“Şefçi rejim güvenlik aygıtını (özellikle orduyu)
tam olarak kendine tabi kılmış değildir ve güvenlik bürokrasisi içinde çatışma
potansiyelleri barındıran kırılgan ittifaklara şimdilik mahkûmdur. Bu durum, iktidarı
tedirgin etmekte, dolayısıyla onu mevcut özelleşme-paramiliterleşme eğilimini
daha da belirgin hale getirecek adımlar atmaya sevk etmektedir. Devlet
içerisinden (belki bugünün müttefiklerinden) gelebilecek muhtemel bir reaksiyon
karşısında “hassa birliklerine” dayanma ihtiyacı bu durumun eseridir. Kısacası
paramiliterleşme, son KHK ile ortaya çıkmış bir gelişme değildir. İktidar,
güvenlik aygıtı içerisinde kendisine mutlak olarak bağlı “özel” bir çekirdek
yaratmaya çalışmakta ve kendi tabanının bir bölümünü bu çekirdek etrafında
“resmi” olarak milisleştirmektedir (bkz. bekçiler ya da son KHK ile muhtarlara
silah taşıma yetkisi verilmesi)”
Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren son iki KHK
doğal olarak çokça tartışıldı. En çok ilgi ve haklı olarak endişe uyandıran
husus ise 696 Sayılı KHK’nın 121’inci maddesindeki sivil kişilerin “15/7/2016
tarihinde gerçekleşen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı
niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişilerin
fiilleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu olmayacağına” dair
düzenlemeydi.
Söz konusu maddenin muğlak bir karakteri var. Düzenleme, 15
Temmuz 2016’da gerçekleşen darbe girişimiyle ilgili eylemleri kapsıyor gibi
görünse de gelecekte gündeme gelebilecek ve siyasal iktidarca “terör” ya da
“darbe girişimi” olarak nitelenebilecek toplumsal olayların bastırılmasına
ilişkin bir cezasızlığı da gündeme getirip getirmediği bir soru işareti. KHK
ile bir af düzenlemesinin hukuki geçerliliği tartışması bir yana bu affın
sadece geçmiş eylemleri mi kapsadığı yoksa geleceğe de mi işaret ettiği bir
muamma. Bu belki de bilinçli olarak yaratılmış bir belirsizlik.
Bu düzenleme dolayısıyla mevcut siyasal iktidarın
paramiliterleşmenin önünü açtığı belirtilirken, bunun bir “iç savaş”
düzenlemesi sayılabileceği de vurgulanıyor. Birçok yorumcuysa söz konusu
düzenlemeyle rejimin “faşizan” karakterinin daha baskın hale geldiği-geleceği
yorumunu da yapıyor. Bunun neden böyle sayılması gerektiğine dair, faşizmin ne
olup olmadığına dair kısa bir hatırlatma yapmakta yarar var.
Faşizmi “geleneksel” sağ kanat siyasal akım varyantlarından
ayıran, onun muarızlarını şiddet ve terör yoluyla sindirerek iktidara gelmeye
çalışan parlamento dışı bir kitle hareketi olmasıdır. Faşizmin reaksiyoner bir
kitle hareketi oluşu, yani aşağıdan gelişen ve sınıf hareketini hedefleyen bir
kitle terörizmi biçimi olması, onun tanımlayıcı bir özelliğidir. Faşizm basitçe
siyasal reaksiyon biçimlerinden biri değildir. O “istisnai” bir formdur ve
başka sağ kanat siyasal akımların sahip olmadığı bir güçle donanmıştır: Sözde
devrimci ya da antisistemik bir jargon kullanan radikal bir kitle hareketinin
oluşturduğu siyasal ve sosyal güç. Aşağıdan gelişen kitlesel bir terör
mekanizmasını seferber edilmesi, faşist şiddeti karakterize eder ve bir kez
iktidara geldiğinde faşizmin baskı aygıtının “geleneksel” metodlardan çok daha
etkili ve bütünsel olmasına yol açar.
Plebisiter Bonapartizm
Konumuza geri dönelim: Aslına bakılırsa bugüne kadar
“Erdoğanizm” yaygın ve geniş bir paramiliter aygıt ya da “devrimci” nitelikleri
haiz bir kitle seferberliğine dayanmadı. İktidar, düzen içi hizipleri şef
lehine tanzim etme ve devleti kendi suretinde yeniden örgütleme çabasında esaas
olarak ezici sandık çoğunluğuna, büyük kalabalıkların liderin idaresinde
mobilize edilmesine, yani “milli irade” mitine, şefin milli iradenin otantik
temsilcisi olduğu varsayımının doğrulanmasına dayanmak zorundaydı. Bu bakımdan
mesela orduya ya da yaygın bir paramiliter ağa yaslanan (dolayısıyla görece
kolay istikrar kazanan) bir Bonapartizmle değil, plebisiter bir Bonapartizm ile
karşı karşıyaydık.
Bu durum değişmekte midir? Siyasal iktidarın
paramiliterleşme yönünde bir dizi adım atmakta olduğuna dair yakın zamanlarda
çokça şey yazıldı çizildi. Bir ara Osmanlı Ocakları gündeme geldi. Ancak bu
“ocakların” ömrü kısa sürdü ve örneğin Ülkü Ocakları ya da Nizam-ı Alem
Ocakları gibi kitleselliğe ve “kurumsal” sürekliliğe asla sahip olmadı. Yakın
zamanda Halkın Özel Timi Derneği gündeme geldi, tartışıldı. Ancak bu “derneğin”
de tabanı, faaliyetlerin kapsam ve yaygınlığı konusunda ciddi soru işaretleri
mevcut. Bu bakımdan siyasal iktidar, halen yaygın ve örgütlü bir paramiliter
ağa, paramiliter nitelikte bir kitle hareketine yaslanmamaktadır. Yeni rejimin,
bırakın SA ya da Kara Gömleklileri, bir “10 Aralık Cemiyeti” (yeğen
Bonaparte’ın lumpen proletaryayı vurdulu kırdılı işlerde seferber ettiği örgüt)
dahi henüz yoktur.
Parti teşkilatında ve tabanda (darbe gecesi de açığa çıkan)
belli bir silahlanma-militarizasyon eğiliminin bulunduğu aşikâr olsa da bu,
mevcut Bonapartist girişimin asli dayanağı değildir. Aslında iktidarın
“paramiliterleşme” eğilimi, kendini “sivil-kitlesel” değil, “resmi-kurumsal”
düzlemde açık etmektedir. Yani kitle hareketi karakteri taşıyan bir
paramiliterleşmeden ziyade mevcut baskı aygıtı içerisinde cereyan eden bir
“milisleşme” istidadından bahsetmek çok daha makuldür. Geleneksel-normal baskı
aygıtının dışında gelişen ve bir kitle hareketi niteliği arzeden bir
milisleşmeden ziyade, bizzat o aygıtın içinde gelişen “resmi” denebilecek bir
paramiliterleşme söz konusudur.
“Resmi” Paramiliterleşme
Buna göre ordu ve özellikle polisin kurumsal özerkliği
aleyhine gelişen bir ideolojikleşme-partizanlaşma eğilimi gelişiyor. Doğrudan
siyasal iradeye, hatta Reis’e bağlı olacak “özel” kuvvetlerin sayı, donanım,
kapasite ve faaliyet alanı genişliyor. Bu, yani güvenlik aygıtının “şefe” bağlanarak
doğrudan siyasallaştırılması, hemen bütün “şefçi” rejimleri zaten karakterize
eden bir husus. Dolayısıyla ordu ya da polisle bakışımlı, hatta bazen ona
alternatif olacak bir kitlesel paramiliter teşkilattan ziyade bizzat bu
güvenlik aygıtı içerisinde “hassa” kuvvetlerinin yaratılması gibi bir eğilim
söz konusu. JÖH ya da PÖH gibi özel kuvvetler ya da bir başka açıdan “yerli
Blackwater” diye tanımlanabilecek SADAT, bu
“özelleşme-milisleşme-paramiliterleşme” eğiliminin belirgin ifadeleridir. Bu
resmi-kurumsal paramiliterleşme, aslında daha önceki yıllarda başlamış bir
“özelleşme” eğiliminin (korucular, ordu içinde profesyonel kuvvetlerin öne
çıkışı, polisin ordulaşması vs.), rejimin şefçi bir doğrultuda yeniden
yapılanması ve devletteki parçalanma dolayısıyla baskın bir eğilim halini
almaktadır.
İktidarın güvenlik aygıtının çeşitli düzeylerinde MHP,
“ulusalcılar” ya da çeşitli başka kliklerle zoraki-gönüllü bir ittifak
içerisinde olması, bu partizanlaşma-paramiliterleşme eğilimini güçlendiren bir
faktör olarak düşünülmelidir. Şefçi rejim güvenlik aygıtını (özellikle orduyu)
tam olarak kendine tabi kılmış değildir ve güvenlik bürokrasisi içinde çatışma
potansiyelleri barındıran kırılgan ittifaklara şimdilik mahkûmdur. Bu durum,
iktidarı tedirgin etmekte, dolayısıyla onu mevcut özelleşme-paramiliterleşme
eğilimini daha da belirgin hale getirecek adımlar atmaya sevk etmektedir.
Devlet içerisinden (belki bugünün müttefiklerinden) gelebilecek muhtemel bir
reaksiyon karşısında “hassa birliklerine” dayanma ihtiyacı bu durumun eseridir.
Kısacası paramiliterleşme, son KHK ile ortaya çıkmış bir gelişme değildir.
İktidar, güvenlik aygıtı içerisinde kendisine mutlak olarak bağlı “özel” bir
çekirdek yaratmaya çalışmakta ve kendi tabanının bir bölümünü bu çekirdek etrafında
“resmi” olarak milisleştirmektedir (bkz. bekçiler ya da son KHK ile muhtarlara
silah taşıma yetkisi verilmesi).
“Sivil” Paramiliterleşme
Yukarıda anılan KHK düzenlemesinde “sivillerden”
bahsediliyor oluşu, paramiliterleşmenin bir “kitlesel hareket” olarak da
gelişmesine işaret edip etmediğiyse bir soru işaretidir. Mesele siyasal
iktidarın bir toplumsal kalkışma ya da bir “turuncu devrimden” korkuyor
olmasıyla ilgilidir elbette. Düzenleme, bu olasılıklara, dahası yeni bir darbe
girişimi, ya da muhtemel bir seçim yenilgisi gibi durumlara dair bir hazırlık
tedbiri olarak yorumlanabilir. Ancak açıkçası sokakta, paramiliter bir tedhiş
hareketiyle ezilmesi gerekecek bir canlılık yoktur ve yukarıda anılan durumlar
söz konusu olduğu olasılıkta da “sivil” değil, “resmi” milisleşme muhtemelen
çok daha etkili bir bastırma aracı olacaktır.
Bu bakımdan “terör” ve “darbeye” karşı mücadelede
“sivillerin” öne çıkarılmasıyla hedeflenen, muhalefeti sindirmek kadar, hatta
belki ondan daha fazla iktidarın tabanını diri tutmaktır. Bilindiği gibi zaten
uzun süredir, dört bir yanda yeni tehditler keşfeden, en uçuk komplo
senaryolarını piyasaya süren alarmist seferberlik söylemi, AKP tabanını
teyakkuz halinde tutup sürekli siyasallaştırmaya, sıkılaştırmaya, ajite etmeye
koşulmaktadır. Mevcut iktidar ilişkilerini muhafaza etmek adına tabanın
“devrimcileştirilmesi” diye tarif edilebilecek bir tutumla karşı karşıyayız.
Tabanın mobilize edilme çabasında istenen performansın
yakalanıp yakalanamadığıysa meçhuldür.
Aslında toplumun iktidar karşıtı kadar iktidar yanlısı “yarısının” da
siyasal temsilcileri aracılığıyla seferber edilemediği ve seyirci konumuna
sürüklendiği bir durumla karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Bu nedenle
iktidar, toplumsal tabanındaki yorgunluk emareleri ve dolayısıyla da plebisiter
gücünün aşınması karşısında telafi edici mekanizmalar aramaktadır. “Sivil”
paramiliterleşme, yani tabanın “terör” ve “darbeyle” mücadelede gerektiğinde
muhbir gerektiğindeyse bizzat kolluk olarak vazifelendirilmesi, bu telafi edici
mekanizmalardan biri sayılabilir. Böyle bir düzenlemeyle muhtemelen tabandaki
daha siyasallaşmış ve “ileri” kesimlerin sırtı sıvazlanmakta, onlara güven
verilmek istenmektedir. Bu bakımdan, tabanın en ideolojikleşmiş unsurlarının
bir yarı polisiye seferberlik aracı olarak kullanılması, iktidar yanlısı “yüzde
elliyi” birlik ve bütünlük içerisinde tutmaya, “safları” diri tutmaya dönük bir
bölme-saflaştırma girişimi olarak yorumlanabilir. Onun “iç savaşçı” niteliği
tam da bu bölme-saflaştırma hedefinden kaynaklanmaktadır.
Tabanın “ideolojikleştirilmesi”, sürekli değişen düşmanlar
karşısında saflaştırılması, Erdoğancı Bonapartist girişim için seçimlerde oy
devşirme ihtiyacıyla açıklanabilecek taktik bir ihtiyaç değil, stratejik bir
gerekliliktir. August Thalheimer bu durumu şöyle özetler: “Faşizm ve
Bonapartizm burjuva toplumuna ‘düzen ve güvenlik’ sözü verir. Ancak toplumun
daimi 'kurtarıcıları’ olarak vazgeçilmezliklerini ispat etmek için devamlı
olarak kaygı ve güvenliksizlik hissi yaratacak şekilde toplumun sürekli tehdit
altında olduğunu göstermeleri gerekir.” O “düzen ve güvenlik” argümanının
bizatihi kendisi berhava edilemediği sürece önümüz karanlıktır.
Not: Bugün şu son KHK’daki düzenlemeye haklı olarak itiraz
eden cumhuriyetçi-liberal muhalefetin önemli bir bölümü, o “düzen ve güvenlik”
argümanının yerleşmesine (bilinçli-bilinçsiz) katkıda bulunmuştur,
bulunmaktadır. Hatırlatmış olalım… (FOTİ BENLİSOY)