Tekrar özür diledin ikinize de gülümseyerek bakan çocuktan.
Yürüyen merdivene doğru giderken dönüp, “fazla geç kalma Canan, babamı
biliyorsun” dedi çocuk…
İstanbul Altunizade, 1996
Çay bardağındaki son yudumu da içtin. Tabağa bozuk para
bıraktın ve kalktın. Yanındaki boş koltukta duran bilgisayar çantasını omuzuna
asıp çıkış kapısına doğru yürümeye başladın. Alış veriş merkezi çok
kalabalıktı. Dükkanlardan ve mağazalardan yükselen müzik sesleri insan
seslerine eklenip bir uğultuya dönüşüveriyordu hemen. Her yanda bir uğultu.
Uğultulara eşlik eden parfüm, yemek ve ter kokuları. Daha fazla
dayanamayacağını bildiğinden, bir an önce dışarı çıkmak istedin. Hafta sonları
bu tür mekanlara gelmemek gerekir diye geçirdin içinden. Alış veriş merkezinin
çıkışı alt kattaydı. Yürüyen merdivenlere yöneldin. Bu kısımdaki koku daha
ağırdı sanki. Tam merdivene adımını atacakken biraz gerideki bir masaya takıldı
gözlerin. Benzetiyor muyum acaba diyerek dikkatlice baktın. Masada genç bir
kızla genç bir çocuk oturuyordu. Benzetmiyordun. O’ydu! Kalp atışların hızlandı
yine. Her yanını ter bastı bir anda. İki aydan biraz fazla olmuştu birbirinizi
görmeyeli. Altı yıldan sonra, O’nsuz geçen iki ay. Birdenbire kayboluvermişti. Ne
bir ses, ne bir soluk. Hiç haber alamamış, sesini bile duyamamıştın. Şimdi
burada böyle bir başkasıyla… “Madem gidecektin, peki altı yıl ne yaşadık biz
seninle” diye mırıldandın. Öfkelendin. Öfken yürüyen merdivenin sonuna, hatta
oradan çıkış kapısına kadar eşlik etti her yanına. Kapıda bir yığılma vardı.
Giren çıkan belli değildi. İyice gerildin. Aklın hala o masadaydı. Bir ara, “altı koca yıl” dedin. Kendi kendine konuşmaya başlamıştın farkında olmayarak. Kıvamı
gittikçe koyulaşan öfken konuşturuyordu seni. “Hep yan yanaydık. İş dışında hep
yan yana, birlikte. Evde, dışarıda, mitinglerde, gecekondularda, sendikada…”
Sakin olmaya çalıştın. İki elin de öfkeli birer yumruk olmuşlardı, çok sonra
fark ettin. Gevşemeye zorladın kendini ama başaramadın. Önündekilerle dalaşmak
üzereyken omuzuna dokunan bir el durdurdu seni. Hırsla geriye döndün. Genç bir
çocuk sana bakıp gülümsüyordu. “Ne var” dedin şaşırarak ve kızgınlıkla. Azıcık
sakinleşmeye başlamış gibiydin. “Merhaba, ben Ali” deyiverdi çocuk. İlk anda
anlayamadın olan biteni. Sonra “ne Ali’si, Ali de kim” diye karşılık verdin.
Gülümsemesi devam ediyordu çocuğun. “ne Ali’si olacak, Canan’ın abisi Ali” diye
cevapladı seni. Öylece kala kaldın. Dilin tutulmuştu sanki. Bir süre
konuşamadın. Utanmıştın. Şimdiye kadar hiç karşılaşmamıştınız. Fotoğraflardan
hatırlamaya çalıştın çocuğu. İki yaş küçüktü senden, yurtdışında yaşıyordu
yıllardır. Bildiklerin bundan ibaretti. “Özür dilerim, ilk anda tanıyamadım
sizi” demeyi başarabildin. Koluna girip gülerek seni çekelerken; “Hadi gel, birer
kahve içip laflayalım” dedi çocuk. Yürüyen merdivenden tekrar üst kata çıktınız.
Deminki öfkenin yerini şimdi dehşetli bir şaşkınlık almıştı. “O ne hızlı bir
gidişti öyle, zor yetiştim… neye sinirlendiysen artık” diyen çocuğu duymadın
bile. Otururken hemen yanındaki koltukta duran paltoyla çantaya ilişti gözün. O
anda gevşedin. Gevşemek ne kelime, çözüldün resmen. Ve işte o zaman hücum etti
masmavi bir gökyüzü yüreğine. “Ben sizi öyle görünce…” Sözünü tamamlayamadan
çocuk atıldı hemen… “Başka bir şey zannedip öfkeyle kalktın, gittin”… “Evet ama
sizi tanıyamadım, çok özür dilerim”… “Anlıyorum… neyse, demek bizim kara kızın
sürekli anlatıp durduğu şu meşhur İzmirli çocuk sensin, iki ay yanımızda kaldı,
üç kelimesinden ikisi sendin hep, pes dedim sonunda”… “İki aydır sizin
yanınızda mıydı” dedin elinde olmayarak. O iki ay bir sır olmaktan çıkıvermişti
işte. Yüreğine hücum eden mavilik çocuğun son cümlesiyle beraber bütün bedenine
yayılmaya başlamıştı. Cevap çocuktan değil de arkanda duran kıvırcık, gece gibi
simsiyah saçlı genç bir kızdan geldi. “Evet huysuz adam, iki aydır abimlerdeydim,
dil kursuna gitmeme izin vermediğin için…” Sözlerini tamamlayamadı kız.
Çocuktan kısaca bir özür dileyip fırladın kalktın masadan. Sımsıkı sarıldın
kıza. Kız da sana. Orada öylece ne kadar kaldığınız umurunuzda bile değildi. “Pardon
ama bekleseydiniz de ben gittikten sonra hasretinizi giderseydiniz, biraz ayıp
olmuyor mu böyle” diyen çocuğun sesi kendinize getirdi sizi. Tekrar özür
diledin ikinize de gülümseyerek bakan çocuktan. Yürüyen merdivene doğru giderken
dönüp, “fazla geç kalma Canan, babamı biliyorsun” dedi çocuk…
HAYRİ GÜNEL
("ŞARKILARI OLAN HİKAYELER: 13, HAYAT BİR KURGUDUR
ASLINDA")