Faşizme karşı direniş ekseninde, “krizin faturasını ödememe” ve giderek yoksullaşan halkın “insanca yaşam, iş güvencesi ve can güvenliği”...
Faşizme karşı direniş ekseninde, “krizin faturasını ödememe”
ve giderek yoksullaşan halkın “insanca yaşam, iş güvencesi ve can güvenliği”
talebinin gerçek bir hareket olarak örgütlenmesi mümkündür…
Ülke gündemi iki ana eksende şekillenmekte. Ekonomik kriz ve
İdlip krizi. İki temel gündem de Erdoğan’ın elinde artık geri dönüşü ve
alternatif bir çıkış planı olmayan her an patlamaya hazır birer saatli bombaya
dönüşmüştür.
İdlip savaşında sona doğru
“Dünya Esad’ı durdurmalı” çağrısı iktidarın emperyalizm
işbirlikçisi aslının, Suriye siyasetindeki iflasının ve çaresizliğinin açıktan
ilanıdır. İdlip bombalanırken Rusya ve İran’la masaya oturup, dostu Putin tarafından
“Masada uzlaşma yapılacak cihatçı çeteler yok” denilerek tüm dünyanın önünde
kalaylanan Erdoğan, çareyi Wall Street Journal’a yazı gönderip emperyalist
merkezlerin Suriye’ye müdahalesinde aramaktadır.
Bunun için AKP iktidarının, İdlip operasyonunu
sınırlandırarak cihatçı çetelerle birlikte TSK’nin Suriye topraklarında açık
işgalci pozisyonunu (alanı daralsa da) korumak ve mültecileri pazarlık unsuru
yapmak dışında bir seçeneği bulunmamaktadır. Suriye’nin BM daimi temsilcisi
Beşar Caferi’nin “Coğrafya eğitimi olsun
diye söylüyorum, İdlip Suriye’nin bir bölgesidir. Somali’de değildir” ifadesi
Suriye’nin Rusya’nın desteğiyle savaşı sonuna kadar götürmekte kararlı olduğunu
göstermektedir. Suriye topraklarındaki paylaşım savaşı İdlip’ten sonra kaçınılmaz
olarak Afrin ve El-Bab’a kayacak. “İdlip’te köprüden önce son çıkış” arayışı
Erdoğan’ın daha önceki çıkışları kaçırdığının itirafıdır.
İki emperyalist arasında dengelere oynayıp konumunu
güçlendirmek isterken bir kolunu Rusya’ya bir kolunu ABD’ye kaptıran AKP
iktidarı, şimdi gırtlağına kadar battığı İdlip (Suriye) batağında kendi yol
açtığı belalarla yüzleşmektedir. Onbinlerce cihatçının ve onlarla birlikte
hareket edebilecek yüzbinlerce sığınmacının Türkiye’den başka kaçacak yeri
yoktur. Cihatçıları korumak Suriye ve Rusya ile karşı karşıya gelmeyi, yüzüstü
bırakmak da ihanete uğradığını düşünen cihatçıların intikam eylemlerini gündeme
getirecektir. Türkiye’ye karşı AKP’nin yarattığı bu belanın, sınırın ötesinde
ya da içerisinde Türkiye’ye bedel ödetmesi an meselesidir.
Tüm bunlardan da öte Erdoğan farkındadır ki, İdlip’in
Esad’ın eline geçmesiyle birlikte Suriye macerası son bulacaktır. Son bulacak
olan aynı zamanda Yeni Osmanlıcılık hayalleridir. Ortadoğu, Erdoğan’a tamamen
kapanacaktır. Ve elbette ülke içinde propaganda yaptığı “işgalci milliyetçilik”
de artık müşteri bulamayacaktır. Bahçeli’nin, Erdoğan’a destek çıkarken
söylediği “İdlip operasyonu, milli güvenliğimizi tam karşı cepheden tehdit
etmeye başlamıştır” lafı, beraber gittikleri yolun tıkanmasına delalettir.
Ekonomide durgunluk dönemi başladı
Ekonomik kriz ise giderek etkisini göstermektedir. Ağustos
ayı verileri artık Türkiye ekonomisinin durgunluk hatta çöküş sürecine
girdiğini işaret etmektedir. Dövizin sürekli yükselişi, yıllar sonra enflasyon
oranlarında gerçekleşen ciddi artış, dış borcun çevrilemez hale gelmesi ve
üretimde yaşanan daralma çöküşün en temel göstergeleridir. Bu ortamda, Ticaret
ve Sanayi Odaları Konsey Başkanı Necdet Takva “Şirketlerin borcu, 81 milyon
Türkiye vatandaşının borcu haline geldi” diyerek sermayenin kurtuluş planını
ortaya koymaktadır.
Hep bir ağızdan “diriliş ekonomisi ya da sıkı para
politikaları” dedikleri; işten çıkarmalarla işsizliğin artırılması, kamusal
harcamalarda ve sosyal haklarda kısıntıya gidilmesi, başta kadın ve çocuk
işçiliği olmak üzere ucuz, güvencesiz çalışma koşullarının yaygınlaştırılması,
ilk elden zaten maliyet unsuru olarak görülen işçi sağlığı ve güvenliği
tedbirlerinin gözden çıkartılması sonucu iş cinayetlerinin artırılmasıdır.
Bu savaş “dış mihraklar”a değil halka karşı
Kriz koşullarında insanca yaşam olanakları ortadan
kalkmaktadır. Kurdaki artışa bağlı olarak ücretler ocaktan bugüne yüzde 40
erimiş durumda. Halkın alım gücü giderek azalırken temel ihtiyaçlara yapılan
zamlar günlük yaşamı doğrudan etkilemektedir. Birkaç örnek vermek yeterli: Son
bir yılda yumurta yüzde 55, salça yüzde 30, süt ürünleri ise yüzde 20 ila 30
arasında zamlandı. Bebek bezinden tuvalet kâğıdına, elektrikten doğalgaza kadar
yapılan zamlar özellikle kış aylarıyla birlikte etkili bir biçimde
hissedilecektir.
Bu koşullarda Erdoğan, İdlip’te cihatçı çetelere kol kanat
germek için “masum siviller” yalanını diline dolarken, sadece 2018’in ilk sekiz
ayında iş cinayetlerinde hayatını kaybeden işçi sayısı 1290’a ulaşmış durumda.
İSİG Meclisi’nin düzenlediği rapora göre 15’i kadın 11’i çocuk olmak üzere
sadece ağustos ayında en az 180 işçi hayatını kaybetti. Çocuk işçi sayısı iki
milyonu geçerken çalışma yaşı 10’a kadar düştü. Bir yandan kriz sonucunda ilk
elden kadınlar işten çıkartılırken bir yandan da ucuz ve güvencesiz koşullarda
çalıştırılmakta olan kadın sayısı artmaktadır. Ekonomik krizin kadınlar
üzerindeki etkisi sadece ev dışı çalışma alanlarında değil. Evin mutfağından
çocuk bakımına kadar kadınlar krizin etkilerini ilk elden yaşamaktadır. Aynı
zamanda ekonomik kriz ile erkek egemenliği pekişmekte kadına yönelik şiddet
artmaktadır. 2018’in ilk sekiz ayında erkekler tarafından en az 160 kadın ve 8
çocuk öldürülmüştür.
Uluslararası kapitalist sistemin krizi ve güncel olarak
ekonomik kriz “sistem içi” tüm unsurları yan yana getirmektedir. İktidarın bir
süredir ısrarla vurguladığı “yerli ve milli” söylemi kuru bir ajitasyon
değildir. Özünde sınıfsal bir çağrıdır. Krizin halka fatura edilmeye
çalışıldığı bugünlerde böylece Türkiye egemen sınıfları Erdoğan’ın şefliğinde
gerici bir koro oluşturmaktadır.
Tüm yaşananlara rağmen Kılıçdaroğlu’ndan Akşener’e hatta
Cumhuriyet gazetesinin yeni yönetimine kadar “ulusal çıkarlar” doğrultusunda
Erdoğan’la uzlaşma/işbirliği çabasında olanlar, AB’yle görüşmelerden
demokratikleşme beklentisi yaratanlar ya da Saray’ın dışında bir işlevi
kalmayan AKP’nin fabrika ayarlarına dönmesini umanlar bu gerici koronun
doğrudan parçası ve destekçileridir. Ulusalcısından liberaline hepsi aynı
kaptan beslenmektedir. Altını kalın bir biçimde çizmekte fayda var: Deniz
Baykal’dan Uğur Dündar’a Ahmet Hakan’dan Cem Küçük’e kadar Cumhuriyet’te sözde
“Atatürkçülüğe dönüş” olarak adlandırılan şey, en bilindik anlamda 12 Eylül’den
2001’e Erdoğan’ı iktidara taşıyan siyasal zemini güçlendirme çağrısıdır.
Türkiye’de 16 yıldır iktidarın payandası olan liberal
ideoloji savunucuları tam da bitti denilen yerde tek adam iktidarını
pekiştirmektedir. Benzer şekilde Erdoğan kabinesinin tüm karanlığının içinde Mili
Eğitim Bakanı’ndan reform beklenmektedir. Hatırlatmak gerekirse oturulan koltuk
icra merkezidir. Ve Ziya Selçuk’un soyut, çağı yakalama çağrılarının ötesinde
eğitimde piyasalaştırma ve dinci gerici politikalarına karşı tek bir icraatı
henüz bulunmamaktadır.
Zaten yapısal olan sömürge kapitalizminin sorunlarını mevcut
koşullar derinleştirmekte, toplumsal yıkımın etkileri her geçen gün açığa
çıkmaktadır. Yerel seçimler yaklaşırken Bahçeli, tüm yalan ve demagojiye rağmen
“Cumhur İttifakı”nın kitle temelinin sarsılmakta olduğunun farkındadır. “24
Haziran’da elde edilen kazanımların 31 Mart’ta yok olmasını istemiyoruz”
açıklaması sadece ittifak çağrısı değildir. Bahçeli “İnşa faaliyeti en temel
gündemdir” dedikten sonra hedefe İstanbul, Ankara ve İzmir’in alınmasını
koymakta ve bunun için 24 Haziran seçimlerinde yapılanların yetmeyeceğini ifade
etmektedir.
Bu noktada bir parantez de Muharrem İnce için açmakta fayda
var. İnce yerel seçimler üzerine yaptığı konuşmada, “Solun birliği değil,
milletin beraberliği lazım” diyerek CHP merkezinin yıllardır izlediği sağa
açılma projesini devam ettirmesi gerektiğini belirtmektedir. Artık herkesin
bildiği gibi “milletin birliği” demek Erdoğan’ın teknesine su taşımak demektir.
Yerel seçim sürecinde bu zihniyetle mutlaka mücadele edilmelidir. Her yıl
belediye bütçesini halka açıklayan, toplu taşımayı parasızlaştıran, yasal
zorunluluktan dolayı metreküpü 0,50 kuruştan aşağı sunulamayan suyu bu asgari
fiyattan sağlayan ve tüm bunlara rağmen kasasına para koyan Ovacık Belediyesi
örnektir. Bütün maddi olanak ve seçmen desteğine rağmen CHP’nin herhangi bir
belediyesinde Ovacık’ta yapılanın onda biri bile yapılmamıştır/yapılmamaktadır.
Muhalefet özellikle de CHP, yerel seçim gündemini, genel
seçim hezimetini bir an önce unutturmak bahanesiyle gündeme sokmaya çalışsa da
AKP cenahında da bir fırsat kollanmaktadır. Erdoğan’ın önümüzdeki ay yoğunluklu
gündemi illeri gezip yerel seçim için nabız yoklamak olacak. Yine kendisine en
uygun zamanı kollayacak.
“Biraz” inat, “biraz” inisiyatif, “biraz” direniş
Bahçeli’nin de vurguladığı gibi, yasal kısmı halledilmiş
olsa da “rejimin inşası sürmektedir”. Krizin ve çelişkilerin giderek
derinleştiği bir zamanda, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı verilen Erdoğan
rejiminin kurumsallaştırılabilmesi ancak emek, kadın ve devrimci gençlik
hareketi “engel”lerinin aşılmasıyla, neredeyse son on yıldır politik itirazını
pek çok alanda sergileyen toplumun yarısının bütünüyle bastırılmasıyla
sağlanabilir. Erdoğan, tam da bunu yapmaktadır. İktidarının krizler
karşısındaki kırılganlığının da, ufacık bir kıvılcımın iktidarını toptan ateşe
vereceğinin de farkındadır. En ufak muhalefeti bile ezmeye çalışması bundandır.
Bu ortamın yarattığı yılgınlık, vazgeçme, geri çekilme
eğilimleri ise tek bir şeye yaramaktadır; Erdoğan’ın taktiğinin başarılı
olmasına. Oysa “biraz” inat, “biraz” inisiyatif, “biraz” direniş, sistemin
krizini halklar lehine pek ala çok daha derinleştirecektir.
Bu koşullarda solcu/sosyalist ya da komünist olmak,
mücadeleyi belirsiz bir zamana havale ederek, halka gelecek güzel günler vaat
etmek değildir. Siyasal-ekonomik kriz karşısında sürükleyici halkayı yakalayan
bir direniş çizgisi geliştirmeden ve bunu solun ortak hareket zeminlerini
güçlendirme hedefiyle örgütlemeden olmaz! Somut çatışma içerisinde işçilerden
kadınlara, esnafından gençliğine kadar yıkıma uğrayan tüm halk kesimlerinin,
irili ufaklı demeden, sol bir eksende örgütlenmesi temel görevdir. Faşizme
karşı direniş ekseninde, “krizin faturasını ödememe” ve her geçen gün giderek
yoksullaşan ve işçileşen halkın “insanca yaşam, iş güvencesi ve can güvenliği”
talebinin gerçek bir hareket olarak örgütlenmesi mümkündür.
Krizin, kaosun ve şiddetin içerisinden barış içerisinde
insanca yaşanacak bir ülkeyi, “Hayallerini satmayanların ülkesini” kuracak yolu
açacağız! (SENDİKA.ORG)
Hiç yorum yok