Washington’da yapılan planlara göre, Guaidó kendisini başkan ilan ettiğinde ülkenin büyük çoğunluğunun sokaklara çıkarak onu selamlaması gerekiyordu! Fakat ne hikmetse(!) tam tersi oldu. 23 Ocak’tan bu yana milyonlarca Venezüella emekçisi, genci, kadını Bolivarcı ‘Devrime’ sahip çıkmak için sokaklara döküldü...


VENEZUELLA ÜZERİNE ŞAŞIRTICI GERÇEKLER

Venezüella’da faşist milletvekili Juan Guaidó’nun önce Ulusal Meclis başkanı seçilmesi, sonra da kendisini devlet başkanı ilan etmesiyle başlayan uluslararası politik kriz devam ediyor. Bu krize dair ilk sözlerimizi sosyal medyada, twitter aracılığıyla ifade etmiştik.

Bu faşist bir darbe girişimidir. Doğrudan doğruya ABD’de planlanmıştır. Bu darbenin hedefi Bolivarcı Venezüella devlet başkanı Nicolas Maduro’nun şahsı değil, 20 yıllık Bolivarcı Süreç’tir. Hedef, Bolivarcı Cumhuriyeti devirerek Venezüella’da ABD’nin tam hakimiyetini kurmaktır. 1999 Anayasası’nı lağvederek, ülkeyi Chavez öncesi neoliberal talan ve vahşi kapitalizm dönemine geri götürmektir. Bu bir petrol darbesidir ve dünyanın en geniş petrol rezervlerine sahip ülkesine zor yoluyla el koymak hedeflidir. Bu petrol kaynaklarının sosyal misyonlar aracılığıyla ülkenin yoksullarına dağıtılmasına son vererek, bu kaynakların ABD’ye akmasını hedeflemektedir. 2002 darbesinin doğrudan bir devamıdır.

Ne yazık ki, Donald Trump’ın Venezüella’ya demokrasi getirdiğine inananlar da vardı! Olayların sıcaklığı içinde, Venezüella politik tarihini ve güncel toplumsal gerçekliğini bilmeyen pek çok insan, Türkiye kıyaslamaları üzerinden yanlış refleksler de verdi. Ancak Amerikancı darbe püskürtülüp, olayların tozu dumanı dağıldıkça, pek çok şey daha açık görünüyor.

Venezüella muhalefetinin Guaidó’ya itirazları

Amerikan psikolojik harekatına bakılırsa; bütün Venezüella muhalefeti Guaidó’nun etrafında birleşmiş. Guaidó Venezüellalıların çoğunluğunu temsil ediyor. Oysa Maduro küçük bir azınlığı temsil ettiği halde iktidarı gasp etmiştir.

Oysa, Guaidó, Ulusal Meclis’in başkanı seçilene kadar Venezüella’da hemen hiç tanınmayan bir figürdü. Hiçbir zaman devlet başkanlığına aday olmamış. Ciddi bir siyasi deneyimi de yok. Bu haliyle, Guaidó, Amerika’nın Venezüella muhalefetine karşı da bir operasyonu gibi duruyor. Yıllardır Bolivarcı rejimi deviremeyen sağ muhalefet partilerinden ümidi kesen ABD, sadece Venezüella’nın devlet başkanını değil, muhalefetin temsilcisini de kendisi atamış oluyor.

Haliyle bu durum, Venezüella sağ muhalefeti içinde de ciddi bir rahatsızlık yaratmış durumda.

Örneğin, Maduro’ya yönelik sağ muhalefetin en önemli güçlerinden Venezüella Projesi’nin eski başkanı ve eski milletvekili Alberto Franceschi, sosyal medyada yayımladığı videoda Guaidó’nun kendisini başkan ilan etmesini eleştirerek; “O (bırakın Venezüella’nın başkanı olmayı) oturduğu apartmanın bile başkanı değildir” dedi.

2018 Mayıs devlet başkanlığı seçimlerine katılarak oyların yüzde 21’ini alan Henri Falcon’un kampanya direktörü ve Venezüella İçin Çözüm Partisi Genel Başkanı Claudio Fermin, bir televizyon programına katılarak, Guaidó’nun kendisini başkan ilan etmesini eleştirdi. Fermin, “Ben siyasi değişim isteyen bir partinin başkanıyım. Seçimlerde Maduro’nun gitmesi için oy kullandım. Ama bu seçimde oy veren milyonların yok sayılması doğru değildir. Maduro, beğenmesek de, ülkenin meşru devlet başkanıdır” dedi.

Bir diğer önemli itiraz, Ulusal Meclis Başkan Yardımcısı ve Demokratik Eylem (AD) partisi lideri Edgar Zambrano’dan geldi. Zambrano, “Meclis Başkanı Juan Guaidó’nun yürütmenin yetkilerini üstlenmesinin hiçbir gerçek olasılığı yoktur. Muhalefet orduyla diyaloga geçerek, amacının kısa devre yoluyla darbe yapmak olmadığını ve Anayasa’ya bağlı olduğunu anlatmalıdır” dedi.

Sosyal-Hristiyan parti COPEI’nin eski lideri Eduardo Fernández ise, Guaidó’nun kendisini başkan ilan etmesiyle ilgili ne düşündüğü sorulduğunda, mizahî bir dil kullanarak, “Miraflores’i (başkanlık sarayı, bn.) aradığınızda telefonlara hala Maduro çıkıyor” dedi. Fernández’e göre, muhalefet stratejiden ve doğru adaylardan, somut bir programdan yoksun, 2018 seçimlerindeki yenilgisinin sebebi de buydu. Fernandez’e göre, ülkenin seçilmiş ve meşru başkanı hala Maduro’dur.

Başka şeyler bir yana, Venezüella sağ muhalefetinin bu açıklamaları bile, Maduro’nun Mayıs seçimlerinde “iktidarı gasp ettiği” zırvasını boşa çıkartmaya yeterlidir. Sağ-faşist muhalefet seçimlere katılmadıysa, bu Maduro’nun suçu değildir. İktidarı gasp etmeye çalışan birisi varsa, o da, seçimlere bile katılmadığı halde kendi kendisini devlet başkanı ilan eden Guaidó’dur.

Sokaklarda Chavez’in ruhu

Washington’da yapılan planlara göre, Guaidó kendisini başkan ilan ettiğinde ülkenin büyük çoğunluğunun sokaklara çıkarak onu selamlaması gerekiyordu! Fakat ne hikmetse(!) tam tersi oldu. 23 Ocak’tan bu yana milyonlarca Venezüella emekçisi, genci, kadını Bolivarcı ‘Devrime’ sahip çıkmak için sokaklara döküldü.

2002 darbesinde olduğu gibi, Miraflores Sarayının önü Chavezci kalabalıklarla dolup taşıyor. Gençler çadırlar kurarak bu meydanda özgürlük ve devrim şarkıları söylüyorlar. Halk demokrasisine sahip çıkıyorlar. Ülkenin pek çok şehrinde milyonlarca insan sokaklara çıkarak, Bolivarcı Anayasa’ya sahip çıkıyor.

Muhalefet ise buharlaşmış gibi. Dünya kamuoyunda koparılan fırtınanın aksine, Venezüella sokaklarında sağ-faşist muhalefetin esamesi okunmuyor. Ne kadar sağcı da olsalar, anlaşılan orta sınıflar bile Amerika tarafından atanan bir başkanı içlerine sindiremediler. Günler geçtikçe, Guaidó darbesinin sağ-faşist muhalefetin siyasi intiharı olduğu daha da açık biçimde ortaya çıkıyor. Guaidó kitlelerden tecrit oluyor ve darbe her geçen gün zemin kaybediyor. Amerikan küstahlığı da buna paralel olarak her geçen gün tırmanıyor.

Darbe mi, işgal mi, ambargo mu?

ABD emperyalizmini hayır kurumu sananlar, Trump yönetiminin üst üste attığı adımlarla sarsılmış görünüyorlar. Lütfen, ayılınız. Karşınızda, Latin Amerika’da yüzbinlerce insanı, tekelci sermayenin çıkarları için gözünü kırpmadan katletmiş bir ölüm ve savaş makinesi var.

Sadece Guatemala’da, Maya Yerlilerinin, devrimci hareketlerle birleşen isyanını bastırmak için 1975-1990 yılları arasında 200.000 kişi katledildi. Guatemala’daki bu Maya Yerli Soykırımı’nın baş planlayıcısı, dönemin ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Elliott Abrams idi. (Abrams, Nikaragua’da Kontra Savaşı’nı, El Salvador’da 200 bin kişinin katledildiği kirli savaşı yürüttü, bütün bu faaliyetleri finanse etmek içinse, geniş çaplı kokain satışını organize etti.)

İşte Trump yönetimi tarafından Venezüella özel temsilcisi olarak atanan kişi, Elliott Abrams’tan başkası değildir. Savaş suçlusu Abrams’ın Venezüella’da neler yapacağını ise tahmin etmek güç değil. Nikaragua’da olduğu gibi, okulları, hastaneleri havaya uçuracak, Guatemala’da olduğu gibi köyleri yakacak, El Salvador’da olduğu gibi muhalif rahiplere suikast yapacak vb.

Guaidó sadece bir kukladır. Darbe başarılı olursa Venezüella’yı yönetecek olan Elliott Abrams olacaktır.

Amerikan savaş makinesinin başındaki isim, Ulusal Güvenlik Başdanışmanı John Bolton’un Venezüella’ya yaptırımları ilan ederken, elindeki sarı not defterinde “Kolombiya’ya 5000 asker gönderilecek” ifadesinin yazılı olduğu görüldü.

Acaba hangisi daha vahşi bir yöntemdir? Kolombiya üzerinden Venezüella’ya 5 bin asker göndermek mi? Yoksa Venezüella Devlet Petrol İşletmesi’nin (PDVSA) hesaplarına el koymak mı?

Çok açık ki, ABD emperyalizmi için Venezüella halklarının durumunun, çektikleri acıların zerrece bir önemi yoktur. Tek önemli olan şey petrole el koymaktır. Tıpkı, Libya’da olduğu gibi. Venezüella’yı Libyalaştırmak istiyorlar.

İngiliz Merkez Bankası’nın Venezüella’ya ait 1.2 milyar sterlinlik altınlara el koyması ya da ABD’nin PDVSA’nın 7 milyar dolarlık varlıklarını dondurması tamamen gayri meşru, emperyalist haydutluk eylemleridir. Ne var ki, Rusya-Çin emperyalist bloğunun kendi çıkarları doğrultusunda müdahalesi uluslararası bir denge oluşturmuştur. Ne var ki, Venezüella’nın petrolden elde ettiği nakit para akışının yüzde 75’i ABD’den gelmekteydi. ABD’nin yaptırımlarının Venezüella ekonomisine etkileri çok derin olacaktır.

Maduro’ya eleştirimiz

Biz, Maduro yönetimini eleştiriyoruz. Ama, Amerikan psikolojik savaşının geliştirdiği eleştirilerin tam tersi yönünden. CIA kaynakları, dünyaya yaydıkları propaganda balonlarında Maduro’yu bir diktatör olarak, halkını sefalete sürüklerken kendisi zevk-ü sefa içinde yaşayan bir baron olarak, iktidarı zorla gasp eden bir zorba olarak resmediyorlar. Türkiye’deki muhalif kesimlerde bu propagandanın etkili olması ise, bizzat Maduro’nun kendi hatalarından kaynaklanıyor.

Bizim Maduro’ya eleştirimiz ise; Chavez’in ömrünün son döneminde başlattığı ve Maduro’ya emanet ettiği Komünlerin inşası hamlesini bir kenara bırakması, 21. yüzyıl sosyalizmi söylemini konuşmalarından dahi çıkarması*, Latin Amerika halklarının başkaldırılarını destekleyerek bölgesel Bolivarcı birliği kurma hedefinden uzaklaşarak, Rus-Çin emperyal bloğunun denetimine girmesi; bu çerçevede Türkiye’deki AKP iktidarıyla da ilkesiz ve faydacı bir ilişkiye girmesi; emekçi halkın örgütlenmesi ve komünal konseylerin geliştirilmesi yerine Boli-burjuvazi ve Chavist bürokrasiye dayanmayı tercih etmesi gibi noktalara odaklanıyor.

Chavez, ömrünün son yıllarında, “21. yüzyıl sosyalizmi” projesinin yaşadığı tıkanmanın ayırdına varmıştı. 2007’de Komünal Konseylere kısmi devlet gücü aktaran anayasa değişikliği tasarısı, bizzat kendi partisi içinden ihanete uğrayarak referandumda reddedilmişti. Bunun üzerine, 2009’da burjuva devlet organlarından Halk Komünlerine iktidarın barışçıl biçimde devredileceği bir süreci başlattı. Ama bu süreç tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Zira devlet bürokrasisi yetkilerini devretmemek için olağanüstü bir güçle direndiği gibi, Komünleri de alttan alta imha etmekteydi.

İşte Chavez’in kanser olması bu döneme denk geldi. Chavez, ölümünden önce katıldığı son bakanlar kurulu toplantısında, Komünlerin inşasında hiçbir mesafe kat edilemediğini itiraf etti ve Başkan Yardımcısı Maduro’ya hitaben: “Nicolas, bu görev için sana güveniyorum” dedi. Chavez, adeta vasiyeti olarak, bu konuşmasında “Ya komünler ya da hiç” diyordu.

Maduro, Chavez’in bu vasiyetini yerine getirmek yerine, giderek daha fazla devlet bürokrasisine ve orduya dayandı. Üretimin toplumsal örgütlenmesi giderek zayıfladı. Boli-burjuvazi denilen kesimler devlet ve PSUV içinde güç kazandı. İşçi sınıfının örgütlülüğü ve gücü zayıfladı. Komünler “kağıttan komünlere” dönüştü, içleri tamamen boşaltıldı. Bir yandan da kapitalizmin küresel bunalımına bağlı olarak Venezüella’da sınıf çelişkileri şiddetlendi. Burjuvazinin artık sosyal projelere tahammülü kalmadı. Tıpkı Brezilya’da, Şili’de, Arjantin’de olduğu gibi neoliberal partileri yeniden iktidara getirme yönünde zorlamalar hız kazandı.

Dolayısıyla, Maduro dönemi, Chavez dönemine göre, sermayeyle sınıf uzlaşmasının daha baskın olduğu, toplumsal üretimin örgütlenmesinin zayıfladığı, bu anlamda emperyalizmi müdahaleye daha fazla cesaretlendiren bir dönem oldu.

Türkiye benzetmelerinin yanlışlığı

Venezüella’da darbe girişimi, Türkiye’de, özellikle de sol çevrelerde ateşli tartışmalara sebep oldu. Venezüella’yı Türkiye, Maduro’yu Recep Tayyip Erdoğan ile eşitleyen bir analiz çerçevesi, kolaycı, basit ama yanlış analizler üretti. Kısaca da olsa, aradaki temel farklara değinmek istiyoruz.

Türkiye’de siyaset, İslamcı-Laik, Türk-Kürt, Alevi-Sünni gibi dikey eksenlerde bölünmüştür. Venezüella’de siyaset doğrudan sınıf ekseninde bölünmüştür (Yoksullar Chavezci, zenginler sağcı). Bu yönüyle Venezüella günümüz dünyasındaki ender örneklerden birisidir.

AKP iktidarı tekelci sermayenin ekonomik programını uygulamaktadır (Özelleştirmeler, kent rantı, inşaat çılgınlığı, taşeronlaştırma, grev yasakları vd.). Bolivarcı hükümetler ise anti-neoliberal, emekten yana ekonomik programlar uygulamaktadır (Kamulaştırmalar, sosyal misyonlar, parasız sağlık, mahalle konseyleri, üretken ekonomi, sendikalaşma, grev hakkının güçlendirilmesi, üretmeyen fabrikalara işçi konseylerince el konulması). AKP iktidarı kadın düşmanıdır, doğa yağmacısıdır, eğitimi dinselleştirmektedir. Bolivarcı hükümetler altında ise, kadının güçlendirilmesi, doğanın korunması, bilimsel eğitimin parasız olarak en geniş halk kitlesine taşınması devlet politikasıdır. AKP iktidarı tarımı yok etmektedir, Venezuela’da ise tarım Chavez öncesinde tümüyle yok edilmişti, Bolivarcı hükümetler çeşitli projelerle halk tarımını geliştirmeye çalışmaktadır.

Türkiye bir NATO ülkesidir ve Avrupa Birliği’ne aday üyedir. Bolivarcı Venezüella ise ALBA üyesidir, Latin Amerika entegrasyonundan yanadır, ABD’yle hasımdır. Dünya ölçeğindeki bölünmede, Rusya-Çin ekseninin denetimindedir.

Venezüella ve Türkiye arasındaki bu farkları Türkiye’nin gerçeklikleri yönünde değiştirebilecek olan şey, ABD güdümlü darbe girişiminin ta kendisidir. Dolayısıyla Türkiye’de AKP iktidarına karşı çıkmak ile Bolivarcı Venezüella’yı savunmak birbiriyle tamamen tutarlıdır.

Erdoğan hükümetinin Maduro yanlısı açıklamaları, tümüyle kendi çıkar hesaplarından kaynaklanmaktadır. Bu pragmatik tavrın, ABD’nin basıncı altında her an değişmesi de mümkündür. Ama biz sosyalistlerin, Venezüella emekçi halkını ve Bolivarcı Venezüella’yı savunma tavrı değişmeyecektir.

Çıkış yolu

Venezüella’da başarısız darbe girişimi, Bolivarcı hareketi, içine sürüklendiği atalet ve gerileme sürecinden çıkarmış görünüyor. Toplumsal üretimin örgütlenmesi yönünde atılacak başarılı adımlar Chavizmin kitle tabanını yeniden güçlendirebilir.

20 yıllık Bolivarcı Sürecin, Venezüella ekonomisini ABD’ye derin bağımlılıktan dahi kurtarmadığı açıkça görülmektedir. Belki de bu yaptırımlar, Venezüella’nın kendi göbeğini kesmesine vesile olabilir.

Hiper enflasyon, en zenginleri vurur, ama eğer temel ihtiyaç malzemeleri için iyi bir dağıtım ağı kurulursa, yoksulları pek etkilemeyebilir. Bolivarcı rejimin, ayakta kalması için birinci zorunluluk, nüfusun temel ihtiyaçlarını doğrudan ürün dağıtımı yoluyla sağlayabilmesidir. Bu da ancak kamu işletmeleriyle (tarım, sanayi) üretimin geliştirilmesi ile mümkün olabilir.

Brezilya’da Lula iktidarının bile (ki, zamanında “iyi sol” sayılırdı) sermayeye karşı bağışlanmaz bir isyan gibi görüldüğü bir dönemdeyiz. Faşist Bolsonaro, katliam ve işkence tehditleri eşliğinde iktidara yarı-darbe yarı-seçim yoluyla getirildi.

Venezüella örneği de bize bir kez daha şunu gösteriyor: Sermayeye karşı ‘biraz mücadele’ çıkmaz bir sokaktır. Ne sonuç alıcıdır ne de siz reformistsiniz diye sermaye karşınıza ılımlı araçlarla çıkar. Lula’nın karşısına Bolsonaro faşistini, Maduro’nun karşısına Guaidó kuklası aracılığıyla savaş suçlusu kontra Elliott Abrams’ın yönetimini çıkartır. Dolayısıyla, reformizm, tıpkı geçmişte Şili’de Allende döneminde olduğu gibi, ne proletaryanın kurtuluşunu sağlar ne de sermayenin en vahşi araçlarla ezme saldırısını önler.

Latin Amerika işçi sınıfının, yoksullarının kapitalizme isyanı daha kararlı, daha sonuç alıcı biçimler almak zorundadır. Chavez’in de dediği gibi: Ya Komün, ya hiç!

Biz Türkiyeli devrimcilere düşen ise, tıpkı Dolmabahçe’de, 6. Filo’nun denize döküldüğü yerde Venezüella ile dayanışma eylemi yapan sosyalist gençler gibi, Bolivarcı Venezüella ile dayanışmayı yükseltmektir.

*Örneğin, Maduro’nun 26 Ocak tarihli uluslararası basın toplantısındaki konuşmasında, bir kez dahi “sosyalizm” veya “21. yüzyıl sosyalizmi” kavramları geçmedi. Oysa Chavez için, bunlar her konuşmasının vazgeçilmez temalarıydı – bu kavramları ne denli pratiğe geçirdiği ayrı bir tartışma olmakla birlikte. (ALP ALTINÖRS-SENDİKA.ORG)
Daha yeni Daha eski