HIDE
GRID_STYLE
TRUE
SHOW_BLOG

Yargının Bugün “Altın Devrini Yaşadığını” Söylemeye AKP Bile Cüret Edememişti (GÜN ZİLELİ)

Doğu Perinçek, dün gece (20 Haziran 2017) Ulusal Kanal’da Rafet Ballı ile söyleşisinde “bir zirveye (veya rezalete) daha imza atmış” ve “C...

Doğu Perinçek, dün gece (20 Haziran 2017) Ulusal Kanal’da Rafet Ballı ile söyleşisinde “bir zirveye (veya rezalete) daha imza atmış” ve “Cumhuriyet yargısının bugün altın devrini” yaşadığını, bugün içeride Fetullahçılarla PKK’lilerden başka kimsenin olmadığını belirttikten sonra CHP’nin başlattığı “Adalet Yürüyüşü”nün, ABD destekli, Fetullahçı ve PKK yanlısı  olduğunu ileri sürmüştür. Doğrusu, yargının “altın devrini” yaşadığını söylemeye AKP’liler bile cüret edememişti. Ve DP bunu da söyledi. Şaştık mı? Şaşmadık. Çünkü 2014 yılında başlayan AKP ile ittifak politikasının buraya varacağı o zamandan belliydi. Aslında bu çizginin başlangıç noktası 1975 yılındaki, “Sovyet sosyal emperyalizmi” politikasıdır. İzlenen çizginin bir mantığı vardır ve mantık daima iktidardakilere ya da güçlü iktidar adaylarına yamanmaktır. Durumun daha iyi anlaşılabilmesi için, 2014 Nisan’ında, AKP ile ittifak politikasının yeni başladığı dönemde yazılmış bir yazımı, başlığıyla birlikte güncelliyorum. 
(G.Z)


Yeni kuşak anarşistlerde anarşizmin her türlü ittifaka karşı olduğu gibi yanlış bir algı vardır. Oysa anarşizm, her türlü ittifaka değil, sadece devleti ve halihazır devlet iktidarını güçlendiren ittifaklara karşıdır; devleti ve halihazır devlet iktidarını tecrit eden ittifaklara ise taraftardır.

Genelde bir yanlış algı daha vardır. O da Mao zedung’un “düşmana karşı birleşilebilecek bütün güçlerle birleşmek ve düşmanı azami ölçüde tecrit etmek” stratejisinin yanlış olduğudur. Oysa yanlış olan, bu strateji değil, yanlış düşman ve dolayısıyla yanlış müttefikler tespitidir.

Mao zedung, 1930-1949 yılları arasında bu stratejiyi esasen doğru ve başarılı bir şekilde uygulamış ve sonunda kadim Çin devletiyle birlikte bu devletin aktüel temsilcisi Guomintang partisini yıkmıştır. Bunların yıkılmasında yanlış bir şey yoktu. Yanlış olan, bir devlet ve iktidarı yıkarken yerine bir başka devlet ve iktidar kurmaktı.

Biraz başlara dönüp kısaca bir özetleme yapalım. Çin Komünistleri, 1920’lerde Stalin ve Komintern tarafından Guomintang’la ittifaka zorlandılar ve bizzat bu devlet partisi tarafından ağır bir yenilgiye uğrayıp kırsal alanlara çekilmek zorunda kaldılar. Mao zedung, 1930’dan itibaren doğru bir devrim stratejisi izlemeye başladı. Baş düşman Guomintang’dı ve bu zorba güce karşı birleşilebilecek bütün güçlerle birleşmek gerekliydi. Aynı dönemde, Arif Dirlik’in Çin Devriminde Anarşistler kitabında (Türkçeye çevrilmemiştir, sadece benim bir özetlemem elyapımı broşür olarak Londra’da yayınlanmıştır) çok güzel anlattığı gibi, kendilerine “Paris anarşistleri” adı verilen bir kısım Çinli anarşist, Fransız modernist-anarşisti Elisée Reclus’un etkisiyle, Guomintang’la işbirliği çizgisi izlediler ve hatta anarşist kimliklerini gizleyerek, Çin’i modernleştireceğine ve demokratikleştireceğine inandıkları (bugünkü anarko-liberallerimizi hatırlayalım) Guomintang’a üye oldular, sonunda da bu partinin bir yan koluna dönüştüler. Sınıf mücadelesi yanlısı, anarko-komünist Liu Sifu öleli yıllar olmuştu ve onun takipçileri de Guomintang tarafından ağır baskı altına alınıp yok edilmişti. Bir kısım anarşist ise, 1917 devriminin etkisiyle komünist olmuştu. 1917 yılına kadar Çin’deki ana devrimci akım anarşizmdi.

Mao Zedung, II. Dünya Savaşı öncesinde yine Stalin ve Komintern tarafından “baş düşman” tespitini değiştirmeye ve Japon emperyalizmine karşı Guomintang ile ittifaka zorlandı. O dönem Stalin’e açıktan kafa tutmak kolay iş değildi. Mao, “baş düşmanı” değiştirmiş gibi yaptı ama esasında değiştirmedi. Sadece Mançurya’yı işgal etmiş Japonları baş düşman ve Guomintang ve onun lideri Çan kayşek’i müttefik ilan etmiş gibi yaptı ama fiiliyatta yine Guomintang’ı tecrit etmeyi birinci planda tuttu. Çünkü ülke içindeki esas zorba gücün Guomintang olduğunu çok iyi biliyordu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra, Stalin, Batılı emperyalistlerle ittifak politikasının gereği olarak, Batılıların müttefiki Guomingtang’la ÇKP’nin ittifak yapmasını istedi. Mao zedung, sanki bunu uyguluyormuş gibi yaparak Guomintang’a “ittifak” çağrılarında bulundu ama aslında onu baş düşman almaya devam etti ve sonunda Stalin’e rağmen Guomintang’ı yenilgiye uğrattı. Böylece “baş düşmanı azami ölçüde tecrit et” politikasını başarıyla uygulamış oldu.

Mao’nun başarısı burada biter, çünkü bundan sonra artık kendisi bir iktidar gücü, üstelik dünya çapında bir iktidar gücüdür. Bundan sonra Mao’nun uyguladığı bütün stratejiler, emperyalist güçler arasında bir denge oyunudur. Bu denge oyunlarından, Mao’nun deyişiyle sadece “olumsuz öğretmen” olarak bir şeyler öğrenebiliriz ama devrimci strateji anlamında öğrenilecek bir şey yoktur. Bu böyle olmakla birlikte, Mao’nun, Çin’in kadim devlet ve iktidar güçlerini devirmek için uyguladığı strateji doğrudur, ondan öğrenecek çok şey vardır, hele Guomindang işbirlikçisi haline gelen bir kısım Çinli anarşistin reaksiyoner çizgileriyle karşılaştırıldığında kesinlikle devrimcidir ve anarşizmin özüne çok daha yakındır.

Buradan, Türkiye’deki Maocu harekete (ve onun baş temsilcisi konumundaki Aydınlık hareketine) geçebiliriz. Doğaldır ki, Maocu hareket Türkiye’de ilk ortaya çıktığı 1970 yılında Mao’nun stratejilerini biraz da dogmatik bir şekilde öğrenmeye ve izlemeye önem verdi. Maoculuğu bir tür köylü devrimciliği olarak algılayan İbrahim Kaypakkaya’nın 1972 yılında ayrılıp bir başka Maocu hareket inşa etmeye girişmesinden sonra da Aydınlıkçı-Maocu hareket, Kaypakkaya’nın birçok haklı eleştirisine rağmen, 1975 yılına kadar esasen devrimci bir hareket olarak değerlendirilebilir. 1975 yılında bu hareketin, iki süper devletin baş düşman olduğu tespitinden sonra (bunun nasıl benimsendiğini Yarılma’da ayrıntısı ile anlattım) hareket kesinlikle sağ bir çizgi izlemeye başladı ve bu sağ çizgi bugünkü ulusalcı-sosyalist çizgisine ulaştı.

Esasen Doğu Perinçek’in şahsında temsil edilen bu sağ çizginin özü neydi ve Mao zedung’un “düşmanı azami ölçüde tecrit et” stratejisi ile bir benzerliği var mıydı? Görünüşte böyle bir benzerlikten söz edilebilir ama esasında Mao’nun 1930-1949 yıllarında doğru bir şekilde uyguladığı bu stratejiyle taban tabana zıttır. Çünkü Mao zedung, bu stratejiyi doğru bir düşmana karşı uygularken, Doğu Perinçek, aynı stratejiyi yanlış düşmanlara karşı uyguladı ve dolayısıyla yanlış güçlerle müttefik oldu. 1975’ten günümüze kadarki bu yanlışlıklar silsilesinin nasıl bir şey olduğunu ve nasıl bugün gelip AKP ile ittifak noktasına vardığını kısaca açıklamaya çalışacağım.

Doğu Perinçek (ve bir dönem benim de içinde yer aldığım destekleyicileri), 1975 yılından itibaren, her ne kadar baş düşmanın “iki süper devlet” olduğunu söylediyseler de aslında baş düşman olarak Sovyetler Birliği’ni aldılar. Bununla da kalmadılar, Sovyetler Birliği’nin işbirlikçisi olarak gördükleri ve o dönem “sahte sol” adını taktıkları Türkiye solunun aşağı yukarı tamamını da baş düşmanın içine kattılar. Baş düşmanı böyle tanımlayınca kaçınılmaz olarak Türkiye egemen sınıflarıyla ve bu sınıfın esas vurucu gücü olan Türk ordusuyla müttefik oldular. Doğu Perinçek açısından bunda bir yanlışlık yoktu. Çünkü onun esas stratejisi (Mao’nun tersine) iktidarı yıkmak değil, iktidarın yedek gücü rolünü oynayarak iktidara gelmek, en azından ona ortak olmaktı.

12 Eylül darbesi bu hesabı bozguna uğrattı. Çünkü 12 Eylülcüler, sadece kendilerine tehdit olarak gördükleri solu değil, sağı da hedef aldılar ve Aydınlık hareketini de aynı MHP gibi içeri attılar.

Bugünkü kuşaklar pek hatırlamaz, 1980’lerin ikinci yarısında, Aydınlık hareketi içinde, 12 Eylül’ü temsilen iktidara gelen ANAP konusunda bir tartışma oldu. Ben, esas darbenin, o gün iktidarı yürüten ve somutta 12 Eylül’ü temsil eden güç olan ANAP’a indirilmesi gerektiğini savundum. Doğu Perinçek ise, ANAP’ı müttefik olarak gördü (bu tartışmalar, o dönemde Aydınlıkçıların çıkardığı Saçak dergisinde ve 2000’e Doğru dergisinin okuyucu mektuplarına sıkışmış bir halde bulunabilir). Aslında Doğu Perinçek, 1975 yılında benimsediği stratejiyi yeni duruma uygulamaktaydı: İktidardaki güçten yararlanarak iktidara hamle yapmak ya da ortak olmak.

ANAP devri de geçti. Doğu Perinçek ve partisi, 1990’lı yılların ortalarından itibaren dümeni yeniden büyük bir iktidar gücü olan Türk ordusuna kırdı. Eğer ordunun iktidara el koyma ya da darbe planlarına destek olunursa pekâlâ iktidarın ortağı ya da yedek gücü olunabilirdi. Bu stratejiyle 28 Şubat’a kadar gelindi. 28 Şubat AKP iktidarına yol açtı ama ordunun iktidar iddiası sona ermemişti. Doğu Perinçek ve partisi ordunun iktidar iddiasına destek vermeye devam etti. Bundan sonraki gelişmeleri biliyoruz. AKP, orduyu tamamen kendi iktidarının denetimine almaya karar verdi ve ordu destekçilerini “Ergenekon davası” adını verdiği davadan, sahte ve uyduruk suçlamalarla içeri attı. Doğu Perinçek ve arkadaşları da aynı davadan yargılandılar.

Beş yıl süren yargılamanın ardından, AKP’nin tutukluluk süresini 5 yıla indiren bir yasa çıkarmasıyla Doğu Perinçek ve diğer Ergenekon tutuklularının büyük çoğunluğu dışarı çıktılar. Aslında Ergenekon tutuklularının dışarı çıkması, AKP iktidarının Bonapartist bir denge oyununun sonucu olmuştu. 17 Aralık’tan sonra iki cephede birden savaşamayacağını anlayan AKP, TSK ve Ergenekon sanıklarını serbest bırakarak onlara gizli bir ittifak önermişti. Açıkçası şuydu: “Fetullah Gülen ve Cemaati sizin de düşmanınız. Hatta sizi içeri attıran bütün tertiplerin ve sahte delillerin imalatçıları da bunlar (ki bu doğrudur). Şimdi benimle Gülen arasında çok çetin bir savaş var. Ben onların inlerine gireceğim. Bana yardımcı olun.”

Doğu Perinçek, daha dışarı çıkmadan yazdığı yazılarda bu ittifaka olumlu cevap vermiş ve “inlerine girme” girişimini desteklediğini yazmıştı. Dışarı çıkınca yaptığı konuşmalarda da bu tutumunu açıkça ortaya koydu. Recep Tayyip Erdoğan’ı “inlerine girsinler” diye yankıladı ve “hırsızlık propagandasının arkasında ABD var” dedi. Zaten Aydınlık gazetesinin dış politika sayfasında, satır aralarında başbakanın “Avrasya”cı olduğu işlenmekte, birinci sayfada AKP hükümetinin, Doğu Perinçek’in Avrupa’da “Ermeni soykırımı iddialarına” karşı kazandığı “başarı”yla ilgili tebrik mesajları yayınlanmaktaydı. Bugün Yeni Akit gazetesine verdiği röportajda ise gazeteci soruyor:

“O halde Tayyip Erdoğan’la da beraber mi olacaksınız?”

Doğu Perinçek yanıtlıyor:

“Evet, o konuda beraber olacağız. Yani F Örgütünün kökünün kazınmasında kim varsa. Çünkü Türkiye’nin Türkiye’den yönetilmesi için, Türkiye’de bir halk yönetimi, milli yönetim olması için bu şart. Hükümetin F Örgütüne karşı yaptığı her şeyde.”

Bu, hükümete açık bir ittifak çağrısı değil, hükümetin yaptığı üstü kapalı ittifak çağrısına açık bir kabul cevabıdır. Bunun devamı da gelecektir.

Şaşılacak hiçbir şey yok. 1975: Sola karşı Ordu ile ittifak; 1985: Özgürlükçü güçlere karşı ANAP ile ittifak; 1995: Demokratik güçlere karşı Ordu ile ittifak; 2005: Kürtlere ve sola karşı Ordu ile ve aşırı milliyetçi unsurlarla ittifak; 2014-(15): Diktatörlük karşıtlarına karşı AKP diktatörlüğü ile ittifak.

Bu çizgi iyi incelendiği zaman sonuç açıkça ortaya çıkacaktır: İktidarı ele geçirmek ya da en azından ona ortak olmak için iktidardaki güçlere yedeklenmek ve halihazır iktidarla simbiyotik bir ilişki içinde olmak.

Bunun, Mao’nun “düşmanı azami ölçüde tecrit et ve birleşilebilecek bütün güçlerle birleş” stratejisiyle hiçbir ilişkisi yoktur, hatta tam zıddır. Mao, 1930-49 arasında bu stratejiyi iktidarı tecrit etmek için başarılı bir şekilde uygulamıştır. Doğu Perinçek ise daima halk düşmanı devlet güçlerini ya da diktatörlükleri desteklemiş, onlarla birleşerek devlete ve iktidara karşı mücadele eden özgürlükçü güçleri tecrit etmek için çabalamıştır.

AKP diktatörlüğünün hizmetine çoktan girmiş, eski Aydınlıkçılar, Halil Berktay, Ethem Sancak, Kayahan Uygur ile çiçeği burnunda müttefik Doğu Perinçek diktatörün önünde kucaklaşmaktadır. 

Gün Zileli - 7 Nisan 2014 - www.gunzileli.com - gunzileli@hotmail.com