12-13-14 MART 1995'TE HAYATLARINI KAYBEDEN 22 İNSANIN ANISINA...
İstanbul Gazi Mahallesi, 13 Mart 1995…
Cemevi önündesin. Saat sabahın dokuzu. Geceden beri burada
bekleyen çok büyük bir kalabalığın içindesin. Birkaç saat önce bir panzerden
açılan ateşle iki kişiyi yitiren bir kalabalık bu. Korku öfkeye, öfke kaygıya,
kaygı kararlılığa dönüşmüş. Hiçbir romanın, hiçbir şiirin yazmadığı, hiçbir
şarkının anlatmadığı tuhaf bir durum var her tarafta. Biraz aşağıda toplanan yüzlerce
insan, eski karakola doğru yürümek istiyor. Arada bir silah sesleri duyuluyor.
Bütün semt sokakta. İstanbul’un her yerinden buraya gelenler de cabası. Cemevinin
içinde bir cenaze bekletiliyor. Silah sesleri artıyor. Panzerlerden gelen
mermiler, karakola yürümek isteyen kitlenin en önündekileri düşürüyor. Sonra
tazyikli su sıkıyor polis. Kurşunları karşılayan bedenler hızla cemevine
taşınıyor. Çok hızlı hareket ediyor insanlar. Düşenlerin yerini diğer insanlar
alıyor. Çığlıklar, sloganlar, küfürler, polis anonsları. Karakola yürümek isteyen
kalabalığa ateş eden polislerin üzerine yağmur gibi yağan taşları
görebiliyorsun. Çil yavrusu gibi kaçıp dağılıyor polisler. İçlerinden düşenler
ve düştükleri yerde kalanlar var. Bir süre sonra cemevinin hemen altına, cadde
üzerine barikat kuruluyor. İnsanlar etraftan bulduklarını ve evlerinden
getirdiklerini büyük bir barikata dönüştürüyorlar. Taşlar, çöp bidonları, eski
somyalar, çekyatlar, dolaplar, masalar çok kısa bir sürede dev bir barikat
oluyor. Tam o sırada yeni ölüm haberi daha düşüyor kitlenin orta yerine. Bir
öfke gökyüzünü deler mi? Deliyor işte. Soğukkanlı olmaya olanak yok gibi. Bazı
polisler panzerlerden atlayıp kaçıyor. Kalbin yerinden çıktı çıkacak. Cemevi
önüne oturmuş yaşlı bir kadının sessizce ağladığını görüyorsun. Kalabalığın
içinden gür bir ses, “Yaşar’ı gören var mı” diye haykırıyor. Sorunun aklına ilk
getirdiği şey ölüm oluyor. Kitle birdenbire “Katil Polis” diye bağırmaya
başlıyor. Hemencecik bir slogan disiplinine dönüşüyor bağırmalar. Yüzlerce, binlerce
insan, hep birlikte ve tarif edilemez bir öfkeyle “Katil Polis” diye bağırıyor.
Aşağıda kalan bir polis grubu üzerine taş yağıyor. Bu kadar çok taşı bir arada
ilk kez orada görüyorsun. Yerden bir kucak dolusu taş toplayıp sen de
katılıyorsun taş yağmurunu büyütmeye. O kadar çok kaptırıyorsun ki kendini,
hemen arkandan gelen incecik sesi anca duyabiliyorsun. “Daha hızlı atmalısın”
diyor ses. Sese dönüyorsun hemen. Kalbin işte şimdi yerinden fırlayabilir.
Dilinden dökülen ve sonra kalabalığın ve seslerin arasında yalpalayan kelime
bir derya kuşu sanki. Her yanında yankılanıyor. “Canan!” Dilin damağın kuruyor.
Taş atmayı bırakıyorsun. Öylece kalıyorsun. Bir şeyler söylemeye çalışıyor ama
bir türlü beceremiyorsun. Karşında duran genç kız da tıpkı sen gibi. Gülmek
istiyorsunuz ama gülmüyorsunuz. Sevinmek istiyorsunuz ama sevinmiyorsunuz. Sarılmak
istiyorsunuz ve sarılıyorsunuz. Kendini toparlayıp buraya kadar nasıl geldiğini
soruyorsun kıza. “Berfin’le birlikte geldim” diyor kız. Daha çok şey sormak
istiyorsun. Kız yılların alışkanlığıyla sorgu sualin başlayacağını hemen tahmin
edip kucağına bir öbek taş bırakıyor ve ekliyor; “İştahını Kadıköy’e sakla,
şimdi taş atmak, direnmek zamanı”. Birlikte fırlattığınız ilk iki taş, bir çift
turna olup havada süzülüyor sanki. Arada bir bakışlarınız buluşuyor. Ayrı geçen
koskoca üç yılın acısını çıkarıyor buluşmalar. “Ben bu kızı çok sevmişim” diyor
yüzün. Polise taş atarken kitle, bakışırken sevda oluyorsunuz…
HAYRİ GÜNEL
("ŞARKILARI OLAN HİKAYELER: 14, HAYAT BİR KURGUDUR
ASLINDA")