Bin dokuz yüz yedi’de doğdu, kırk sekiz’de öldürüldü, iki
bin yedi doğumunun 100. yılı. Ölümü hâlâ aydınlatılamadı. Katline dair çok
şeyler söylendi kişisel zaaflarından tutun polisle işbirliğine kadar...
Daha yaşadığı dönemde yapıtları yabancı dillere çevrildi.
Sovyetlerde onun kadar tanınmış bir başka yazar daha yoktu: “Tanınmış Türk
yazarı Sabahattin Ali (1907-1948) eskiden beri ünlü Sovyet Türkologlarının
dikkatini çekmiştir. Zaten, özellikle daha 40’lı yıllarda Sovyetlerde
Sabahattin Ali ölçüsünde tanınmış başka bir Türk yazarı yoktur. Daha
hayattayken Sabahattin Ali hakkında tez yazılmış, yapıtları üzerine
araştırmalar yapılmıştır. Bundan sonra iki romanının çevirileri, öykücülüğünün
en önemli yanlarını inceleyen makaleler ve ayrı ayrı monografiler yayınlanmıştır.
Böylece yalnız uzmanlaşmış Türkologlar değil, genel olarak Sovyet okurları da
bu büyük yazı ustasının yapıtlarını yakından tanımışlardır.[1]
Yalnızca yurtdışında değil memleketinde de dikkatleri
üzerinde toplamış bir yazardı. Kemal Bayram Çukurkavaklı’nın Sabahattin Ali
Olayı kitabında[2] Bekir Semerci ve Mehmet Başaran’dan öğrendiğimize göre Carl
Ebert [3] Hasanoğlan Köy Enstitüsüne ziyarete gelir. Konuşmasını yapar. Sonra
öğrenciler Sabahattin Ali’yi de ısrarla dinlemek ister. Sabahattin Ali onlara
“Rüzgâr” şiirini ve başka bazı şiirlerini okur.
Öğrencilerden birisi bir şiirinde geçen “Zaman zaman mağlup
olsam bile betime/ İnsan olmak dokunuyor haysiyetime” dizelerini anımsatarak
“Hocam insan olmak haysiyetinize dokunuyor mu?” deyince, o hemen:
“Bakın bir açıklama yapma gereği duyuyorum burada.
Ellerinizle yükselttiğiniz yapıları, diktiğiniz ağaçları gördük yetiştirdiğiniz
bağı, açık hava tiyatronuzu, çalışmalarınızı gördük. Bambaşka bir hava esiyor
Hasanoğlan’da. Kişi kendini, dünyasını yeniliyor, mutluluk duyuyor…O dizeyi
şöyle düzeltmek istiyorum sizin önünüzde ‘Gayrı insan olmak dokunmuyor
haysiyetime.’”
Bir alkıştır kopuyor. Gençler Sabahattin Ali’yi çok seviyor
ve bu da fincancı katırlarını ürkütüyor: “Nitekim CHP ve Demokrat parti
dönemlerinde bakanlık müfettişleri bu şiiri okutmaktan bizleri defalarca
sorguya çekmişlerdir.”[4]
Kuyucaklı Yusuf romanı 14 Haziran 1937’de toplatılarak roman,
aile hayatı ve askerlik aleyhinde olduğu gerekçesiyle mahkemeye verilir.
Mahkeme bilirkişi oluşturur. Bilirkişi heyetinde ünlü romancı Reşat Nuri
Güntekin de vardır. Güntekin şöyle der:
“Sabahattin Ali kanaatimce son neslin hikayecilerinin en
kuvvetlisidir. Ve Kuyucaklı Yusuf romanı memleketimiz ve edebiyatımızın yüzünü
ağartacak kıymetli bir sanat eseridir”[5]
Sabahattin Ali’nin dayısının oğlu olan M.Reşit Ertüzün’ün
Sabahattin Olayının Gerçeği kitabının önsözünde İlhami Sosyal şöyle bir anısını
nakleder:
“Ataç bir gün sınıfta, öğrencilerine ders kitapları dışında
neler okuduklarını sormuş ve tümüne yakınından ‘Pol ve Virjini’ yanıtını alıp
pek çok öfkelenmişti. Bir tek ben, nasılsa elime geçirdiğim Ignazio Silone’nin
Fontamara romanını okuduğumu söylemiş de Hoca’nın öfkesini yatıştırmış, ‘Sen
onu çevireni tanıyor musun?’ sorusuyla karşılaşıştım.
Evet biliyordum, Sabahattin Ali idi…Günün politik ortamı,
bir lise öğrencisinin öyle şeyler okuduğunu söylemesine uygun değildi. Ataç’a
bunu dersten sonra söyledim, güldü, ‘iyi’ dedi, ‘akşam birlikte çıkalım, seni
bir kitapçıya götüreceğim’.
Sonra da, raflardan arayıp bulduğu, Akba yayınevinin
çıkardığı Değirmen, Kağnı, Ses adlı üç hikaye kitabıyla Kuyucaklı Yusuf adlı
romanını alıp bana hediye etti, ‘al bak bunları oku, bunlar Pol ve Virjini’ye
benzemez, doğru dürüst şeylerdir’” [6]
Benzer bir anıyı Sabahattin Ali’nin kız kardeşi Süheyla
Conkman’dan aktaralım:
“Sık sık Nurullah Ataç da gelir, annemin yaptığı ev
eriştesini pek severdi. Bir gün Nurullah Bey anneme “Oğlunuzda namütenahi bir
zeka var, bunu biliyor musunuz?” demiş, annem de teşekkür etmişti.” [7]
Nihal Atsız Orhun Dergisinde Başbakan Saraçoğlu Şükrü’ye
açık mektup yazısında, komünistlerin devlet dairelerine kadar sızdığını
söylüyordu. Bu komünistlerden birisi Sabahattin Ali’ydi ve Hasan Âli Yücel
tarafından korunuyordu. Sabahattin Ali ırkçıların boy hedefi haline gelmişti.
Yani bütün “kişisel zaafları”na rağmen sol’un sembolü haline gelmişti.
Marksizm’i bilip bilmediği, komünist olur olmadığı bir tarafa[8], sola vurmak
isteyen ona vuruyordu, vurmak zorunda kalıyordu:
“Bir çeşit semboldü, Sabahattin’e vurmak sola vurmak
anlamına geliyordu.” [9]
Peki neydi şu ünlü “kişisel zaaflar”? Öncelikle sormak
gerekiyor, zaafsız insan olur mu? Durmaksızın, en ufak bir boşluk bulduğunda,
otobüste, yürürken, sıkıldığı bir dost sohbetinde elinden kitabı düşürmemek mi?
Marksist klasiklerin ülkemize sayıyla girebildiği bir dönemde birkaç dil bilen
bir insan olarak durmaksızın anlatmak mı?
“Kapısı, dostlarına vakitli vakitsiz daima açık olduğu için,
bir çok kişiyi de orda tanımışımdır. Evli arkadaşları dışında, talebeleri de
ziyarete gelirdi. Onun evindeki gibi, bu aile, arkadaş ve talebeleriyle
sürdürdüğü, esprili, bilgili, son derece açık ve samimi sohbetlere ömrümce
hiçbir yerde ras(t)lamadım. Bir oda dolusu insan içinde hep o konuşur, yaşlı,
genç hep kendini dinletirdi. Hayranlık ve saygı topladığını sezerdim orada
bulunan insanların yüzünden…Dostlarıyla sohbet sırasında kalkar, kitaplıktan
bir kitap alır, konuşulan konuları daha da aydınlatmak için bölümler okurdu.”
[10]
Hapishanede hücre cezası aldığında, kitap okuması da
yasaklanmıştı, pencereye yapıştırılmış ufacık bir gazeteyi camdan söküp eline
alarak bir tersten bir düzden durmaksızın okuması mı? Yoksa hayat dolu olması
mı?
“Bir gün yağmur yağdı, ardından güneş açtı, tam tepemizde
ışıl ışıl bir ebemkuşağı belirdi. S.Ali gayet sağlıklı, hayat dolu, kilosundan
umulmayacak kadar çevik bir adamdı: ‘Koşsam altından geçebilir miyim acaba?’
diye bir koşu tutturdu. Ben: ‘Ebem kuşağının altından geçen cinsiyet
değiştirirmiş,’ dedim, hemen durdu ‘Kadın olmak çok mu kötü?’ diye sordum:
‘Kötü olduğundan değil, otuz yedi yaşıma geldim, kadın olsam bundan sonra beni
kim alır?’diye şaka ile yanıtladı.”[11]
Temel bazı yanılgılara dair düzeltme
Hıfzı topuz yakın bir zamanda “Sabahattin Ali’nin romanı”
ismiyle bir kitap yayımladı. Yayımlanan kitap polemiklere yol açtı. Kitapta
bulunan bazı maddi hatalar dışında temel önermelerinde de yanlışlıklar olduğunu
belirtelim. Bu başka bir yazının konusu olsun. Ancak Emin Karaca bu hataları
gidereceğim derken kanımca başka bazı hatalara doğru yol alıyor. Söz konusu
olan şey, başka yazarlarca da konu edinmişti, ama üstünkörü.
Sabahattin Ali özellikle bazı “aydınlar” tarafından
“aydınların günah keçisi” durumuna çevrilmiş durumda. O ve ona dayanan tezlerin
sahiplerinin odaklandıkları birkaç konu var. Sabahattin Ali’nin Almanya
serüveni ve Mustafa Kemal’e yazdığı şiir.
Konya meselesini ele alarak başlayalım bu bölüme: Sabahattin
Ali Konya’da öğretmenlik yaparken Gazi’ye hakaret eden bir şiiri “dost
meclisinde” birden çok kez okuduğu gerekçesiyle tutuklanıyor. 12 ay hüküm
giyiyor. Kararı temyiz ediyor, ceza 14 aya çıkarılıyor. Peki bu olayın aslı
nedir? Sabahattin Ali “Samet Ağaoğlu”na göre gençliğin verdiği heyecanının bir
kurbanı mıdır? Samet Ağaoğlu, Sabahattin Ali’nin ağzından şöyle aktarıyor:
“Bir hiç yüzünden, yarı bir iftira yüzünden bir heyecanlı
şiir yüzünden hayatımın en genç iki senesini zindanlarda geçirmeye mahkum eden
bir zihniyette…”[12]
Baştan belirtelim, virgül eksikleri yazarın kendisine
aittir. Bir başka değişle “virgül eklemeden” aktardım. Burada hemen ilgimizi
“yarı bir iftira” üzerine toplayalım ve konumuza devam edelim. Okunduğu iddia
edilen Memleketten Haber şiiri şöyle:
“Hey anavatandan ayrılmayanlar
Bulanık dereler durulmuş mudur?
Dinmiş mi olukla akan o kanlar?
Büyük hedeflere varılmış mıdır?
Asarlar mı hâlâ hakka tapanı?
Mebus yaparlar mı her şaklabanı?
Köylünün elinde var mı sabanı?
Sıska öküzleri dirilmiş midir?
Cümlesi belî der Enelhak dese,
Hâlâ taparlar mı koca terese?
İsmet girmedi mi hâlâ kodese?
Kel Ali’nin boynu vurulmuş mudur?
Koca teres kafayı bir çekince
....................
İskendere bile dudak bükünce
Hicabından yerler yarılmış mıdır?”
Konya’da “Yeni Anadolu” adında bir gazete çıkmaktadır.
Gazetenin sahibi Cemal Bey’dir. Kuyucaklı Yusuf romanı bu gazetede tefrika
edilmeye başlanmıştır. Sabahattin Ali bu gazetenin aynı zamanda başyazarlığını
da yapmaktadır. Mehmet Emin Soysal da “Terbiye Postası” isimli bir gazete
çıkarmaktadır. Cemal Bey, Remzi Bey ve Eyüp Hamdi Bey, gazeteleri aracılığıyla
Mehmet Emin Sosyal’la dosttur. İki gazete de Cemal Beyin matbaasında
basılmaktadır ve “Terbiye Postası” gazetesinin sahibi Soysal İle “Yeni Anadolu”
gazetesinin sahibi Cemal aynı zamanda ortaktır:
“Ben, bu adamların ahbabı ve dostuyum. Benim hakkımda güzel
güzel yazılar yazıyorlar ve gazetelerinin en ehemmiyetli yerlerini bana
veriyorlar”[13]
Peki ne oluyor da bu ahbaplık bozuluyor?
“Bir gün fikirlerine uymadığım için ve maddi menfaat temin
edemedikleri için bunlardan ayrılıyorum”
Sabahattin Ali burada iki şey öne sürüyor fikir olarak
uyuşamamak ve maddi menfaat temin edememeleri.
“Cemal Bey, gazetesinde…parasız çalışmak istemediğim için
bana muğber idi.”
Sonradan Reşat Nuri’nin “Ve Kuyucaklı Yusuf romanı
memleketimiz ve edebiyatımızın yüzünü ağartacak kıymetli bir sanat eseridir”
dediği eserini ve siyasi başyazılarını ücretsiz yayımlamak istemediği için
gazete patronuyla ihtilafa düşüyor.
Peki fikri anlaşamazlık nedir?
“Cemal Bey, gazetesinde maarif müfettiş-i umumisi Ali Rıza
Bey aleyhinde yazdığı bir yazıyı Muallimler Birliği’nde alenen terbiyeye gayr-i
muvafık kelimesiyle tavsif ettiğim ve yazının tekzibine karar verilmesine sebep
olduğum (için c.f)…”
Peki Sabahattin Ali neden Cemal Bey’in Ali Rıza Bey
hakkındaki yazısına hücum ediyor ve yazının tekzip edilmesini sağlıyor?
Çünkü, Mehmet Emin Soysal ve Cemal Bey “Muallimler Sandığı”
adı altında bir girişimde bulunuyorlar. Bu girişimden amaçlarınınsa kendilerine
çıkar sağlamak olduğu su götürmüyor. Öncelikle toplantıya bütün “muallimler”
davet edilmiyor. Yalnızca Maarif Müdürü’ne bağlı, merkez ilin tedrisat
müfettişliğinin kontrolü altında bulunan “muallimler” davet ediliyor. Alınan
kararınsa Konya’da bulunan bütün “muallimleri” bağlıyor. Sonra “Muallimler
Sandığı” ismi Türkiye’deki bütün “muallimler”i kapsıyor. Ve Sabahattin Ali
soruyor: “Bütün muallimler adına sandık kurma hakkını nerden aldınız”.
Sabahattin Ali’nin verdiği takrir üzerine Sandığın adı “Konya Muallimleri
Tasarruf Sandığı” olarak değiştiriliyor. Bu yapılan hatanın kabulü anlamına
geliyor. Ancak hata burada kalmıyor:
“Çünkü bütün Konya Muallimlerine sormadan onların ismini
istimal etmek Muallimler Birliği ismini kullanmaktan farklı değildir”
Bahsi geçen “Tasarruf Sandığı” şimdilerde hemen her kurumda
sıkça uygulanan “Döner Sermaye”ye karşılık geliyor. Cemal Bey ve Mehmet Emin
Soysal’ın rant elde etmek için yaptıkları girişim, Sabahattin Ali’nin
müdahalesiyle kursaklarında kalıyor. Sonra :
“Remzi ve Cemal Bey isminde iki zatın çıkardığı bir gazetede
çalışıyor, bunların gazetelerine başmakaleler, romanlar yazıyordum. Fikir
ihtilafı ve mali hususat dolayısıyla aramız açıldı. Gazeteleri ile alakamı
kestim ve 26 tefrika kadar intişar eden Kuyucaklı Yusuf isminde bir romanı
yarım bıraktım. Böylece karilerine karşı mahcup olan mahut gazetecilerin bana
ne derece kızacakları aşikardır.”
Hem çok sevilen yazıları ve romanıyla birlikte gazeteden
çekiliyor hem de tekerlerine çomak sokuyor.
Remzi Bey kendi gazetesinin 21 Temmuz tarihli sayısında,
yere göye sığdıramadığı Sabahattin Ali ve Memleketten Haberler şiiri hakkında,
Cemal Bey’le birlikte Şiirin yayımlanmasının üstünden tam yedi ay geçtikten
sonra "Gazi"ye hakaret gerekçesiyle dava açıyor:
“Remzi Bey’in ‘Bu yazı, başka şiir içindi’ tarzındaki tavili
çok gülünçtür. Benim, bütün şiirlerime aynı ser-levhayı koymayacağım ve Remzi
Bey’in, böyle karışık ser-levhalı bir şiiri methetmeyeceği açıktır.”
Şiir aslı itibarıyla Vahdetinden bahsetmekte ancak onun döneminden
bu yana halkın acılarının dindirilmediği anlatılmaktadır. Şiirin hiçbir yerinde
Mustafa Kemal’le ilgili bir dize de yoktur. Şiir Sabahattin Ali’nin anlatımına
göre Konya’daki bir Bektaşi tarikatından öğrendiği bir şiirin güne
uyarlanmasından başka bir şey değildir. Ancak itham ağırdır. Ve dava giderek
siyasal bir zemin kazanır. Sabahattin Ali daha önce Aydın’da komünist
propaganda yaptığı gerekçesiyle tutuklanmış ancak dava sonunda aklanmıştır. Bu
süre içerisinde Resimli Ay’da yazıları yayımlanmış ve sol’da görünmeye
başlanmıştır. Atılan iftirayla birlikte Sabahattin Ali’nin geçmişi birleşmeye
başlayınca, adalet mekanizması da çarklarını geriye doğru döndürmeye başlar.
Aslına bakılırsa mahkumiyet kararı vermek için yeterli delil
yoktur. Bir kez şiir yayımlanalı 7 ay olmuştur. Sonra davacılarla davalı
arasındaki husumet de belgelerle sabittir. Hakimin sorması gerekir “Aklınız 7
aydır nerdeydi? Kendi kişisel husumetlerinize Gazi’yi karıştırmaya utanmıyor
musunuz?”
Ancak tabii ki böyle olmaz. Sabahattin Ali’nin gösterdiği
şahitlerin dinlenmesine gerek olmadığı hükmü verilir. Başlı başına bir hukuk
komedisi olarak, dava, bir süre sonra gizli celsede görülmeye başlar. Ve
Sabahattin Ali sorar:
“Şu hususu da ilaveden men-i nefs edemeyeceğim. Geçen muhakemem
hafi olmuştur. Halbuki meselede kanunun tarif ettiği bir sebep mevcut olmadığı
için muhakemenin gizli olmasına imkan yoktur. Mektep talebelerinin ve efkar-ı
umumiye namına gelenlerin çokluğu bir sebep ise bunu kanun namın imkan yoktur.”
Sabahattin Ali’nin duruşmasına halkın ve öğrencilerinin
büyük ilgi göstermesi üzerine mahkemenin gizli yapılmasına karar veriliyor ve
bu kadarla da kalmıyor:
“Fakat bu kadarla da kalmadı, mahkum olduğum halde hala
etrafımla temasıma müsaade edilmiyor. Hapishanede bile benim yakamı
bırakmadıktan sonra insanın nikbin olabilmesine imkan yoktur.”
Dava neticesinde 12 aya mahkum oluyor. Birkaç kez temyize
başvuruyor. 12 ay kesilen ceza 14 aya çıkarılıyor. Çünkü Sabahattin Ali
hakimlere, gelecek kuşaklar karşısında Türk Hakimlerinin utanacakları bir
kararın altına imza attıklarını hatırlatıyor ve ekliyor
“…mahkemenizden ne merhamet, ne müsamaha istiyorum.
İstediğim şey adalet, vermekle mükellef olduğunuz adalettir.”
Sonuç olarak bu bahiste, Sabahattin Ali “muallimleri” sömürerek
zenginleşmek isteyenlerin tekerine çomak soktuğu ve kendisini sömürtmemek için
gazeteden ayrılarak husumetlerine nail olduğu için “iftiraya” uğruyor.
Gençliğin verdiği heyecana kapılarak "Gazi"ye hakaret eden bir şiir
yazdığı için değil. Ve 14 ay hüküm giyiyor. Mahkumiyetinin 12.ayında genel
aftan yararlanarak özgürlüğüne yeniden kavuşuyor.
Kavuşuyor ama artık işi elinden alınmış ve beş parasızdır.
Ankara’ya gidiyor. Memurluğu yarıda kaldığı için devlet tarafından bir işe
yerleştirilmesinin kanunen zorunlu olduğunu söylüyor. Haklı olduğu söyleniyor
yüzüne karşı ama “elden bir şey gelmiyor”. “Gazi”nin buyruğu lazım geliyor.
Sabahattin Ali, 15 Ocak 1934 tarihli Varlık’ta (13. Sayı) "Benim
Aşkım" başlıklı “Gazi”yi metheden bir şiir yayımlıyor ve işe kavuşma
imkanına kavuşuyor. Şiir şöyle:
“Sensin kalbim değildir, böyle göğsümde vuran,
Sensin "Ülkü" adıyla beynimde dimdik duran
Sensin çeyrek asırlık günlerimi dolduran
Seni çıkartsam ömrüm başlamadan bitiyor
Hem bunları ne çıkar anlatsam bir düziye
Hisler kambur oluyor dökülüyor yazıya
Kısacası gönlümü verdim Ulu Gazi’ye
Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.”
Bu şiir hakkında Dayı oğlu Sabahattin’e pek de dostça
yaklaşmayan Reşit.M. Ertüzün’ün yorumunu okuyalım:
“Sabahattin’in Atatürk’ü övdüğü o kasidemsi şiiri aşka gelip
de içten duygularla yazmadığı bellidir.” [14]
Şiirin zorlama bir biçimde yazıldığı ilk okuyuşta hemen
anlaşılıyor. Ama Sabahattin Ali, Kurtuluş savaşının önderi olarak gördüğü
Mustafa Kemal’e her zaman belli bir saygı çerçevesi içinde yaklaşmıştır. Ve
hatta İsmet İnönü’ye de.
Nazım Hikmet kurtuluş savaşını anlattığı destanında Mustafa
Kemal’e gereken yeri vermiştir. Hatta, Donanma davası ile bir iftira sonucu
mahkum edildiğinde “Askeri isyana ben teşvik etmedim/Kör değilim ve senin
yaptığın her ileri dev hamlesini anlayabilen bir kafam yurdunu seven bir
yüreğim var ”[15] diyen bir şiirsel mektup yazarak Mustafa Kemal’e yollamıştır.
Aynı kuşaktan Hasan İzzettin Dinamo Kutsal İsyan’ı yazmış ve Türk Kelebeği
isimli bir romanında da Mustafa Kemal’i anlatmıştır. O zamanın solcusunun
gözünde “Gazi” bütün kötülüklerden uzak, sığınılacak bir liman gibi
gözükmekteydi. Şimdi sormak gerekiyor Emin Karaca’ya:
“Sabahattin Ali adınızla ve kimliğinizle: “Cümlesi beli evet
der enelhak dese/ Hala taparlar mı koca terese?/ İsmet girmedi mi hala kodese?/
Kel Ali’nin boynu vurulmuş mudur?” taşlamasını yazacaksınız, bu yüzden 1 yıl
hapis cezasına çarptırılacaksınız.
Yatıp çıktıktan sonra devletten iş (öğretmenlik)
isteyeceksiniz. Milli Eğitim Bakanı, o zaman Mustafa Kemal Paşa’ya (Gazi)
bağlılığınızı ispatlayın diyecek ve aynı Sabahattin Ali adınız ve kimliğinizle
“Benim Aşkım” adlı şiirinizi yazıp, son iki mısraında : “Kısacası gönlümü
verdim Ulu Gazi’ye/Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor” diyeceksiniz. Ama
“Asla başı öne eğilmedi Sabahattin Ali’nin” şeklinde başlayan arka kapak
yazılarıyla “Başın Öne Eğilmesin” adlı romanlar sunulacak arkanızdan…” [16]
Bu yazdıklarınız en hafif deyişle insafsızlık olmuyor mu?
Almanya Meselesi
Sabahattin Ali öğrenim görmek üzere gittiği Almanya’dan
eğitimini tamamlayamadan dönmek zorunda kalır. Kimine göre “Türklüğe hakaret
eden” bir Almana iki tokat aşk ettiği için yani milliyetçilikten, kimine
göreyse komünist propaganda yaptığı için.
İlk tezi savunanlar şöyle yorumluyor: Bir Alman ‘Bu parazit
Türkler bizim paramızla burada okuyor’ diyor Sabahattin Ali de adamın yakasına
yapışıp, iki tokat attıktan sonra ‘Sözünü geri al biz parazit değiliz, kendi
hükümetimizin yolladığı parayla okuyoruz’ diyor.
Şimdi Allah aşkına söyleyin burada milliyetçi kim oluyor?
Ülkesinde öğrenim gören yabancı bir öğrenciye “parazit” diyen Hitler kırığı
Alman mı? Biz kendi hükümetimizin parasıyla okuyoruz diyerek doğruyu söyleyen
Sabahattin Ali mi?
Sabahattin Ali’nin solla tanışması Almanya serüveniyle
başlıyor:
“Kendisi solla, solculukla ilişkisi olmayan hatta
Türkçü-turancı bir kişi olarak, Almanya’ya tahsile giderken yolda Almanca bir
roman gördüğünü, ve bu romanı yolda, yani trende okuduğunu anlatmıştı. Bu roman
bitince, ‘bu romanda olanların onda biri doğruysa, insan, namuslu bir insan,
mutlaka solcu olmalıdır’ kararına varmış. Bu roman Upton Sinclair’in ‘Oil’ adlı
kitabıdır. Türkçesi petrol olarak çevrilmiştir…Giderayak Türkiye’nin Alman
dilinde yazılmış en geniş Marksist-leninist kütüphanesine sahip olduğunu da
söylemişti”[17]
Sabahattin Ali’nin Almanya gitmeden önce solla alakası hemen
hiç yoktur ya da zayıftır. Arkadaş grubu içerisinde Nihal Atsız ve çevresi
vardır. Almanya macerası Sabahattin Ali’nin solculaşma süreci olmuştur:
“Hayatımdan günler, haftalar ve aylar geçmeye başladı.
Sabahattin Almanya’dan dönerken oldukça yüklü kitapla dönmüştü. İki oda olan
evimizde, çatının bittiği yerde içinde ayakta durulmayan odamsı bir yer vardı.
Kitapları, mecmuaları ve Almanya’dan getirdiği birtakım resimleri oraya
yerleştirdi. O Almanya’da iken daha Hitler işbaşına gelmemişti. Sanırım
solculuk hareketli idi. Almanya’da bir Alman Türklüğe hakaret etmiş, Sabahattin
bunu hazmedememiş, orada huzursuz olmuştu. Bu huzursuzluk içinde Lenin’in
“Kapitalizmin Son Aşaması: Emperyalizm”, Marx’ın, Engels’in, Kautsky’nin,
Bernstein’in eserlerini ve diğer solcu bir çok eseri almış okumuş, vatanının
sola kayarsa ona göre daha dengeli bir memleket olacağına inanmıştı. Vakit
vakit odaya girer kitapları karıştırır, her zaman çok kitap okurdu. Tuvalette,
otobüste, parkta, konuşmadığı her yerde.”[18]
Aslında biraz okunsa bu meselenin aslını Sabahattin Ali
kendisi anlatmıştır. Hasan İzzettin Dinamo’nun kaçaklık yıllarında karşılaştığı
Sabahattin Ali bu konuyu bir çok ayrıntısıyla birlikte Dinamo’ya aktarmıştır:
“Ben Almanya’ya gittiğimde bütün üniversitelerde faşizm
kımıldaması başlamıştı. Bütün Alman delikanlılarının alınlarında kendilerinin
Töton kanından geldiklerini gösteren anlamsal yazılar görür gibi oluyordum.
Niebelungen şarkıları elden ve dilden düşmüyordu. Benim Türk olduğumu
bildikleri halde Niebelungen destanını oku Ali, onu okumadıkça dünyanın kaç
bucak olduğunu anlayamazsın, diyorlardı. Ben de bu bağnaz destanı okur gibi
yaparak karıştırdım. Ne var ki okumadığımı çabucak anladılar ve bana gözdağı
vermeye başladılar. Okula getirdiğim antifaşist birkaç kitabım yitti. İlkin bir
tesadüf sandım. Sonra sınıftaki bağnaz Nazi delikanlılarının işi olduğunu
anladım. Ne okuduğunu iyice kontrol altına almışlardı. Heine’nin şiirleri,
Goethe’nin Faust’u da yitti. Artık evinden dışarı kitap çıkaramıyordum. Schalom
Asok’ın Sintflut adlı ünlü romanını okumayacaksın, yoksa, sen de gizli
Yahudilerden misin diyorlardı.”[19]
Öncelikle Almanya’nın politik atmosferini anlatıyor ve
başından geçenleri şöyle tamamlıyor:
“Dinamo, Almanya’daki komünist ya da sosyal demokrat
arkadaşlarımı düşünüyorum. Bunlar, Spartakistler’in en son kuşaklarıydı.
Faşizmle korkunç bir biçimde boğuşuyorlardı. Her gün içlerinden bir ikisi
yitiyordu. Okulumuzun içinde Hitlerciler yuvalanmıştı. Bütün üniversitelerde ve
yüksek okullarda bu can alıcı örgütler kurulmuştu, öğrencileri türlü usullerle
kışkırtıyorlar, komünist, sosyal demokrat ya da herhangi bir biçimde Naziliğe
karşı olanları açığa çıkarıyor, sonra fena halde dövüyor, aşağılıyor, paçavra
haline getiriyor, böylece ya okuldan kaçırıyor ya da bir kuytulukta
öldürüyorlardı. Bu Nazi yandaşlarının en çok diş bildikleri kişi ben olmuştum.
Şundan ki, aşağılanan öğrenciler zamanla hep benim çevremde toplanmışlardı.
Türk oluşum, düşmanlarımı durduruyordu. Eğer Hitler’in orduları Türkiye’ye
girseydi o zaman benim başım da belaya girebilirdi. Şimdi eski müttefik bir
memleketin gençlerinden olmam bana biraz olsun dokunulmazlık veriyordu. Çevreme
sığınan sosyal demokratlar da zamanla azaldı, hele Yahudiler hiç kalmadı. O
zaman, tehlikenin benim başımda döndüğünü anladım. Bir gün hasımlarımdan
habersiz trene atladığım gibi Türkiye’nin yolunu tuttum, yoksa biraz daha
gecikseydim Spartakist olarak ben de yaşamımı yitirebilirdim.” [20]
Yani faşistlerle “işbirliği” yapmadığı, Anti-faşist bir
tutum sergilediği için Hitlercileri rahatsız ediyor. Ve ölüm tehlikesini
sezinlediği için Almanya’dan kaçıyor.
Nerde milliyetçilik?
Öldürülüşü
Reşit Ertüzün adı geçen kitabında Sabahattin Ali’yi
tanımakta güçlük çektiğini belirtiyor. Eski “Sanatçı” Sabahattin gitmiş yerine
eylemci Sabahattin gelmiştir. Çünkü:
“Sükun ve rahatı seven mizacımı, karımı, çocuğumu göz önünde
tutarak memurluğa devam mı etmeliydim, yoksa memlekette çok okunan ve sevilen,
şöhreti sınırlar dışına çıkmaya başlayan bir muharririn sosyal vazifelerini
düşünerek açıkça mücadeleye mi atılmalıydım? Bana bu sonuncu vazife daha mühim,
daha lüzumlu ve daha kaçınılmaz göründü.” [21]
Sabahattin Ali Markopaşa[22] isimli bir mizah gazetesi
aracılığı ile siyasal mücadelesine keskin bir şekilde yön verir. Gazetenin baş
yazılarını Sabahattin Ali yazar, diğer yazıların çoğunluğu Aziz Nesin’indir.
Gazetenin başlıca özellikleri “Siyasal iktidar sahiplerini gülünçleştirerek
hicvetmek, Tek Parti baskısına karşı mücadele etmek, Yolsuzlukları ortaya
koymak, Halkın vicdanını seslendirmek” olarak nitelenebilir. Ancak en önemli
özelliği değildir. En önemli özelliği Anti-Emperyalist olmaktır. Kurtuluş
savaşı ve sonrasında emperyalizmle bağımlılık ilişkilerinin kopartılması süreci
artık geriye işletilmektedir. Yani bağımlılık ilişkileri yeniden kurulmaktadır.
Truman Doktrini’yle yeniden borçlanma başlamıştır ve yabancı sermaye ülkeye
davet edilmiştir. Bu süreçte Markopaşa’nın baş yazıları bu süreci gözler önüne
sermekte ve halkı anti-emperyalist siyasetle buluşturmaktadır.
Bir provakasyonla devletin güdümüne geçirilen Markopaşa,
Aziz Nesin’in mizah yazılarıyla (bürodan derginin imtiyazı ile birlikte yazı
arşivi de çalınmıştır) yalnızca baş yazılarına anti-komünist bir içerik
verilerek çıkarılabilmiştir. Birkaç sayı sonra da dergi ilgisizlikten ötürü
kapatılmıştır. Bu da Markopaşa’yı Markopaşa yapanın Sabahattin Ali’nin baş
yazıları olduğunu kanıtlar. Yani anti-emperyalizmin.
Markopaşa süreciyle birçok kez tutuklanan Sabahattin Ali,
sürekli polis takibinden bunalmıştır. Yurt dışına çıkmaya karar verir. O
dönemde Pertev Nail Boratav, Niyazi Berkes, Muvaffak Şeref, Serteller,
sonrasında Nazım Hikmet yurtdışına çıkmak zorunda kalmıştır. Sabahattin Ali’nin
yurtdışına çıkmak istemesi de akla yatkındır.
Peki hükümet neden Sabahattin Ali’den bu kadar ürkmüştür. Bu
öyle bir ürküntüdür ki Meclis, Markopaşa’nın yayınını kapatma kararı almış,
“kökü dışarı”dalıkla suçlamış, “Sırça Köşk” kitabını toplatma gereğini
duymuştur:
“Evvela ben çok okunan bir muharrim: Baskı sayısı 60 bine
varan eserlerimi okuyan en aşağı yarım (milyon) kişilik bir kitleye…” [23]
Cevabı bu kadar basittir. Ölümüne gelince:
“Gece geç vakit, Cevat Dursunoğlu’nun Tandoğan alanı
civarındaki evinden Cemil Sait Barlas’la birlikte çıkmış, soğuk ama pırıl pırıl
yıldızlı bir Ankara ayazında yürüyerek Kızılay’a doğru gidiyorduk. Barlas,
Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü yıllarda bakanlık yapmıştı. Sabahattin Ali, bir
yazısında Bakan Barlas’a hakaret ettiği için hapse mahkum olmuş ve üç ay hapis
yatmıştı. Bunları bildiğim için, Cemil Sait Beye sormuştum:
-Bu kaçış ve öldürülüş hikayesine ne diyorsunuz?
Hiç unutmam, Maltepe’yi geçmiş, tam Bomonti Havagazı
fırınlarının önlerine gelmiştik. Barlas birden durdu, kolumu tuttu ve şöyle
dedi:
-Hiç sorma bu hikayeyi… Şöyle ya da böyle bizim hepimizin
elinde kanı vardır, bulaşmıştır bu cinayet hikayesine… Üstüne gitmemiz lazımdı,
gidemedik, hata ettik…
Cemil Sait Barlas bunları öylesine söylemişti ki konunu
üstüne bir daha dönemedim. Hep kafamı kurcalamıştır. Barlas, 1948-49-50
yıllarında Hasan Saka Hükümeti’nde Ticaret ve daha sonraki Şemseddin Günaltay
Hükümeti’nde de Devlet bakanıydı. Hükümet olarak bir bildikleri mi vardı, yoksa
eski Devlet Bakanı Barlas, özel olarak bu konuda bilgi sahibi mi idi? Bunu
öğrenemedim. Ama bildiğim, gördüğüm tek şey, bir aydın olarak Barlas’ın
Sabahattin Ali’nin ölümünden dolayı büyük bir üzüntü duyduğuydu. Bunu açıkça
söylerdi:
-Türkiye’nin en büyük yazarlarından biriydi, ölümünden biz
sorumluyuz.” [24]
Meclis Kürsüsünden, Markopaşa şahsında Sabahattin Ali’yi
“Kökü dışarıda”lıkla suçlayan eski mebus Barlas daha açık nasıl anlatsın?
Aziz Nesin de bu gerçeğe yaklaşmamızda bize şöyle yardım
ediyor:
“İki kişi, birbirinden habersiz olarak, aşağı yukarı on altı
yıl arayla bana Sabahattin Ali’nin ölümünden sorumlu olanın adını vermişlerdi.
Bu kişi, sonradan Başbakanlık da yapmış olan, cinayet sırasındaki bir bakandı.
Bana duygu tanığı olarak olayı ilk anlatan Çetin Altan’dır. Çetin Altan’a bu
olayı niçin yazmadığını sorduğumda, o bakanın kendisine iyilik etmiş olduğunu
söylemişti. Aynı adam, 12 Mart’ta Çetin Altan’a kötülük de etti. Ve çetin’in bu
olayı bana anlatmasından on altı yıl sonra, başka tanıklarla aynı olayı bana
Faruk Erem anlattı. Gerek Çetin Atlan’ın, gerek Faruk Erem’in yapacağı
açıklamalar, gizi yıllardır süren bu cinayeti oldukça aydınlatacaktır. Kaldı
ki, onların bana anlattığı, benim Sabahattin Ali’yi devletin öldürmediği
düşünceme de uymuyor.”[25]
Sabahattin Ali’nin öldürülüşünde “kişisel zaafları” ancak
bir yan etken olmuştur. Kimse artık çıkıp Sabahattin Ali kişisel kusurlarının
sonucunda öldürüldü demesin. Sabahattin Ali, Markopaşa muhalefetiyle çok etkili
bir hale gelmişti. Anti-emperyalist siyasetin geniş kitlelerce nasıl karşılık
gördüğünü, egemenlerin gözünde bir korku merhalesine çevirmişti. Egemenler tek
parti iktidarına yönelen öfkenin Demokrat partiye akmasına dünden razıydı. Ama
Markopaşa aracılığıyla Sabahattin Ali bir üçüncü yolu işaret ediyordu.
Susturulmalıydı:
“Bir akşam bize, rahat durması şartıyla İnönü’nün kendisine
milletvekilliği önerdiğini ve bunu reddettiğini anlatmıştı”[26]
Vali Tandoğan sorguda olan Sabahattin Ali’yi gazetesinde
D.P.’yi yermesini salıklayarak salıvermişti.[27] Yapmadı. Markopaşa’nın
hicvinden D.P’de yakasını kurtaramadı. Markopaşa ve Sabahattin Ali yalnızca
halkının yanındaydı.
Sonra, Türkiye edebiyatının en büyük romancılarından biri,
halen gizini koruyan bir biçimde öldürüldü. Bu konuda da en önemli ipucunu bize
Sabahattin Ali bıraktı, hem de daha yaşarken:
“Herif, bütün ünlü edebiyatçıları, düşün adamlarını,
şairleri, romancıları yakalayınca bir gece henüz istila edilmemiş bir ülkenin
sınırına götürüyor ve orda ya sırtına ya kafasına bir ya da bir kaç kurşun
atarak onu orada bırakıyor. Sonra, ölü orda başkalarınca bulunuyor ve
gazetelere haber olarak ‘filan, falan şair ya da düşünür kaçarken sınırda
görülerek vurulmuştur.’[28]
Türkiye’nin yazarları, aydınları olarak gerçeği er geç
ortaya çıkaracağız. Şimdilik “Ali Ertekin” isimli soytarıyı, katil olarak
önümüze atanlara yutmadığımızı göstermekle yetinelim. Sabahattin Ali’nin
ölümüne dair ipuçlarını birleştirmek başka bir yazının konusu olsun. Yazımızı
Sabahattin Ali’nin kız kardeşinin başka kimseden duymadığı, Sabahattin Ali’nin
ağzından düşürmediği bir türküyle noktalayalım:
“Tabutumun altı çatlak, beni vuran benden alçak!”
(CANSU FIRINCI – SOL.ORG – 2017)
[1]SABAHATTİN ALİ’NİN ROMANLARINDA HÜMANİZM, Leyla Alkayeva,
sovyet türkologlarının türk edebiyatı incelemeleri içinde syf 81. Cem Yayınevi
1980.
[2] SABAHATTİN ALİ OLAYI, kemal bayram çukurkavaklı, YENİGÜN
YAYINLARI, EYLÜL 1978
[3] Alman faşizminden kaçan bilim adamlarından. Türkiye’de
Devlet Tiyatroları’nın kurucusu. Sabahattin Ali ve “Demir Ökçe ile Altın
Zincir’in topraklarımızdaki ilk çevirmeni Emin Türk Eliçin Baş
dramaturglarıydı.
[4] SABAHATTİN ALİ OLAYI içinde, BEKİR SEMERCİ, SYF 184
[5] Sabahattin Ali, Mahkemelerde, YKY Nisan 2004
[6] Reşit M. Ertüzün Sabahattin Ali Olayının Gerçeği, Gür
Yayınları 1985
[7] Sabahattin Ali, Filiz Ali-Atilla Özkırımlı, De yayınevi
Mart 1986
[8] “Sabahattin, Türkiye’de Marksizm-leninizmi en derin
köklerine kadar ve en iyi bilen insanlardan biriydi” Rasih Nuri İleri,
Sabahattin Ali, Filiz Ali-Atilla Özkırımlı kitabı içinde.
[9] Sabahattin Ali, Filiz Ali-Atilla Özkırımlı içinde
Muvaffak Şeref, de yayınevi, mart 1986
[10]Sabahattin Ali, Filiz Ali-Atilla Özkırımlı içinde,
Süheyla Conkman
[11] Sabahattin Ali, Filiz Ali-Atilla Özkırımlı içinde,
Mediha Esenel
[12] İLK KÖŞE, Samet Ağaoğlu, Ağaoğlu Yayınevi tesisleri,
Ekim 1978
[13] Sabahattin Ali, Mahkemelerde, YKY Nisan 2004. Bundan
sonraki alıntılar yeniden belirtilene kadar bu kaynaktan alınmıştır.
[14] Reşit M. Ertüzün, Sabahattin Ali Olayının Gerçeği
[15] Bakınız, Emin Karaca’nın “Sevdalınız Komünisttir”
kitabı. Gendaş Kültür Aralık 2001.
[16] www.kenthaber.com
[17] Rasih Nuri İleri, Sabahattin Ali, Filiz Ali-Atilla
Özkırımlı Kitabının içinde
[18] Aliye Ali, Sabahattin Ali, Filiz Ali-Atilla Özkırımlı
kitabının içinde
[19] Kırklı Yıllar-2 1944 TKP DAVASI, Derleyen: Rasih Nuri
İleri, içinde TKP Aydınlar ve Anılar, H.İ.Dinamo. TÜSTAV Yayınları Mayıs 2003
[20] Aynı.
[21] Sabahattin Ali, Mahkemelerde, YKY Nisan 2004
[22] Bu mizah Gazetesi için bakınız: 1-Mehmet Ergün, Sahte
Marko Paşa-Bir Provakasyonun öyküsü, Papirüs Yayınları 2003, 2-Levent Cantek,
Markopaşa- Bir Mizah ve Muhalefet Efsanesi, İletişim Yayınları2001, 3-Mehmet
Saydur, Marko Paşa Gerçeği, Çınar Yayınları 2001
[23] Sabahattin Ali, Mahkemelerde, YKY Nisan 2004
[24] Reşit M. Ertüzün içinde, aktaran İlhami Soysal
[25] Aziz Nesin, Dünyanın En Borçlu İnsanı, Reşit M.
Ertüzün’ün kitabının içinde
[26] Reşit M.Ertüzün.
[27] Bakınız: Kırklı Yıllar-5, “İfşa ediyorum”, Kazım Alöç,
TÜSTAV Yayınları, Eylül 2006
[28] Kırklı Yıllar-2 1944 TKP DAVASI, Derleyen: Rasih Nuri
İleri, içinde TKP Aydınlar ve Anılar, H.İ.Dinamo. TÜSTAV Yayınları Mayıs 2003