Page Nav

HIDE

Grid

GRID_STYLE

GAZETE DEMOKRAT / İKTİDAR DOSYASI

HIDE_BLOG

İki ölüm olmadığına göre, o tek ölüm yiğitçe olsun

“Hepsi aynı gün içinde oluyor. Tekirdağ'da tüm şehrin ve koca bir jandarma alayının saatlerce sürdürdüğü bir sürek avı sonunda yakalan...

“Hepsi aynı gün içinde oluyor. Tekirdağ'da tüm şehrin ve koca bir jandarma alayının saatlerce sürdürdüğü bir sürek avı sonunda yakalandığımızda bekçisinden askerine, trafik polisinden jandarmasına şehirdeki tüm kolluk kuvvetlerinin elinde linç edilmekten kıl payı kurtulmuştuk.
Vahşi hayvan avcıları misali etrafımızda fotoğraf çektirenler arasındaki bir generalin müstehzi bir edayla, "Halk için savaştığınızı söylüyorsunuz; dışarıda sizi yuhalayan şu halka bakın" demesi üzerine, kanlar içinde yerde yatan Cihan'ın, "Şu sabahtan beri yayın yapan belediye hoparlörlerini yarım saatliğine bize verin de görün o zaman o halkın kimi yuhalayacağını" demesiyle birlikte küplere binen paşanın, elindeki general asası ile üzerimize yürüyüp vurmaya başlamasını hiç unutmuyorum”


Cihan Alptekin, 45 yıldır aramızda değil. Onu canlı olarak hiç göremeyeceğiz. Ne biz ne de başka insanlar… Sonsuza dek.

Onu görüp tanımış olanlar da, benim gibi hiç görmemiş ama tanıma çabasının lüzumuna inananlar da Cihan’ı unutamıyorlar. Zaman nehri delice akıyor ve bizler yani Cihan’ı sevenler, onu çok arıyoruz, özlüyoruz. Cihan’ın kaybının büyüklüğünü zaman geçtikçe daha da yaralanarak algılıyoruz. İdeolojik etkenlerden dolayı da değil sade, insan türünün soyluluk faziletinin ışıltılı temsilcisidir de, o nedenle.

Nurhak’ta Sinan Cemgil’in komuta ettiği gerilla timi bilinen kanlı sonu yaşar. İkinci gerilla tim komutanı Tuncer Sümer’in görüşmemizde söylediği şu söz üzerine söz söylenemez ki: ‘’Cihan’ı tanıyıp da sevmemek mümkün mü?’’ Tikel değil, tümel bir 68 vargısıdır bu.

İlk kez okuyacak, hakkında fazla bilgisi bulunmayan genç okurlar için şu bilgiler gerekli olacaktır:

1947 yılında, Rize – Ardeşen ilçesine bağlı tipik bir doğu Karadeniz dağ köyü olan Öce‘de doğar ve büyür. 9 kardeşli, dar gelirli bir ailenin çocuğudur. Haksızlığa isyanı daha çocuk yaşlarında bir kişilik özelliği olarak fark edilir. Çok zeki, çok okuyan ve çalışkan bir insandır. Çok da muzip ve şakacıdır. Çabuk gülen, gülmeyi, yoksunluklara rağmen hayatı çok seven bir insandır. Yemeği ama en çok da anasının yaptığı baklavayı yemekten hedonistçe haz alır. Ortaokulu okumak için gidiş-dönüş günde dört saat yürür.

Rize lisesini başarıyla bitirir ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazanır, 1966 öğretim yılında kaydını yaptırır. Kadırga talebe yurduna yerleşir, yanındaki yatakta Deniz Gezmiş yatmaktadır. Son nefeslerine dek süren dostlukları ve yol arkadaşlıkları ilkin burada başlar. Deniz’le birlikte Türkiye İşçi Partisi, Fikir Kulüpleri Federasyonu, DÖB, Dev Genç içinde sorumlu görevlerle, kurucu militan önderler olarak öne çıkmaya başlarlar. Her ikisi de gözü kara denecek kadar cesur, fedakar, örgütleyici, kitleleri etkileyen ve eylemlerin en önünde yer alan iki devrimci olarak tarihin not aldığı isimlerdir . Fakülte derslerinde çok başarılı olan Cihan hocalarının da dikkatini celb eder. Bir sınavında 10 alması üzerine dersin hocası Prof. Tarık Zafer Tunaya, Cihan’ı eve davet eder, tanımak ister bu kasırga zekalı öğrencisini. Tanır, övgü dolu sözleri Cihan’a söylemekten kendini alamaz. Tarık Zafer Tunaya, şimdi unutuldu ama Hukuk denilince, hocaların hocası, olarak anılırdı.


Cihan, Deniz ve arkadaşları ABD emperyalizmini hedef alırken, CIA’in perde gerisinde organize ettiği yıllar sonra ortaya çıkan milliyetçi-muhafazakâr anti-komünist teşkilatlar da onları hedef seçtiler. Bu teşkilatların mensupları ölümcül saldırılara başladılar.

Kavgada da, eylemlerde de hep en önde koşturan Deniz ile Cihan sık sık cezaevine düşerler. İki cesur, muzip, gülmeye hazır delikanlı, hukuk fakültesinden çok hapiste oldular. Amfiden çok mahkeme salonlarında bulundular.

 O kuşağın hayatında dönüm noktası olan 1969 yılının sonbaharındaki tartışmaların akabinde, Deniz ve Cihan ileride THKO önderliğini oluşturacakları diğer arkadaşlarıyla Filistine, El - Fetih gerilla kampına giderler. Döndükten sonra da eylemlere başlar, kitle çalışması için çeşitli bölgelere, işçi havzalarına yönelirler. Cihan kaybolur. Aylarca ortalıkta görünmez. O yıl hiçbir yerde değillerken, Cihan, Tekirdağ bölgesinde köylerdedir. Akabinde Sivas – Amasya hattında aylarca dağlarda yaya olarak propaganda çalışmaları yapar, köylülere Vietnam savaşını ve Vietkong’un halk desteğiyle, koca ordusu ve muazzam silah gücüyle üzerlerine Allahın günü tonlarca bomba yağdıran işgalci ABD güçlerini nasıl yenilgiye uğrattıklarını anlatır. Cihan’a ve öbür 68‘li devrimcilere göre Türkiye de ABD işgali altındadır. Bu emperyalist işgale karşı savaşmak da ülkeye karşı namus borcudur. Bu borcu canları pahasına ödemeyi hayat tarzı olarak bellerler, gereğini yerine getirmekten de geri durmazlar. Cihan’da namus borcunu 31 mart 1972 tarihinde, Kızıldere’de canıyla ödemiştir.

Ayrıntı Yayınları, daha evvel Cihan’ın ablası Nuray Kepenek Alptekin tarafından yazılmış, Oy Cihan Bizum Cihan, kitabını yeni görseller, İngiliz gizli istihbarat servisinin yazışmaları, 12 martın CHP’li başbakanı Nihat Erim’in utanç vesikası olan mektubu , Cihan’ın arkadaşlarından hayatta olanların yazılarıyla bambaşka bir Cihan Alptekin kitabı hazırlayıp yayınladı.

Cihan hakkında çıkmış her yazıyı her bilgiyi okudum. Birlikte cezaevinde yatmış, aynı saflarda bulunmuş arkadaşlarıyla konuştum. Ayrıntı yayınlarının Cihan kitabında da aynı şey hemen dikkatimi çekti ki, Cihan’ı anlatan her yazı selaset* ve vuzuhiyet** ile benzemezlik taşıyor. Düşündüğümde hayatı da öyle yaşadığı, güçlü kişiliği ve karakter yapısı da şeffaf, net, ikirciksiz olduğu içindir sonucuna varıyorum. Tanımadığı bir figürü önce zihinde canlandırmak, söylemleri eklemlemek, metin kurgusu yapmak ve yazmak edimi işin prosesidir. Ama, konu Cihan olunca, bu prosese de gerek kalmıyor.Bilgi donanımına sahipseniz Cihan toprak altındayken bile size kolaylık sağlıyor ve yazı, muhayyiledeki imgeler gibi akıp gidiyor.


İki yaklaşıma itirazım var

İlki: Bu gençler topluma kazandırılamaz mıydı?

Bu kalite ve donanımda bir devrimci, topluma kazandırılamazdı. Sarmalandığı değerler sistemi, kuşatma altında bulunduğu muhafazakâr – milliyetçi – devletçi – itaatkarlık ve biat gelenekleriyle Cihan’ı kazanmayı istemezdi, istemedi de zaten. Ayrıca Cihan bu toplumu değiştirme mücadelesi veriyordu, değiştirmek istediği nesnenin kabul öznesi olmayı da hiç istemezdi kanaatindeyim.

İkincisi: Soldan bir ayrı idiotik hamaset ise 68 devrimcilerinin bazılarına teorik olarak zayıftı, kuramsal yönden bir katkısı olmamıştı, gibi incilere rasgeliyorum zaman zaman. Bu insanların hayatları teorinin kendisidir zaten.Bunu anlamak için akıldan yana piyade olmamak yeter de artar bile. Bu bönlük çok marjinaldir ve aslında söz etmeye bile değmez de… Geçerken haddini bildireyim, istedim.

Doğu Karadeniz’in tipik bir dağ köyü olan Öce’de doğan Cihan, yoksunluğun tadına vara vara yaşarken zekası ve çalışkanlılığı ile sıyrılıp sınavı kazanarak İstanbul Üniversitesi Hukuk fakültesine kaydoldu. Anası Ayşe Alptekin, Cihan’ı da Anadolu’nun köylerinden, kasabalarından benzer koşullarda yaşayan ve henüz birbirlerinin varlıklarından habersiz yoldaşları gibi yıkadı yundu, güç bela denkleştirdiği parayla takım elbisesini giydirdi, tahsil için uğurladı. Ve yine yoldaşları gibi, delik deşik edilmiş cansız bedeni tabut içinde ana ocağına geri döndü Cihan.

Hangi uzak yarlarda ya da hangi uzak göklerde
Kurban edildi gözlerindeki ateş?
Hangi kanatlar erişebilir ona?
Hangi el kavrayabilir ateşi?

Ve hangi güç ve hangi beceri
Bükebilirdi kaslarını yüreğinin?
Ve, yüreğin çarpmaya başladığında,
Hangi dehşetli el ve hangi dehşetli ayaklar?

William Blake

Kimisi idam sehpasında boynu kırılmış vaziyette, kimisi onlarca kurşun, bazuka, bomba, roketatarların marifetiyle oyulmuş bedenleriyle tabutlar içinde gelmişlerdi evlerine. Aileler, sevenleri 45 yıldır bu travmadan kurtulabilmiş değiller. Takip ediyorum; hemen hemen tamamının biricik anaları da, şu son birkaç yıl içinde kendilerinden koparılıp alınan evlatlarının yanına gittiler.

Zaman her şeyin ilacı, denir. Değilmiş. Olsaydı, her geçen yıl Cihan ve arkadaşları daha büyük özlem ve sevgiyle anılmaz, mezarları her yıl artan sayıda sevenlerinin akınına uğramaz, güller, karanfillerle donatılmaz, sessiz sedasız ziyeretçilerince yıkanıp temizlenmezdi. Eğer zaman her şeyi önüne katıp götürebiliyorsa neden Cihan’ı unutturabilme girdabına alamıyor. Kızıldere’de katledilen arkadaşları için , “Herkesten çok yaşamayı hak etmişlerdi. Hayattan alacaklı gittiler” diyen Ertuğrul Kürkçü, haklı çıkmıyor mu? Şimdi genç kuşakların onlara alacaklarını ödemek için ne yapacaklarına dair samimi arayışları çok değerli ve anlamlıdır.


Bir insan nasıl ve neden bu kadar çok sevilir? Sevginin de bir sınırı olur, zaman o sınırı ‘çok seviyordum’dan, ‘eskiden çok severdim’e hapseder. Hayat gailesi, o sevgi duygusunu da örseler, öğütür, işlevsizleştirir. Cihan sevgisinde bu vukuatı, sabotajı hayat hakikat kılamamış. Çünkü; Cihan sevgisi dirimsel, insanı hayata karşı güçlü kılan bir sevgidir. Çünkü seveni erdemli olmaya, insanlık için çok çalışmaya, boyun eğmemeye, fedakarlığa, paylaşmaya, merhametli ve dürüst olmaya; yani, devrimci olmaya çağırır.

Hayatı Cihan’ın, bu çağrının kitabesidir. Yalnız şu nokta çok önemlidir: 68 devrimcileri, siyasal kimliklerine ulaşmadan evvel ki mazilerinde de saydığım meziyetlere zaten sahiplerdi. O sayede ailelerinin gözbebekleri, komşularının, mahallenin , yoksulların, yardıma muhtaçların bağırlarına bastıkları zeki, gururlu; gıptayla, sitayişle anılan merhametli çocuklarıydılar. Bizum Cihan kitabında, ablası Nuran hanım, misalleri çok güzel anlatmış.

Siyasallaştıklarında, onları ayıran – yücelten vasıfları ortalığa şan vermelerini sağladı. Öyle ki, cellatları bile on yıllar sonra ikrar ettiler; cesaretlerini, her birinin birer erdem abidesi , tertemiz insanlar olduklarını.

Karl Marks’a sormuşlar, bu komünizm nasıl bir şey, hayat nasıl olacak, diye. Yanıt net, kısa ve anlaşılır: İnsanlar sabahları balık tutup öğlenleri piyano çalıp akşamları roman eleştirisi yaparak yaşayacaklar. Troçki ise öteye taşımış: Özel mülkiyet, devlet, sınıflar ortadan kalkınca, toplumsal işbölümüne, otorite üreten hiyerarşik yapılara da gerek kalmayacak. Her türden tahakküm ilişkisi bitmiş olacak. İnsan bireyinin üretici-yaratıcı potansiyellerinin önündeki engeller sökülüp atılacağından sıradan insanların bir Goethe, bir Marks, bir Beethoven, bir Van Gogh olabileceği bir hayat kurulacak. 68 ütopyası işte bu. Yani yoksulluğa, sömürüye, ABD emperyalizmine karşı mücadele ederken, beri yandan da nasıl bir dünya tasavvur ettiklerini de Karadeniz ve Anadolu kökleri üzerine çatar. Mermiler, bazukalar, roketatarlar üzerlerine yağarken marş ve sloganlarla karşılık verirler. İdam sehpalarına slogan atarak yürürler.


Ama şunu da biliyor ve inanıyorlardı; ki Hüseyin İnan mahkemede idamını isteyenlerin gözlerinin içine bakarak sakin sakin söyledi: “Anaların rahmine el atamayacağınıza göre, bizden sonra da bu dava sürecek.” Cihan’da 30 - 40 yıl sonra insanların kendilerini daha iyi anlayacaklarını söyler.

Hayatı, insanları, ideallerini… bir günebakanın güneşi sevdiği kadar seviyorlardı. İngiliz şair – ressam William Blake ( 1757 – 1827 ) bu altın kuşağın geleceğini biliyormuş gibi şu şiiri yazmış:

Ah! Günebakan

Ah, zaman yorgunu günebakan,
Güneşin adımlarını sayıyorsun.
Gezginlerin yolu bitirdiği yerde
O güzelim altın ülkesini arıyorsun:

Orada, arzuyla tükenmiş Gençler,
Ve solgun Meryem, kardan kefeniyle,
Doğrulup mezardan, can atıyorlar
Gitmek istediğin yere gitmeye.

İstanbul’da, bir önceki yazımda kendisini anlattığım Atilla Keskin ile kaldıkları evden Nurhak’ta gerillaya katılmak üzere yola çıkarlar. Motosikletle gitmektedirler ve motosikleti, Tayfur Cinemre kullanır. Yandaki resimde Cihan’la birlikte yakalanan ODTÜ öğrencisi Tayfur Cinemre’nin görüntüleri, maruz kaldıkları ihtimamı da ne de güzel gösteriyor!?
Tayfur Cinemre, yıllar sonra o an yaşadıklarını şöyle anlatıyor:

31 Mayıs 1971 Türkiye devrimci hareketinin tarihinde karanlık bir gün. O gün, Nurhak'ta Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan'ın vuruldukları, İstanbul Maltepe'de Hüseyin Cevahir'in öldürülüp Mahir Çayan'ın yaralı olarak yakalandığı, Tekirdağ'da ise Cihan Alptekin'in bir sürek avı sonunda yakalandığı tarih.

Hepsi aynı gün içinde oluyor. Tekirdağ'da tüm şehrin ve koca bir jandarma alayının saatlerce sürdürdüğü bir sürek avı sonunda yakalandığımızda bekçisinden askerine, trafik polisinden jandarmasına şehirdeki tüm kolluk kuvvetlerinin elinde linç edilmekten kıl payı kurtulmuştuk.

Vahşi hayvan avcıları misali etrafımızda fotoğraf çektirenler arasındaki bir generalin müstehzi bir edayla, "Halk için savaştığınızı söylüyorsunuz; dışarıda sizi yuhalayan şu halka bakın" demesi üzerine, kanlar içinde yerde yatan Cihan'ın, "Şu sabahtan beri yayın yapan belediye hoparlörlerini yarım saatliğine bize verin de görün o zaman o halkın kimi yuhalayacağını" demesiyle birlikte küplere binen paşanın, elindeki general asası ile üzerimize yürüyüp vurmaya başlamasını hiç unutmuyorum.

Cihan'ın en sevdiği şiir ise "Dağlarına Bahar Gelmiş Memleketimin" şiiriydi.

"Haberin var mı taş duvar,
Demir kapı,
Kör pencere...
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğruna ölümlere gidip geldiğim,
Zulamdaki mahzun resim...
Haberin var mı?
Görüşmecim yeşil soğan göndermiş,
Karanfil kokuyor cıgaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin..."

Kitaptan alıntılar yapmak istedim ama, baktım ki neredeyse kitabı buraya taşıyacağım. Teknik olarak da, benim alıntı seçmede neleri alıp neleri almama ikilemim, her anlatılanın kıymetli olmasından kaynaklandı.

Nuran Alptekin Kepenek, canı kadar sevdiği kardeşini öyle güzel yazmış ki… kendisi görüşmemizde zerafeti, inceliği ve içkinleşmiş tevazususuyla yazarlığının sadece kardeşini anlatmaktan ibaret olduğunu söylediğinde, okuduğum, halen okumakta olduğum bütün biyografi kitaplarını zihnimde bir taramadan geçirdim. Stefan Zweig’ten, İsaac Deutscher’e; Cemal Süreya’dan Reşat Ekrem Koçu’ya… Sayın Nuran Alptekin Kepenek, Bizum Cihan kitabıyla, bence bu saydığım isimler mertebesinde bir yazarlık ustalığını göstermiştir.Kendisine ve Ayrıntı yayınlarına teşekkürü borç bilirim.

Deniz, idamla yargılanırken, Cihan varken bana bir şey olmaz, diyordu. Doğruydu. Ve Deniz’in bu sözü gerçek olsun diye, Cihan öldürüldü.

Artık Cihan yoktu, hiç olmayacaktı, Deniz’de iki ay sonra 52 dakika darağacında can çekiştirilerek ölümü seyredildi.

Cihanların katlinden duyduğu sevinci gizleyemeyen ve Ertuğrul Kürkçü’nün idam edilmemesi adli bir hataydı diyerek içindeki ufuneti kusan aynı zamanda da can çekişen Deniz’in ölümünü sigara tellendirerek 52 dakika seyreden tuğgeneral Ali Elverdi 86 yaşında, nefes borusuna kaçan lokma yüzünden soluksuz kalarak öldü.

Dünyanın Kibiri

"Aaah, en iyi çocuklar toz toprak edildi,
zamanları (ömürleri) gecenin karanlığındaki bir rüya gibi geçip gitti
Ey zavallı Nagaş, iyi-doğru olanı yapmaya çalış
kendi yolunu bul, onu takip et.
Ki o yol başkalarına da yol göstersin.
Eğer bir yüzücü olsaydın, bilirdin ki, bir nehir bütün günahları taşır.
Dünya için kaygılandıkça bil ki, elindeki acıdan başka bir şey değil."

* Selaset: Akıcılık

** Vuzuh: Anlam açıklığı, açık, anlaşılırlık. (Murat Bjeduğ – T24 – 20.02.2017)

SON YAZIDAN