“Medeniyetin doğduğu yer olan Mezopotamya ve Anadolu’nun
göbeğinde yaşıyoruz. Ulus devlet bu topraklara yaramadı. Din üzerinden tesis
etmeye çalıştık, tutmadı. Irk üzerinden yürütmeye uğraştık, olmadı. Artık
alıştığımız bir huzursuzluğun içinde, yokluk ve yoksulluğun ahlakımıza da
sirayet ettiği bir vaziyetteyiz”
i.
Geçtiğimiz yıl ülkenin sayılı hukuk fakültelerinden birinin
insan hakları kürsüsünün anabilim dalı başkanı BİMER’e şikâyet edilir. Gerekçe
hocanın derste terör propagandası yapması, teröristleri haklı çıkarmaya
çalışmasıdır. Twitter üzerinden de hoca üzerine bir linç operasyonu başlatılır.
Hoca kendini basitçe savunur: Derste anlattığı şey İnsan Hakları Avrupa
Mahkemesi kararıdır; çevirisi Adalet Bakanlığı’na ait olan, Türkiye’nin mahkûm
edildiği bir olayın derste işlenişidir. Öyle ya, hukuk eğitiminin mahkeme
kararları incelenmeden tatbik edilmesi mümkün müdür? Veya şöyle soralım,
Türkiye’nin insan hakları sicili, bir insan hakları hukukçusunun dikkatinden kaçabilecek
kadar temiz midir? Bereket, şikâyetten herhangi bir sonuç çıkmaz, troller
hocanın başını yemeye muvaffak olamazlar. Peki gavurun chilling effect dediği,
bir daha basit bir meselede dahi ifade özgürlüğünü kullanmakta tereddüt
ettirecek olan o acaba sorusuna cevap bulabilmiş midir hoca? O kadarını
bilemiyoruz.
ii.
Afrin Operasyonu fiilen başlar. Ulusal televizyon
kanallarının hepsinde günde iki veya üç saat operasyona dair bilgi paylaşılır.
Mutlak olan tek bir vurgu vardır: Uzun zamandır iyiden iyiye ayrışmış bir
toplum haline dönen Türkiye toplumunun bu operasyon vesilesiyle birleştiği,
kenetlendiği iddia edilir. Operasyonun başlamasından evvel ve sonrasındaki
süreçte ulusal medyayı ilgilendiren başka haberler de ortaya çıkar; işsizlikten
veya yoksulluktan dolayı kendini yakan vatandaş, grev kararı milli güvenlik gerekçesiyle
ertelenen metal işçileri ve Anayasa Mahkemesi’nin kararına gayrı hukuki bir
biçimde direnen Ağır Ceza Mahkemesi. Toplumun sınıfsal olarak ne kadar
ayrıştığının en önemli göstergeleri gözümüze gözümüze çarpmamaktadır Afrin
Operasyonu gibi. Veyahut devlet mekanizmasının ne denli tepetaklak olduğuna
dair en önemli örnek nedense karşımıza çıkmamaktadır. Görünür olan tek şey
şudur: Türkiye toplumu savaş sayesinde tek vücut olmuştur. Gerek duyulursa
fabrikasındaki işçileri işten çıkarmadan Afrin’e gönderebilecek milliyetçi
işverenin milliyetçi duyguları kabarmıştır ya, o yeter[1].
iii.
Her çatışma döneminde sıklıkla karşılaştığımız üzere,
operasyonun başlamasıyla birlikte devlet erkanının en üst merciinden en alt
tabakasına kadar bir barış düşmanlığı baş gösterir. Barış istemenin, siyasi bir
çözümle kan akmasına gerek kalmadan sorunların çözülmesinin bozgunculuk ve
vatan hainliği ile eş görüldüğü bir döneme girilir. Savaşı bir halk sağlığı
sorunu olarak tanımlayan tabipler gözaltına alınır, barış bildirisi dağıtmak
yasaktır, suçtur. Yanı başımızda 2011 yılından bu yana yangın yerine dönmüş,
milyonlarca insanın mülteci durumuna düştüğü, yüzbinlercesinin öldüğü bir
Suriye gerçekliği yokmuş gibi, Afrin Operasyonu’na dair bu minvalde eleştiriler
yöneltmek terör, terörizm ve teröristlerle işbirliği gibi anahtar sözcüklerle
eşanlamlılaştırılır.
Bu vasatta sıradan Türk insanının savaş ile kurduğu ilişki
dikkat çekicidir; her ortamda savaş hakkında akıl yürüten, operasyonel yorumlar
ve çıkarımlarda bulunan kişiler mevcuttur. Fakat bu motivasyonun kaynağı
belirsizdir. Doğrusu ortada bir öfke, hatta nefret mevcuttur ama bu öfkenin
kaynağı ne kadar gerçek bir yere tekabül eder, orası tartışmalıdır. Şöyle ki,
Bosna Savaşı’nda tecavüze uğramış bir kadının travması veyahut babası PKK
tarafından öldürülmüş bir asker çocuğunun babasızlıkla büyüdüğü yıllar boyunca
içinde biriktirdiklerinin yansıması değildir gördüğümüz. Savaşın doğrudan
doğruya tarafı olmamış insanların, yalnızca sanal bir bağ kurdukları savaşa ve
çatışmanın devamına dair yüksek perdeden atıp tuttuğu bir ortam ne kadar
gerçeğe dayanabilir? Peki ya bu gözü dönmüşlük, her kesimden bu çıldırmışlık
herhangi bir sebep sonuç ilişkisinde açıklanabilir mi?
iv.
Medeniyetin doğduğu yer olan Mezopotamya ve Anadolu’nun
göbeğinde yaşıyoruz. Ulus devlet bu topraklara yaramadı. Din üzerinden tesis
etmeye çalıştık, tutmadı. Irk üzerinden yürütmeye uğraştık, olmadı. Artık
alıştığımız bir huzursuzluğun içinde, yokluk ve yoksulluğun ahlakımıza da
sirayet ettiği bir vaziyetteyiz.
Bu gidiş nereye efendiler? Bağımsız, demokratik, her
vatandaşına eşit mesafede duran ve işi ehline, hakkı sahibine veren bir
cumhuriyeti inşa etmek, kendini 80 milyonluk bir memleketin tek kurtuluşu
olarak gören insanların, bu insanların yürüttüğü gayrı insani politikaların
peşine takılmaktan daha mı zor?
Zor olmadığına her ortamda şahidiz aslında. Memleketin
gidişatına dair, işleyişin bu kadar çökmesinden, kamu denen şeyin ortadan
kalkmasından, türlü türlü haksızlık ve hukuksuzluktan rahatsız olan milyonlarca
insanın var olduğunu biliyoruz. Sadece aynı insanların altı yıldır Afrin’i
kimin yönettiği çok açık bilindiği halde adı ağza alınmayan bir savaşa, belli
ki meseleye Kürtler dahil olduğu için, böylesi bir çılgınlıkla adapte olmasını
açıklayamıyoruz.
Bu savaş, çatışma veya operasyon, adını nasıl koyarsanız
koyun, yüzyıllardır birlikte yaşayan iki halkın ortak hafızasını daha da
yaralayacak. Anlaşılan o ki kendini abi olarak gören Türk, kardeşi konumundaki
Kürdü evden kovarak bu bozuk aile yapısını dağıtacak. Belki de sağlıklı bir
ayrılık ihtimali için gerekli olan budur. Anadolu’nun kadim hafızasına karşı
ilk ihanet bu değil ne de olsa.
Ama öteki ihtimal, işte o insanı korkutuyor. (HİKMET
TEKİN-EMEK VE ADALET)