HIDE
GRID_STYLE
TRUE
SHOW_BLOG

"Ya sosyalizm, ya barbarlık ikilemi dışında bir üçüncü seçenek yok"

1930 ve 1980’den farlı olarak ‘nihai bir kriz’ yaşandığını belirten Doç. Dr. Fikret Başkaya “Kapitalist sistem kendi dışındaki bir sınıra ...

1930 ve 1980’den farlı olarak ‘nihai bir kriz’ yaşandığını belirten Doç. Dr. Fikret Başkaya “Kapitalist sistem kendi dışındaki bir sınıra da toslamış bulunuyor” dedi. Devrimlerin ne zaman patlayacağının bilinmeyeceğini belirten Başkaya “Büyük İnsanlığın elini çabuk tutması gereken kritik bir kavşaktayız” yorumunda bulundu.


BAŞKAYA: BÜYÜK İNSANLIK ELİNİ ÇABUK TUTMALI

Avrupa’da son yıllarda bir çok seçim gerçekleşti. Seçimlere katılım oranı düşük kalırken, merkez sağ partiler yerlerini sağlama aldı. Şimdilerde ‘nihai kriz’ yaşandığını dile getiren Doç. Dr. Fikret Başkaya “Kapitalist sistem kendi dışındaki bir sınıra da toslamış bulunuyor. Dolayısıyla kapitalist dünya sistemi artık bir dizi krizler sarmalına hapsolmuş durumda” değerlendirmesinde bulunuyor.

Seçimlerle birlikte daha baskıcı ve otoriter yönetimlerin iktidara gelmesini değerlendiren Başkaya “Yaptığından daha çoğunu yıkıyor… Artık hiç bir sorun çözme yeteneği yok” yorumunda bulundu.

Dünyanın birçok bölgesinde iki partili sistemler çöküyor. İnsanlar yönetimlerden ümitlerini kestiklerini söylüyorlar. Bu durum , ‘Batı demokrasisi’ kavramının sonu olarak yorumlanabilir mi? 

Esasen kapitalizm ve demokrasi antinomik kavramlar. Uyuşmazlık var. Zira, üretim ve yaşam araçları dar bir oligarşinin elindeyken, iktidarda oligarşi var iken, demokrasi mümkün değildir. Ekonomik planda özerk olmayan birey, politik planda da özerk olamaz. Demokrasi halkın yönetmesi demektir. Demokrasi olursa halk yönetir, halk çoğunluğu yönetir. O zaman dar bir oligarşinin, bir sömürücü sınıfın ülkenin varını-yoğunu yağmalaması mümkün olmaz. Aksi halde seçimler bir sirk oyunu olmanın ötesine geçemez. Bir kere, politika yapma işi- şeyi, bir profesyonel politikacılar taifesinin işi ise, orada kullanılan oyun bir değeri olmaz. Kaldı ki, seçim oyunu, aldatma-kandırma üzerine kuruludur. Kim “iyi” kandırırsa, kim “iyi” aldatırsa seçimi kazanır… Demokrasi sosyal eşitliği varsayar ve öyle bir şey kapitalizm dahilinde mümkün değildir.

Öyleyse II. Emperyalist Savaş sonrasındaki demokrasiler, sosyal demokrasi ne idi? Öyle bir şey yaşanmadı mı?

Elbette yaşandı ama iki şey var: Birincisi, söz konusu olan bir ‘seçim demokrasisiydi’. Bir seçim ve temsil yanılsamasıydı. Taşlar yerinden oynamış değildi. Direksiyonda hep aynı güç ve iktidar odakları vardı. Fakat özel bir durum ortaya çıkmıştı. Kapitalizmin tarihinde ilk defa bir parantez açılmıştı. Mülk sahibi sınıflar, sermaye sınıfı densin, ödün vermeye zorlanabilmişti. Bu da sınıfsal güç dengelerinin görece de olsa ezilen ve sömürülen sınıflar lehine dönmesi demekti.

Ne oldu, ne değişti de ezilen ve sömürülen sınıflar lehine böyle bir güç dengesi durumu ortaya çıktı?

Kapitalizm 1929-1932 krizi (ki, ona büyük depresyon da deniyor) ve II. Emperyalist Savaş sonrasında zayıf düşmüştü. Buna karşılık, işçi sınıfları savaştan gücünü ve etkinliğini artırmış olarak çıkmıştı. Faşizmin yenilgisi üzerinden moral üstünlük sağlamışlardı. Sermaye sınıfını ödünler vermeye zorlayacak bir güce ulaşmışlardı. Tabii, sermaye sınıfını ‘komünizm korkusu’ da sarmıştı. Bu durum onu ödünler vermeye zorladı. Sosyal demokrat olsun- olmasın, adı ne olursa olsun, tüm partiler sosyal harcamaları artırmak zorunda kaldılar, reel ücretlerin yükselmesine itiraz etmediler ve böylece “refah devleti”, “sosyal devlet”, Fransızların “kayırıcı devlet” dediği kavramlar ortaya çıktı. Fakat bunları söylerken bir şeyi unutmamak gerekiyor: Kapitalizm II. Emperyalist Savaşın ardından uzun ve istikrarlı bir yükselme dönemine girdi. Bu da kapitalizmin tarihinde bir ilkti ki, Fransızlar buna “şanlı otuzlar” diyecekti. Tabii verimliliğin, üretimin ve kâr oranlarının istikrarlı artış gösterdiği bir ortamda, sermaye sınıfı daha kolay taviz verir duruma gelmişti. Yüksek oranlı vergileri, verimlilik artışına endeksli reel ücret artışlarını kabullenmişti. İşte burjuva demokrasisi yaklaşık o 30 yıllık dönemde kısmî bir sosyal içerik kazandı, biraz demokrasiye yaklaştı diyebiliriz belki…

Ne oldu da bu günkü durum ortaya çıktı? O dönemin tüm kazanımları birer birer kaybedildi?

Kapitalizm 1974-75 itibaren yeniden yapısal krize girdi. Bir önceki dönemde kaybettiği mevzileri yeniden kazanmak üzere saldırıya geçti, ‘Neoliberalizm’ denilen dayatıldı ki, aslında söz konusu olan emperyalist saldırıydı. Şimdilerde ‘sosyal devlet’, ‘refah devleti’ denilenden eser kalmadı. Artık sosyal demokrasinin esamesi bile okunmuyor… Vahşi kapitalizm geri geldi. Tüm sosyal kazanımlar tasfiye edildi, özelleştirilmemiş hiç bir şey bırakmadılar. Her şey paralı hale geldi. Gelir dağılımı eşitsizliği skandal boyutlara ulaştı, işsizlik ve yoksulluk da devasa boyutlarda. Doğal çevre tahribatı almış başını gidiyor. Büyük kentlerde yaşamak tam bir kâbusa dönüşmekte. Artık her geçen gün hayat çekilmez, dünya yaşanmaz bir yer haline geliyor. Velhasıl her şey hızla çürüyor…  Böylesi bir ortamda da siyasi partilerin ‘aldatma’, ‘oyalama’ yetenekleri aşınıyor. Rejimlerin meşruiyeti tartışmalı hale geliyor…

Fransa’da son seçimlere katılım oranı yüzde 43 oldu. Katılım oranı neden bu rakamda kaldı?

Bu, insanların mevcut düzen partilerinden ve profesyonel politikacılardan umudu kesmekte oldukları demeye geliyor. Mevcut politikacıların ve politika yapma tarzının artık hiç bir sorunu çözemeyeceğini anlamış olmaları demek. Başka türlü söylersek, burjuva partileri meşruiyetlerini yitirdi. Artık insanlar bu partiler arasında bir fark görmüyor (aslında zaten yoktu ama öyle bir yanılsama yaratabiliyorlardı). Zira hangisi iktidara gelirse gelsin, aynı gerici neoliberal politikaları uygulamak zorunda… ABD’de Trump kendi partisi, Cumhuriyetçi Parti dışındaymış numarası yaparak seçimleri kazandı. Az-çok aynı şey Fransa’da Macron için de geçerliydi… Her yüz kişiden 60’ı sandığa gidip, oy kullanmıyor, sahnelenen sahte oyunu protesto ediyor. Geri kalan yüzde 40’ın yarıdan bir fazlasının oyunu alan parti iktidar oluyor ve yönetiyor ve buna da demokrasi diyorlar…

‘KRİZDEN ÇIKMA İMKANI YOK’

Dünyanın her yerinde bir yönetememe krizi var ve baskıcı, otoriter, totaliter, faşizm benzeri rejimlere doğru bir gidiş var. Bu durum nasıl açıklanabilir?

Aslında yönetememe krizinin ve otoriter-baskıcı-diktacı rejimlere kayışın gerisinde kapitalizmin krizi yatıyor. Kapitalizm her krize girdiğinde iki şey yapar: Birinci diktacı, baskıcı, faşizm ve benzeri rejimleri, diktatörlükleri dayatmak; ikinci savaş çıkarmak, ki, şimdilerde yapılan da bu… Fakat bu sefer yeni bir şey daha var: Bu kriz, kapitalizmin nihai krizi… Artık önceki dönemlerdeki gibi krizden çıkma imkânı yok! Kapitalist sistem sınıra dayandı. Potansiyelini tüketti, ömrünü doldurdu. Artık çözdüğünden daha çok sorun yaratmadan yol alamıyor. Daha doğrusu patinaj yapıyor, Yaptığından daha çoğunu yıkıyor… Artık hiç bir sorun çözme yeteneği yok!

Bu krizin öncekilerden ne farkı var? Buna neden ‘nihai kriz’ diyorsunuz? Mesela Büyük Buhran (1929-32 Krizi) aşılabilmişti. Bu gün yeni ve farklı olan ne var?

Şimdilerde durum 1930’lu, hatta 1980’li yıllardakinden çok farklı. Zira söz konusu olan sadece ekonomik kriz, finansal kriz değil… Sorun sadece sistemin kendi işleyişinden kaynaklanan çelişkiyle malûl değil. Artık kendi dışındaki bir sınıra da toslamış bulunuyor: Bu, doğa tahribatının neden olduğu sınır… Dolayısıyla kapitalist dünya sistemi artık bir dizi krizler sarmalına hapsolmuş durumda. İşte, vahim sonuçlar ortaya çıkarma potansiyeli olan ve daha şimdiden sonuçları hissedilen iklim krizi, ekolojik kriz ve biyolojik çeşitliliğin aşınması, enerji krizi, doğal kaynakların kıtlaşması-tükenmesi, politik ve jeopolitik kriz, sosyal kriz, etik krizi, ahlâkî değerlerin aşınması, değer ölçüsünün ve nîrengi noktasının yok olması… “Sağlam yeri, iler-tutar tarafı yok ” denecektir… Fakat bu krizlerden her biri de diğerini azdırıyor. Bütün bunlar artık bir sürdürülemezlik tablosunun ortaya çıktığını gösteriyor… Aslında durumun vehâmetini görmek için öyle derin tahliller de gerekmiyor. Eleştirel bir gözle, dikkatlice olup-bitenlere şöyle bir bakmak yeterli…

Böyle bir durum ortaya çıkmışken, sermayenin bu saldırısının muhatabı olan ezilen-sömürülen sınıfların sürece müdahale potansiyeli yok mu?

Aslında kapsamlı bir saldırı söz konusu ve dar bir ayrıcalıklı elit dışında kalan tüm toplum sınıflarını, nerdeyse toplumların yüzde 90’ını hedef alıyor ama bu saldırıya karşı yürütülen mücadele  yeterli değil. Süreci tersine çevirebilecek güce sahip değil. En azından şu anda öyle. Mücadeleler birbirinden bağımsız, bölük-pörçük. Bütünlüklü bir stratejiye endeksli değil. Bir perspektif ve ütopya zaafı var. Bu da güç dengesini karşı taraf lehine çeviriyor.

Öyleyse ütopya zaafının sebebi ne?

1980’lerden sonra, neoliberalizmin dayatılmasıyla, işçi örgütleri etkisizleşti, işçi örgütlerinin mücadele zemini aşındı. Her bir ülkenin işçileri- emekçileri başka ülkelerin işçilerinin rakibi haline getirildi. Sermayenin şantaj yapma yeteneği arttı. Zira, sermayenin önü sonuna kadar açılmıştı. Bir işletmenin işçileri ücreti yükseltmek için direnişe geçtiklerinde, patron işletmeyi başka bir ülkeye taşıma şantajı yapabiliyor. İşçi hareketindeki zafiyetin bir nedeni bu. İkincisi, Sovyet sisteminin çöküşü genel bir demoralizasyon, umut ve ütopya zafiyeti ortaya çıkardı.

Sorun sadece bu ikisinden mi kaynaklanıyor?

Önemli bir neden daha var. Neoliberalizmin dayatıldığı dönemde, özellikle de Sovyet sisteminin çöküşünden sonra, sol hareket “kültüralizme” ve “kimlik siyasetine saplandı. Bu, neoliberalizme  teslim olmak demekti… Sınıf mücadelesinden istifa etmekti… Marksist-komünist perspektiften uzaklaşıldı. Bu tam bir saçmalıktı. Oysa rejimi radikal olarak değiştirme/aşma perspektifi yoksa, bin yıl kimlik siyaseti de yapsan bir şey kazanamazsın. Bu günkü zafiyetin en önemli nedenlerinden biri bu sapma…

İşçi sınıfının eski önemini yitirdiği, toplumda bir azınlık haline geldiği görüşüne katılıyor musunuz?

İşçi sınıfı hiç bir zaman bu günkü kadar kalabalık olmadı. Fakat, işçi sınıfından ne anlaşıldığı konusunda kafalar karışık… İşçi sınıfından, ekseri büyük fabrikalarda, madenlerde, hizmetler sektöründe, vb. düzenli bir işi olan emekçiler kitlesi anlaşılıyor… Onun yerine proleter kelimesi kullanılırsa, bu kafa karışıklığı aşılır. Proleter, üretim ve yaşam araçlarından mahrum olan demek. Çalışmadığı zaman aç kalması kaçınılmaz olan demek. Varlığını, yaşamını sürdürebilmesi, kapitalist patronun iradesine tabii olan demek. Aslında kapitalist toplumda işçi ücretli köledir. Kapitalist patronların kollektif kölesidir ama durumu klasik köleden daha da kötüdür. Nitekim klasik kölelik durumunda, efendi kölenin akibetine kayıtsız kalamaz, onu aç bırakamaz, ölmesine izin vermez… Ölürse yenisini satın almak zorunda kalacaktır. Kapitalizmde tüm işçiler tüm kapitalistlerin kollektif kölesidir.  Ve kapitalist işçinin akibetiyle asla ilgili değildir. İhtiyaç olduğunda işe alır, olmadığında kovar… Bu gün toplumların nüfusunun yüzde 90’dan fazlası proleter… Dolayısıyla işçi sınıfının önemsizleştiğini söylemek abes…

Bu durumu aşmak, güç dengesini ezilen-sömürülen sınıflar lehine çevirmek nasıl mümkün olabilir?

Eğer ezenler-sömürenler cephesi yüzde 10’dan az, karşı taraf da yüzde 90’dan fazla ise, bu mevcut durumu aşmak için potansiyel mevcut demektir. O zaman bütün mesele bu potansiyelin nasıl harekete geçirileceğiyle ilgilidir. Dolayısıyla, yapılması gereken iki şey var: Eleştirel düşünceyi yeniden canlandırıp, bir bilinç sıçraması ortaya çıkarmak ve kitleleri harekete geçirecek, bürokratik olmayan, gerçekten devrimci örgütlenmeler yaratmak. Bunun için de işe tarihsel solun eleştirisiyle başlamak gerekiyor. Yeryüzünün egemenleri ne yapacaklarını biliyorlar ama ezilen-sömürülen cephede kafalar karışık. Fakat kesin olan bir şey var: İnsanlar maruz kaldıkları saldırıya evet demezler…  Ve umulandan önce harekete geçebilirler. Zira, devrimlerin ne zaman patlayacağı bilinemez, öngörülemez…

Muhalefet süreci lehe çeviremez ise insanlığı nasıl bir gelecek bekliyor?

Rosa Luxemburg’un ” ya sosyalizm, ya barbarlık” ikilemi dışında bir üçüncü seçenek yok… Eğer söylediğin durum hakim olursa, belki de insanlık tarihinin hiç şahit olmadığı bir vahşetle yüz yüze gelmek kaçınılmaz. Onun için “Büyük İnsanlığın” elini çabuk tutması gereken kritik bir kavşaktayız… Ahmet Külsoy - Dünyalılar (www.dunyalilar.org)