki sıçrama döneminde sembolleştirerek kendileri için zararsız hale getirmişler. Örneğin “koyunu” veya “ineği” totem hayvan olarak gören bir topluluk, kendi yerine koyunu veya ineği kurban olarak sununca bu hayvanlar totem halini almıştır. Kendini bu hayvanlarla özleştirerek canını kurtarmış, canını kurtardığı için de söz konusu hayvanı totemleştirmiştir. Hayvan kurbanının olduğu yerde bilin ki daha önceki dönemde insan kurbanı vardır.
Geçmiş çağlarda bir çok topluluğun kurt, aslan, balık, boğa, koyun, kartal gibi hayvan isimleriyle anılması boşuna değildir. Hatta bitki totemi döneminde mercimek, fasulye, bakla gibi tahıl bitkileriyle anılan topluluklar bile var. (Buna az sonraki domuz maddesinde daha geniş değineceğiz).
***
Kanımca ilahi irade kurban rüyası vesilesi ile “İbrahim çağında” insan kurbanı adetini kökten kaldırmış, “Muhammed çağında” ise dindeki yerini ‘yok hükmünde’ sayacak denli en aza indirerek dini ritüller dünyasından çıkarmak istemiştir. Kur’an’da kurbanın sadece “hac ayetlerinin geçtiği yerde” ve “olmakta olanı tasvir” sadedinde geçiyor olmasından bunu çıkarıyoruz. Üstelik olmakta olanın (Kabe’ye hedy) eti ve kanı Allah’a ulaşacak da değildir.
Kur’an’da kurban doğrudan ve herkese emredilmiş bir farz değildir. Araplara ait bir hac ritüeli olarak geçmektedir. Yani hacca gidenlerle ilgilidir. Hacca gitmeyenlerin kesmesine bile gerek yoktur. Hacca gidenler dahi kurban kesmese ‘hacları kabul olmaz’ diye bir şey söz konusu değildir.
Kur’an’ın Tanrısı “Neden bana kurban kesmediniz?” diye sormaz!
Kevser suresinde geçen ayette “Rabb’ine yönel (salat et) ve güçlüklere göğüs ger (nahr yap)” denmektedir. Buradaki salat bildiğimiz anlamda namaz, nahr da bildiğimiz anlamda kurban değildir. Nitekim bir çok müfessir bu görüştedir (Razi, Kurtubi, İbn Kesir). Bildiğimiz anlamda namaz daha çok es-salât veya eqimu’s-salât geçen yerlerdedir.
Yahudilerin, peygamberimizi kabul etmeme gerekçelerinden birisi de kurbanı (yakmalık sunu) emretmemiş olmasıydı. Bu durum Kur’an’da şöyle anlatılır: “Allah bize, yakılarak sunulan bir kurban getirmedikçe peygamberlik yapanı reddetmemizi emretti” diyenlere söyle: “Size benden önce de bir takım peygamberler söze dayalı apaçık delilleri ve o dediğinizi getirmişti. Şu halde eğer doğru söylüyorsanız onları niçin öldürdünüz?” (Al-i İmran; 183)
Yani yakmalık kurban sunuları, Yahudilere göre Musa’nın şeriatındandı. Peygamberlik iddiasında bulunan birisi bunu emretmeliydi. Muhammed böyle bir şey söylemediği için peygamberlik iddiası geçersiz sayılmalıydı. (Razi, Kurtubi, İbn Kesir).
Keza Adem’in iki oğlu (Habil-Kabil diye bilinir) kıssasında Kur’an “Allah’a yakınlaşmanın” şartını açıklar. Kin, ihtiras ve katillik insanı Allah’tan uzaklaştırır, böylesinin yakınlaşma isteği kabul edilmez. Bunlardan sakınanın (takva sahibi olan) yakınlaşması ise kabul edilir. (Maide; 27-31)
Adem’in iki oğlu kıssasında Allah’a kurban sunma, yakın olmak için yaklaşmaya çalışmak demektir. Çünkü “qurban” kelimesi Kur’an’da Yahudiler anlatılarken “yakmalık sunu” (Eski Harran veya Mecusilikte kurban ateşte yakılarak olurdu, Yahudiliğe oradan geçmiş) dedikleri şeyi anlatmak için kullanılan tek yer hariç hep “yakınlaşma, yakınlık” anlamında kullanılmıştır. Kur’an’da Q-R-B kökünün geçtiği 96 yerde de böyledir. Adem’in iki oğlu kıssasında da bugünkü anlamıyla “kurban kesmek” dediğimiz şey değil; yakın olmak için yakınlaşmak isteği (qarreben qurbânen) dile getirilir. “Allah’tan başka yakınlaştırıcı ilahlar (qurbânen âlihe) edindiler” ayetinde ğeçtiği gibi. (Ahkaf, 46).
Bu anlamda kıssa tarihte olmuş bitmiş bir olayı değil şu an yaşanını anlatır. Adem’in iki oğlu, kin, mülk hırsı ve açgözlülük yüzünden “ötekine” düşman olan ve kardeşini öldürerek “kan döküp fesat çıkaran” biz insanoğullarını anlatır. Kıssadaki Adem’in iki oğlu biziz; sen, ben, o… Maksat cinayete ve kan dökmeye engel olmaktır. Nitekim kıssa şu ayetle bitirilerek niçin anlatıldığını apaçık ortaya koyar: “Kim haksız yere bir kişiyi öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibidir, kim de bir kişinin hayatını kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış olur” (Maide; 32).
***
Bayrama ıydu’l-edha (fedakarlık, ötekini düşünme, kalplere sevinç bırakma, kaynaşma, paylaşma, yakınlaşma) denilmiştir. Gel gör ki “derin din” bayramın bu yönünden ziyade kendi kadim ritüelini parlatarak olayı kurban (et, kan, bağırsak, dana, teke, koyun) bayramına çevirmiştir.
Türkiye’de edha (halk arasında kurban deniyor) bayramında insanlar neden birbiriyle kaynaşmaktan, hemhal olmaktan plajlara, tatil yörelerine kaçmakta? Öte yandan da kurban neden % 98 oranında dini davranış ve görünümler sıralamasında birinci sırada?
Çünkü “derin din” kurban ritüelini ikibin yıldır dinin direği sayıyor. Gayet acılı bir süreç olan insan kurbanı dönemini, sonraki dönemde havyan kurbanı ile sembolikleştirip aşan insanoğlunun, kurbanı tümden ortadan kaldırarak nihai amaca varması gerekmiyor mu? Kur’an’da kurbanın neredeyse ‘yok hükmünde’ sayılacak kadar en alt düzeye çekilmiş olmasına bir de bu açıdan bakmak gerekmez mi?
Gerçek hayat dininde bayram hayatı paylaşmayı, bölüşmeyi, kaynaşmayı, ‘birbirine kurban olmayı’ yani fedakarlığı, ötekini düşünmeyi (edha), böylece bir (tevhid) ve bütün (samed) olmayı hedefler. Onun için İslam’da herhangi bir “ritüel” dinin direği olamaz. Dinin direği doğruluk ve dürüstlük, yetimi ve yoksulu doyurmak, komşusu açken tok yatmamaktır! Aksi halde bunlara rağmen yapılan ritüeller (bırakın kurbanı, kılınan namazlar bile) riya ve gösteriş törenlerine dönüşür. Akif’in tabirleriyle “mübtezel bir çok merasim, eğilip bükülmeler, yatmalar…” Kur’an bu duruma dini yalanlamak/dinin direğini yıkmak (yukezzibu bi’d-din) demektedir. (bk. ‘Dinin direği nedir?’ başlıklı makale)…
5- DOMUZ: Hiç düşündünüz mü neden bazı hayvanlar kutsal bazıları lanetlidir?
İnsanlık tarihinde, bunun da, insan kurbanından hayvan kurbanına geçiş süreciyle ilgili olduğunu görüyoruz?
Buna birazdan geleceğiz ama önce hayvan/kuş ve bitki totemi dönemi ile ilgili bazı bilgilere göz atalım.
12 hayvanlı eski Türk takviminde en son yıl domuz yılı.
Acaba neden?
12 Hayvanlı Türk Takvimi, 12 yılın 5 katı olan 60 yıllık devreleri ile Göktürkler’de, Uygur Türkleri’nde, Tuna Bulgarları’nda, İtil Bulgarları’nda ve daha önceleri de büyük ihtimalle Hun Türkleri’nde kullanılmış olup, Türkler arasında çok yaygın bir sistemdi. Göktürk Yazıtları, Uygur kitap ve hukuk belgeleri, Tuna Bulgarları’nın yazıtları, Bulgar Hakanları Listesi bu takvimle tarihlendirilmiş. Hatta, Manas Destanı’ndaki bazı olayların bile On İki Hayvanlı Türk Takvimi ile tarihlendirildiğini görüyoruz. Asya’da kullanılan 12 Hayvanlı takvim Türklere ait bir takvim sistemiydi ve Çinliler bu takvimi Türklerden almışlardı.
Yıllar şöyleydi: Sıçan (Fare) yılı, Ud (Sığır/Öküz/Oğuz?) yılı, Bars (Pars/Arslan) yılı, Tavışgan (Tavşan) yılı, Lu (Ejderha) yılı, Ilan (Yılan) yılı, Yunt (at) yılı, Koy (Koyun) yılı, Biçin (Maymun) yılı, Tabuk (Tavuk) yılı, İt (Köpek) yılı ve Tonguz (Domuz) yılı…
Mesela birisi doğduğu tarihi şöyle anlatırdı: “Tonguz (Domuz) yılının dördünçay’ında (dördüncü ayında) doğdum…”
Keza Oğuz boylarının herbiri bir kutlu kuş/hayvan figürü (totem?) ile anılmaktaydı. Örneğin: Kınık boyu (çakırdoğanın erkeği), Kayı boyu (sungur/şahin), Bayındır boyu (laçin /gezgin şahin), Yuva boyu (tuygun/yaşlı erkek çakırdoğan), Salur boyu (bürgüt /kartal), Afşar boyu (çure-laçin/erkek doğan), Begtili boyu (bahri/balık-kartal), Bügdüz boyu (italyu/dişi doğan), Bayat boyu (ükü/grandük), Yazgır boyu (turumtay/bozdoğan), Eymür boyu (isperi /delicedoğan) , Karabölük boyu (küyenek/sarı kerkenez), Akbölük boyu (küyenek/kerkenez), Iğdır boyu (karcığay/çakırdoğan), Yüreğir boyu (biku/gecekuşu)…
Yine Babil mitolojisinde de yıl ayları buna benzer isimlendirilmiş ve bugün adına “Burçlar” dediğimiz sistem doğmuştu: Koç, Boğa, ikizler, Yengeç, Aslan, Başak, Terazi, Akrep, Yay, Oğlak, Kova, Balık…
Bunlar daha sonraları göğe nispet edilerek yıldız kümesi haline getirilmiş ve buradan bir astrolojik teoloji çıkarılmışsa da, ilk doğduğu zaman bunlar antropolojik teolojiydi. Yani yerin (yeryüzünün/Babil İmparatorluğu’nun) egemen olduğu toprakları anlatıyordu. Kabileler/ülkeler totem hayvanlarıyla anılıyor ve 12 ittifaklı imparatorluk düzenini ifade ediyordu. Avrupa Birliği (AB) bayrağındaki 12 yıldızın ittifaka (birliğe) katılan ülkeleri temsil etmesi gibi… Demek ki yerin dili gökleşerek mitleşiyor, antropoloji astrolojiye dönüşüyor. Yere ait politik-ekonomik düzen, göğe ait mitik-astrolojik dille ifade ediliyor.
Cahiliye Arapları’nda da durum benzerdir. Tanrı ve kabile isimlerinin genellikle hayvan/kuş/bitki adı olması herhalde tesadüf olamaz: Yeğûs (aslan), Yeûk (at), Nesr (kartal) Benî Esed (aslan oğulları), Benî Kureyş (köpek balığı oğulları) vb… Kur’an’da ve câhiliyye şiirinde rastlanan bilgilerden, kurban veya adak olarak kullanılan hayvanların başında deve ve koyunun geldiği öğreniyoruz. İlk doğan hayvanların kurban edilmesine fera adı verilirdi. Ayrıca receb ayında putlara atîre denilen bir kurban sunulurdu. Kur’an’da işaret edilen develer ve koyunlar adak özelliklerine göre bahîre (deve), sâibe (deve), vasîle (koyun) ve hâm (deve) adını alırdı.
Yine Suriye Nabatîleri arasında balıklardan seçilme çok sayıda totem mevcuttu ve özellikle bunların en çok sevileni olan yunus balığı adına tapınaklar inşâ edilmişti. Ayrıca kişi adları arasında pek çok hayvan adı bulunuyordu. Başkenti Ninova olan Asurlular (Asurya/Suriye/Suryanî) de su tanrısı Enki balık totemi ile ifade deliyordu ve Enki rahipleri balık şeklinde giyinmekteydiler.
Dikkat edersiniz hep hayvan/kuş isimleri…
Böyle tarihte bir çok hayvan/kuş/bitki/tahıl ismi kavim ve kabile (topluluk) adı olarak geçmektedir. Bunların daha sonraları evrilerek mitolojikleştiğini görüyoruz. Günümüzde bile yabancı gelmiyor: Türklerin mitolojik atası neden Kurt? İran’ın adı neden Persian (Pars/Arslan)? Gurlulur (Farsça ve Kürtçe Gur: Kurt) kim? Karakoyunlu, Akkoyunlu ne demek? Neden bayraklarında koyun (totemi) var? Eczacılığın sembolü neden yılan? ‘Bineklerimizin’ adı neden Şahin, Şerçe, Kartal, Doğan? İskambil kağıdında neden Sinek var? Sarıkanaryalar kim? Karakartallar nasıl şampiyon oldu? vs…
Hayvan/kuş adlarının böylesi kullanıma sahip olması bizi şaşırtmamalıdır.
Hayvan figürleri eski çağlarda insanlarının ta kendileriydiler. İnsan kurbanı trajedisini aşmak için hayvan totemlerini yüceltip, tanrısallaştırdılar: Yerine canını vererek yaşamasını sağlayan hayvanı kutsama… Dirlik, düzen ve yaşam veren hükümdarın ölünce kutsanması… Tüm insanlık için kendini feda eden/kuzu/kurban olan İsa’nın tanrılaştırılması… Hristıyanların kuzu/kurban olan İsa’nın etini (ekmek) yeme ve kanını (şarap) içme ritüeli bir zamanlar aynıyla vakiydi. Yani basbayağı topululuk (insanlık) adına birisi canlı kanlı kurban edilip eti yeniyor, kanı içiliyordu. İnsanlık bunu sembolikleştirerek aştı, fakat daha sonları sembolizmin kendisi din ritüeli haline geldi.…
İnsanlar, böylece, önceki dönemin acılarını sonraki dönemde sembolikleştirerek unutmak istediler. Hayvan/kuş/bitki figürleri daha sonraları da mitolojiye dönüştü ve günümüze hayatın değişik alanlarına (siyaset, spor, edebiyat, teknoloji, tasavvuf, folklör, uzak doğu dövüş sanatları) yayılıp çeşitlenerek geldi.
***
En eski dini metinler ve onların ayırıcı (furkan) ve doğrulayıcı (musaddık) son yüzü olan Kur’an, böylesi bir dil, din, tarih, kültür ve coğrafya evreninden konuşmaktadır.
Kur’an, ilk doğuş (nüzul) ortamında Orta Arabistan’ın, daha geniş açından Mezopotamya –Akdeniz havzasının ve tâ Sümer-Akkad-Assur-Babil çağlarına kadar uzanan geniş zamanın ruhu ile irtibatlıdır. Bu, bazılarının sandığı gibi onlardan iktibas ve devşirme ile oluştuğu anlamına gelmez. Sümer’de, Akkad’ta, Assur’da, Babil’de olan teolojiler aşağı yukarı benzer temalarla Orta Arabistan’a (Mekke) evrilerek gelmişti. Mezopotamya-Akdeniz havzasının ortak kaderi dinî muhayyileyi de benzeştirmiştir. Bu nedenle dil, tarih ve coğrafya evreni tek bir zamanın ruhu gibidir. Kur’an’ın dili bu nedenle prizma (ışığı kırarak/ayrıştırarak yansıtan) gibidir. Yani Kur’an’da hem geçmiş zamanların ışığını, hem de kırılarak/ayrıştırılarak gelecek zamanlara yansıyışını görürsünüz. Musaddık ve Furkan bu olmak icap eder. Bu manada Kur’an eski zaman ile modern zaman arasında durmaktadır. Bir tür ara geçiş diline sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Kur’an tefsirine bu açıdan bakmak, bu nedenle ihmal edilemez.
Bu açıdan baktığınız zaman Süleyman’ın kuşlarla (Hititler), karıncalarla (Sebeliler) konuşması, cinleri (Babil kabilelerini) çalıştırması, Hüdhüd (Hitit subayı) ile diyaloğu, Yunus’un balığın (Assur hapishanesi) karanlıklarına (karnına) girmesi ne demek apaçık ortaya çıkar. Çünkü Mezopotamya’daki kabile adları ve düzeni, Orta Asya’dakinin bir benzeriydi…
***
Domuzun lanetli hayvan oluşuna gelelim.
Bu zaviyeden bakılınca bir hayvanın neden lanetli olduğu anlaşılabilirdir.
Kur’an şöyle der: “Onların üzerine tufan, çekirke, haşere, kurbağalar ve kan gönderdik” (A’raf; 133). Öyle ki bu “kan belası” ile “ırmak kıpkızıl oldu, suyu kokmaya başladı, içilmez oldu” (Tevrat; Çıkış; 6-20). Çünkü insan kurbanı kültü Mısır’da da vardı. Bunun için Tevrat’ın tanrısı “İnsan olsun, hayvan olsun her rahimin ilk ürünü bana adanacak” (Çıkış; 6-13) diyerek buna mani olmaya çalıştı.
Türkiye’de kurban bayramında kesilen tüm kurbanların Kızılırmak kenarlarında kesildiğini ve hayvanların kanlarının ırmağa döküldüğünü düşünün… İşte eski Mısır’da “insan rahimlerinin ürünü” aynen böyle toplu insan kurban etme töreni ile ırmağa akıtılıyordu ve ırmak kıpkızıl oluyordu. “Kan belası” buydu.
Kur’an, domuz etinin yasaklanmasını hep “leş, kan, domuz eti (lahme hınzır) ve Allah’tan başkası için kesilenler” ile birlikte zikreder. Geçtiği 4 yerde de böyledir (Maide; 3, En’am; 145, Nahl; 115, Bakara; 173). Bir yerde de şöyle der: “De ki: “Allah katında bunlardan daha şiddetli bir cezayı hak edenleri size haber vereyim mi? Onlar Allah’ın lanetlediği, gazap ettiği, kendilerini maymunlar ve domuzlar yaptığı kimselerle, tağuta tapanlardır. Böyle doğru yoldan sapıp gitmiş olanları çok berbat bir yer bekliyor.” (Maide: 60)
Buradaki “maymun ve domuz yapmak” ifadesi erken dönem (h. 1. yy) .müfessirlerinden Mücahid’e göre semboliktir. Yani “domuz gibi şehvetleriyle maymun iştahlılık yapan, heva ve heveslerinin, kuruntularının, arzularının kölesi olan kimseler” demektir.
Yine Kur’an domuz eti yasağını gerekçelendirir: En’am 145’de “… domuz eti ki o pisliktir” (lahme hınzır feinnehu ricsun). Müddessir 5’de peygambere pislikten uzak durması istenir: “Pislikten uzak dur” (ve’rıcse fa’hcur). Şu halde “rics”(pislik) Kur’an kavramsallaştırmasına göre yalan, putlara tapmak, zarar vermek, fuhuş, sözünde durmamak vb. gayr-i ahlaki davranışlardır.
Malum Kur’an insanoğlunun yeryüzünde “kan döküp” fesat çıkaracağından bahseder. Leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başka kesilenlerin daima birlikte zikredilmesi bununla ilgilidir.
Demek ki bu insanoğlunun ölü (insan) eti yeyip, kanını içme (ki mecnunlar, cinciler ve şamanlar gizli güçlere vakıf olabilmek için kan içerdi) ve at, eşek, koyun, inek, boğa kurbanlarının (ki bunlar bir zamanlar insan topluluklarıydı) sona erdirilmesine yöneliktir. İnsan topluluğu olmaktan çıkıp, sembolik totemlere dönüşünce, onları kurban etmek insanları kurban etmekmiş gibi oldu. İnsan kanı durdu fakat hayvan kanı akmaya devam etti.
Burada amaç hep kan döküp fesat çıkarmaya (cinayet, kan, kıyım) mani olmaktır.
İnsanoğlunun en temel üç güvenliği vardır: can (ırz), mal ve kamu gevenliği… Bunlar yüzyıllar boyu hiç değişmemiştir. “Şeriat” (yasa) dediğimiz ilk dini emir ve yasakların esas amacı bu güvenliği sağlamaya yöneliktir. Bugünkü “temel hukuk” (can, mal, ırz, kamu güvenliği) ile aynı şeydir.
Sümer-Akkad metinlerinden, Tevrat ve Kur’an’a kadar hep bu temayı görürüz. Dini metinler bunu “ağaca yaklaşmamak”, “sudan içmemek”, “deveye dokunmamak”, “domuz eti yememek”, “inek kesmek” gibi kendi öznel dilleriyle ifade ederler:
Ağaç’a (giş’e, kiş’e; kişiye, şahsa) dokunma, sınırlarını çiğneme; öldürme, kan dökme, insanı öldürüp etini yeme, saldırma, tecavüz etme…
Su’dan (mülkten, maldan, servetten) kana kana içme (servet içinde yüzme!). Kim ondan kana kana içerse (savaşı/ mücadeleyi mal mülk sevdasına dökerse) benden değildir. Azı müstesna (nafaka miktarı, ihtiyaç miktarı, geçimlik hariç)…
Deve’ye (topluluğun ortak mülküne, kamu malına, herkese ait olana, kimsesize, sahibi herkes olana) dokunma, onları talan etme, zimmetine geçirmeye kalkma…
İneği (Firavun totemini (bakara), her tür putçuluğu , totemciliği) kes, onlardan uzaklaş, özgürleş…
İşte bu çerçevede “domuz” pisliğin sembolü olarak görüldüğü için, Kur’an bu kadim dini muhayyile sürdürmüş ve her türden ahlaki pislik insanoğluna yasaklanmıştır.
İnsanoğlu adam öldürme, tecavüz ve zinadan sakınmalı (ağaca yaklaşmamalı), komşusu açken servet içinde yüzmemeli (sudan içmemeli), kamu malına, sahipsiz ve kimsesize dokunmamalı (deveyi kesmemeli), putlardan ve totemlerden özgürleşmeli (ineği/bakarayı kesmeli) ve domuz etinden (zarar vermekten, ahlaki pislikler içinde yaşamaktan) uzak durmalıdır!
Yahudi ferisileri, her türden ahlaki pislik içinde yüzdükleri, halkın parasını haksızca karınlarına doldurdukları halde şekli olarak domuz eti yememeyi dayattıkları için Hz. İsa şöyle dedi: “İnsanı ağzına giren değil, ağzından çıkan kirletir!” Pavlos da bunu “Demek bizi ağzımızdan giren değil; çıkan pisletir, o halde domuz eti caizdir” diye anladı. Böylece Hristıyanlıkta domuz eti caiz oldu.
Kur’an ise, domuz eti yasağının geçtiği yukarıdaki dört yerde de yasaklamakla birlikte ayetin sonunda muhakkak “Mecbur kalırsanız başka, o zaman yiyebilirsiniz” istisnasını koyar. Bu da gösterir ki domuz etini yasaklamaktan maksat sağlık sorunu filan değildir. Domuzun lanetli hayvan oluşu hiç değildir. Nitekim son yapılan araştırmalarda özellikle yaban domuzlarının ormanların yenilenmesi ve sürdürülmesine büyük faydaları olduğu ortaya çıkmıştır. Çünkü domuzlar orman ağaçları altındaki yapraklar arasında bulunan bitkisel ve hayvansal gıdaları bulup yemek için burnu ile toprağı karıştırırlar. Bu esnada bitki artıkları arasındaki tohumlar toprağın uygun ortamlarına taşınır ve çimlenirler. Bu da ormanda belli bir zaman sürecinde ağaçlar yaşlanırken, yeni fidanlarda arkadan gelerek ormanın gençleşmesini sağlar. Yani domuzların da doğal denge içinde bir yeri vardır. Boşu boşuna ve sırf pislik, lanetlik olsun diye yaratılmış değillerdir. Allah’ın her yarattığında bir hikmet yok muydu?
Ancak tarihi süreç içinde Avrasya’dan Afrika’ya kadar insanlar doğada var olan kötülük güçlerini, zararlı ruhları, pislik ve şer saçan her lanetli şeyi “domuz” ile sembolleştirdikleri için, ayrıca domuzların fiziki tipleri, yaşadıkları yer, kokuları, yedikleri, çamurda debelenmeleri vs. bir tür “pislik (rics) figürü” olarak algılanmalarına sebep olmuştur. Domuz eti yememek, işte bu nedenle pis ve kötü olana karşı uyanıklık ve uzak durma tavrı olarak halkların muhayyilesinde yer etmiştir.
Kur’an işte bu muhayyileye hitap ediyor ve domuz eti yememe ve ondan uzak durma yasağını sürdürüyor. Burada ne önceki Yahudi hahamlarının, ne de sonraki Hristiyan rahiplerinin hatasını tekrarlamamak gerekir. Domuz eti haramdır, evet fakat bu zinhar eti yenmez, lanetli bir totem hayvan olduğu anlamına gelmez. Mecbur kalınca yenebilir. Demek ki asıl maksat “et” değildir. Aynı zamanda “pisliğe” (ricse) yani gayri ahlaki olana karşı uyanıklığı sürdürme anlamında işe yarayan “etini yeme yasağını” iptal etme anlamına da gelmez.
Şu halde Yahudiliğe kayana “İnsanı ağzına giren değil, ağzından çıkan kirletir”, Hristiyanlığa kayana da “Pisliklerden uzak dur, yeme” demek gerekir.
Keza Yahudilerde domuzla beraber deve etinin, Yezidilerde balık eti, marul ve kurufasulyenin, Alevilerde tavşan etinin, Türklerde domuz etinin haram oluşu vs. bunların hiç biri sağlık sorunu, ağız tadı veya mutfak zevki sebebiyle değildir. Temsil ettiği olumlu veya olumsuz anlam sebebiyledir. Geçmiş çağların süregelen bilinçaltıyla ilgilidir.
Kur’an eti yenmeyecek hayvan olarak sadece domuzun adını anar. Sonra Allah’ın adı anılmadan kesilenlerden bahseder ve genel olarak iyi ve temiz olanların helal, kötü ve pis olanların haram olduğunu söyler. Başkaca bir isim zikretmez.
“Allah’ın adı anılmadan kesilenler” ifadesi de leş, kan ve domuz etinin devamı mahiyetinde anlamak icap eder. Çünkü dördü hep beraber zikrediliyor: Leş (ölü) eti yememek, hem insan kurbanı hem hayvan leşleri yeme vahşiliğine karşı çıkmak içindir. Gıybetin (arkadan konuşmanın) ölü eti yemeye benzetilmesi bundan olmalıdır… Yine kan (hayat, ruh geçsin diye) içme de haramdır… Yine domuzun sembolik anlamda tüm “öteki” pisliklerin; yalan, ırza tecavüz, saldırı ve her türden kötülüğün haram oluşu demek olur. Velev ki bunlar düşman kavmin insanları (domuz sürüleri!) de olsa… Aynı şekilde Allah’ı hiçe sayarak birbirini kesen, doğrayan hiç bir kanlı eylem caiz değildir. Bunların hepsi; leş, kan, domuz eti, Allah’ın ismine rağmen (izni, varlığı hiçe sayılarak) kesmek, doğramak, yeryüzünde kan döküp fesat çıkarmak demektir.
Kanımca bu tür yasakların mihveri hep “kan döküp fesat çıkarmamak” etrafında dönmektedir. Kur’an’ın insanın davranışlarına yönelik yasaklarını hep bu ilke çerçevesinde anlamak icap eder.
Aksi halde Yahudilerdeki “koşer” gibi bir “helal gıda” paranoyası üretilir. Hayvan eti yerken Tanrı’nın adı anılmış mı, anılmamış mı, domuz eti mi değil mi diye kılı kırk yaran ve fakat gözünü kırpmadan şehre girip 1500 insanı çoluk çocuk demeden öldüren, geride insan leşleri bırakan, kan döküp fesat çıkaran yamyam tipler türer… İnsanlık bir adım ileri gidemez.
Adam, insan (etini) gözünü kırpmadan doğruyor, kesiyor, öldürüyor, sonra lokantada oturup Allah’ın adı anılarak kesilmiş hayvan eti olup olmadığını soruyor. Burnu pisliğin (cinayetin, hırsızlığın, yalanın, dolanın, üçkağıdın, sahtekarlığın) içinde, pis diye zinhar domuz eti yemem diyor. Hz. İsa’nın dediği gibi ağzından her türlü pislik çıkıyor, o ağzından girenin pis olup olmadığında…
Bu yasakların ruhunu iyi anlamak gerekir. Kur’an’ın esas mihverini hiç kaybetmemek gerekir. Aksi halde ayrıntı vadilerinde debelenir dururuz.
Bakınız, insanoğlu uygarlaşmaya insan kurbanı, leş yeme, kan içme (yamyamlık), ensest (aile içi zina), fuhuş, yiyecek ve içecekle ilgili yasaklar (tabular) ile başlamıştır. Ev hayatı (beyt) onun için yüceltilmiş, Müslümanlara “Ka’be” yapılmıştır. “Adem” insanlığa bunları getiren, bu yasaklara uyarak (kendini tutarak) yaşayan insana denir. Bunlar ne demek iyi düşünün… Tarih boyunca dini metinler ve onların reformcu devamı olarak Kur’an’ın esas amacı bunu sağlamaktı. Aksi halde insan hayatının neye döneceğini bir düşünün…(Ayrıca bkz. ‘Üç terim: Beyt, Şeriat ve Oruç’ başlıklı makale).
***
Sonuç olarak “derin din” konusunda İslam Tanrı’nın “tekliği, ezeliliği ve ebediliği” konusunda derin dinle örtüşmektedir. Fakat uzak Tengri (göklerde oturan Tanrı), Tengri’nin oğlu, Şamanlık ve Atalar kültü konusunda ayrışmaktadır. Kurbanın ve domuzun tümden şekilciliğe dökülüp totemleşmesine ve hiçbir sembolik manasının kalmamasına itirazı vardır. Özellikle kurbanın kitlesel bir hayvan öldürme ayinine dönüşmesine ve bayramın teke, koyun, dana, et ve inek boğazlama şölenine dönüşmesine şiddetle itirazı vardır.( Daha doğrusu benim anladığım İslam itiraz etmektedir). İnsanın biyolojik olarak hayvan etine ihtiyacı olması (ki bu normaldir) başka, bunu törenselleştirmek/dinselleştirmek başkadır. Yine Kur’an hayvan (domuz) figürü üzerinden de olsa her türden somut (maddi) ve soyut (manevi) pisliklerden uzak durmayı ifade eden kadim muhayyileyi benimsemekte ve sürdürmekte, evet, ama bu ne et sağlığı sorunu, ne de mutfak kültürü meselesidir. Allah Müslümanlara damak zevki öğretiyor değildir. Mesele başkadır, bunu görmeliyiz.
Anlaşılmış olmalı ki ayrıştığı ve itiraz ettiği konularda İslam “derin dini” dönüştürebilmiş değildir. Bilakis derin din İslam’ı yazı boyunca anlatmaya çalıştığımız şekilde 5 temel kalıbı içine dökerek yeniden yapılandırmış ve biçim vermiştir (bozmuştur!). İslam’ın kendine özgü emir ve yasaklarının fazla rağbet görmeyip, derin din ile örtüştüğü veya o kalıp içine girdiği yerlerin rağbet görüyor olması bundandır.
Ritüllerin (kurban, namaz, oruç, hac, cenaze, ezan, ölü gömme, bayram, kandil) gerçek hayat dinindeki yeri % 10 bile değildir. Bu, dinler dünyasında en aza indirgenmiş ritüeli (nusuk) olan din manasına da gelir. Oysa Türkiye’de derin din söz konusu % 10’u dinin tamamı sayıyor.
İşte İslam’ın derin dine esas itirazı buradadır. Gerçek hayat dini olarak kendini vazeden diri bir din, bu ölü kalıplara sokulmayı kabul edemez. Kur’an’dan az bir şey anlayan herkesin buna itiraz etmesi gerekir.
Aksi halde ne olur?
Gerçek hayatta Allah’a fersah fersah uzakta yaşar yurdum insanı, fakat bayramda her yanı kan gölüne çevirerek Allah’a yakınlaşacağını zanneder.
Gerçek hayatta her türden (ahlaki) pisliğin içinde yaşar yurdum insanı, fakat domuz etini zinhar yemez.
Çünkü dini görünüm ve davranışlarını yönlendiren temel saik yaşayan, diri, dipdiri din (vahiy) değil; ölmüş, donmuş derin dindir, hala…

Demek ki Türklerin İslamlaşma süreci bitmemiştir.

İHSAN ELİAÇIK - ihsaneliacik.com
Daha yeni Daha eski