1980'lerin ortalarında, devrimci hareket yaralarını sarıp yeniden toparlanmaya başladığında işçi sınıfı ve emekçi sınıflar mücadelesine yaklaşımda başlıca iki eğilim kendisini açıkça hissettiriyordu. Ki, zaman içinde bu iki eğilim birbirinden iyice uzaklaşarak çıplak gözle görülebilen farklı tutumlar olarak şekillendiler.
Bu eğilimlerin birincisi; var olan toplumun belirleyici özelliğinin, bu toplumun, aralarında uzlaşmaz karşıtlıklar bulunan sınıflara bölünmüş bir toplum olduğunu ve devrim mücadelesinde asıl stratejinin bu sınıflar arasındaki savaşın yönetilmesinin ilkelerden ibaret olması gerektiğini savunuyordu. Bu görüşü savunan devrimci komünistlere göre, yapılması gereken iş; her ulus ve milliyetten işçilerin önderliğinde, bütün uluslardan, milliyetlerden, her din ve mezhepten emekçilerin birleşik gücüyle diktatörlüğün alt edilmesi olarak yalınlaştırılabilir. Ve asıl amaç; sınıfsız ve sömürüşüz, ulusların, dinlerin, mezheplerin tek bir potada eritilip yok olduğu bir toplumsal sistem kurmaktır. Bütün gündelik taktikler, bu amaca yönelmediği, ona hizmet etmediği sürece anlamsızdır.
İkinci eğilim ise; bu toplumun temel çelişmesini çözmeyi görevinin merkezine koymak yerine, görünüşte, bir an için önemli ve çok öne çıkmış görünen, ama gerçekte gelip geçici olan, başka bir söyleyişle kapitalist sistem içinde kalınarak da çözümlenebilecek çelişmelerin çözümüne bağlı stratejiler benimsiyor, bütün günlük taktiklerini de bu tali çelişmenin çözülmesine hizmet edecek biçimde ele alıyordu; ittifak güçlerini de, düşman güçleri de buna göre belirliyordu.
Bu ikinci kategoride, birbirinden nüans farklarıyla ayrılan ve bazen birbirleriyle büyük kavgalara da tutuşabilen değişik siyasi odaklar yer alıyordu.
Bu odaklardan kimi, asıl sorunu devrimcilerle işkenceciler, ya da aynı anlama gelmek üzere, devrimcilerle polis, ordu, burjuva devlet bürokrasisi arasında görüyor, bu çelişmeyi çözmek için, hemen bütün gücünü bireysel terör eylemlerine veriyor ve bu eylemlerin yaratacağı etkiyle çelişmeyi çözecek bir güç toplamanın olanaklı olacağını hesap ediyordu.
Bir başkası, Kürt ulusal mücadelesini dünyayı değiştirecek asıl etken görüp bütün stratejisini Kürt haklarının elde edilmesine bağlıyor, toplumsal sınıfların mevzilenmesini, mücadele taktik ve yöntemlerini buna göre geliştiriyor, tarihi kendisiyle başlatıp bitiriyordu.
Bir diğeri, daha da gündelik ve yüzeysel bir tutumla, herkesin kendi bulunduğu yerde gündelik mücadeleye katılmasıyla (herkes kendi evinin önünü temizlerse sokaklar tertemiz olur burjuva görüşüne uygun olarak) mücadelenin başlıca sorunlarının aşılacağını iddia ediyordu.
Bir başka kesim ise (ki başını eski "Marksistler", "sosyalistler" çekti.) Alevilere yönelip, onları kurtaracak reçeteler sunmaya, ya da Alevilerin dünyayı kurtaracak tek güç olduğunu yine Alevi inancına dayanarak iddia etmeye koyuldu. İster işçi ve emekçilerin yerine kendi küçük örgütünü koysun, ister sınıf taleplerini ulusal taleplere ya da dini sorunlara indirgemiş olsun, bu siyasi odakların ortak özelliği, kimi ikincil, tali çelişmelerin çözümüyle toplumsal kurtuluşun yolunun açılabileceği biçimindeki reformcu tutumu benimsemeleridir. Ve bu nedenle de bu eğilimlerin sosyalizme, sınıflar mücadelesine yaklaşımları özü itibariyle aynıdır.
Ancak, bu yazımızda, kendimizi, konumuz bakımından bu odaklardan Aleviliğe yönelenleri eleştirmekle sınırlarken Aleviliğe biçilen toplumsal rol üzerinde duracağız.
ALEVİLİK VE SOSYALİZM
Aslında Aleviliği yeri geldiğinde sosyalizmle, yeri geldiğinde laiklikle, yeri geldiğinde hümanizmle, yeri geldiğinde feminizm ya da çevrecilikle vb. özdeşleştiren bu tutumun kökleri, '60'lı yıllara, sol'un, "sosyalizmin" az çok kitleselleşmeye başladığı yıllara kadar uzanır.
Şöyle ki;
'60'lı ve 70'li yıllarda, özellikle Alevi ve Sünnilerin karışık olarak oturdukları bölgelerde, burjuva politikacıları, dinciler ve tüm gericiler tarafından solculuk, sosyalizm bir Alevi ideolojisi sayılıyordu. Camilerde, kahvelerde, yeri geldiğinde sola, sosyalizme çatmak için, yüzlerce yıllık Alevi düşmanlığı kullanılarak Sünni emekçiler solculuğa sosyalizme karşı aşılanıyordu. Böylece solculuk Alevilikle özdeş gösterilerek geniş Sünni emekçi yığınlar, solun, o yıllarda neredeyse aynı anlama gelen sosyalizmin etki alanı dışına çıkarılmaya çalışılıyordu.
Gericiliğin bu taktiğinin tutması için o günün solcularının da az çaba sarf ettiği söylenemez. Çünkü o günlerde solcu ya da sosyalist olmanın ilk koşulu dine karşı cepheden bir saldırıya geçmekten, dine inanan herkesi sağcı, gerici sayan bir tutumu benimsemekten geçiyordu. Burjuva-dinci propaganda merkezlerinin de kışkırtmasıyla devrim ve sosyalizm mücadelesi; neredeyse, burjuvaziyle proletarya, egemen sınıflarla emekçi sınıflar arasındaki bir mücadele yerine, dine inananlarla inanmayanlar arasındaki bir mücadeleye indirgenmiş durumdaydı. Türkiye'nin koşulları göz önüne alındığında bu radikal, ama dine karşı körü körüne savaş tutumu, dine karşı savaş olmaktan çıkarak daha da daralmış, Sünni İslam’a karşı bir mücadele olarak yansımıştı kamuoyuna.
Çünkü Alevilere karşı alınan tutum tamamen farklıydı. Alevilerin, yaşanan Sünni egemen tarihsel süreçte, Sünnilere göre daha az verimli topraklara yerleşmiş, yerleşmek zorunda kalmış olması ve Aleviliğin ezilen bir mezhep olarak egemen düzene karşı muhalif gördüğü sosyalistlere, solculara sempatiyle bakması ve solun İslam’a yönelttiği eleştiriyi pek üstlerine almamaları vb. gibi etkenler bir araya gelince sol ve sosyalist sloganların Aleviler içinde yayılması kolaylaşmıştır.
Kuşkusuz Alevilerin dine yönelik eleştiriyi üstlerine almamalarında dine yöneltilen eleştirinin kaba ve biçimsel niteliği (oruç, namaz gibi ibadet biçimlerinin anlamsızlığı, maddi görünüşü olmayan bir ebedi ve ezeli Allah düşüncesinin bilim ve akılla açıkça çelişmesi vb.) ve eleştirinin Sünni inanç öğeleriyle sınırlı kalması gibi nedenler de vardı. Ama o günün sol propagandası içinde, Aleviliğe özel bir övgü yoksa da, Alevilikte henüz canlı olarak duran "can"lık, kardeşlik, yardımlaşma ve eşitlik öğeleri kullanılarak kısa zamanda Alevilikle "sosyalizmin" yakınlığı ya da aynılığı konusunda yaygın bir inanç da oluştu.
Bu, o günlerde, bugünkü gibi çeşitli sol çevre ve dergiler tarafından yazılıp propaganda edilen düzeyde sistemleşmiş oportünist bir eğilim değildi, ama bugünkünden çok daha yaygın bir kanıydı. Bu kanı, solun, o çocukluk döneminde, Alevi köylerde kolayca propaganda ve örgütlenme faaliyeti yürütmesine imkân verdiği gibi, Alevi emekçilerin propaganda edilen sosyalizme önyargısız yaklaşmalarına da imkân tanıyordu. Ve zaten yetersiz bir güce sahip sol güçler, kıt imkânlarıyla kolay sonuç alacakları bu alanlara yönelerek, o günün koşullarında oldukça değerli olan nicel bir birikim sağlıyorlardı. Bu kolay başarılar, Alevilik ile solculuk ve sosyalizm arasında doğrudan bir düşünsel bağ kurmayı kışkırttığı gibi, sosyalizmin Alevi yorumunu da yaygınlaştırdı.
Kısacası '60'lı yılların ortasından başlayarak Türkiye'de "sol" ve "sosyalizm" düşüncesi az çok kitleselleşmeye yöneldiğinde emek ve sermaye çatışması, ya da merkezinde proletarya ve burjuvazi arasındaki çatışmanın yer aldığı bir ezen ezilen kavgası olmak yerine; bir biçimiyle sağda yer alanlarla solda yer alanlar arasında bir çatışma olarak algılandı.
Bu nedenle de Alevi toplumu içindeki sınıf ayrılıkları görmezden gelinerek Alevi olmak solda sayılmak, sosyalist olmak için yeter sayılmıştır. Bu anlayış, giderek, kanıtlanması gerekmeyen bir evrensel gerçek olarak benimsenmiştir.
Denilebilir ki; Alevilerin sol ya da sosyalist etkiye girmesinden en çok Dedelik kurumu etkilenmiştir. Çünkü devrimci düşüncenin Alevi gençleri yığınsal olarak etki altına aldığı bölgelerde, zaten uzunca zamandan beri yoksul Alevi emekçiler karşısında itibarlarını yitirmiş olan Dedeler, devrimci düşüncenin de etkisiyle işlevlerini de yitirmişlerdir. Hasat zamanı köyleri dolaşıp "hakullah" toplayan Dedeler, bu seferlerden eli boş dönmeye başlamışlardır.
Bu tutum, yaşlı Alevi kesimlerin tepkisiyle karşılanmışsa da, o günün devrimci heyecanı bu tepkinin ciddi boyutlara ulaşmasını engellemiştir.
Kuşkusuz Dedelerin itibar yitirmesini sadece devrimci ajitasyona, hatta esas olarak devrimci ajitasyona bağlamak, gerçeğin bütününü ifade etmez. Tersine, belli başlı Dedeler tarafından bir Alevi partisi olarak kurulan Birlik Partisi (BP), girdiği ilk seçimlerde önemli bir başarı kazanmıştır. Geçmişte TİP'e oy veren ve TİP'in milletvekili çıkardığı bölgelerden bu sefer BP, üstelik Hacı Bektaşi Veli'nin soyundan gelen, geldiği iddia edilen Dedeler meclise girmiştir. Bu dönemde devrimci yükselişin sürdüğü düşünülürse Aleviler üstünde sosyalist-sol etkinin yüzeyselliği, ilk fırsatta Aleviliğin anımsandığı daha iyi anlaşılır. Ancak Dedeler adeta Alevilerin gösterdiği ilgiye ihanet etmek için bugünleri bekliyormuş gibi, çıkar kavgası içinde birbirlerine düşmüşlerdir.
Alevi oylarını yeniden kazanmak isteyen CHP, küçük entrikalarla BP'yi parçalamış, sonunda şimdi SHP'li, ama Alevilerin önde gelenlerinden biri olarak çeşitli forumlarda boy gösteren Mustafa Timisi dışındaki Dedeler BP'yi terk etmiş, BP de, solculukla Aleviliği karıştıran kimi küçük "sol" fraksiyonların olanaklarından yararlandığı bir kulübe dönüşmüştü.
Kısaca Dedelerin itibar yitirmesine neden olan asıl etken, onların, bir Alevi-Dede partisi iddiasıyla kurulmuş olan BP içindeki tutumları olmuştur demek yanlış olmaz.
Hangi nedenlere bağlı olursa olsun, sonuçta, '60'lı ve 70'li yıllarda Aleviler, Sünnilere kıyasla "sol"a, "sosyalizme" daha yakın bir tutum almıştır demek gerçeği ifade etmek olur.
Ancak, 1980 sonrasında durum değişmiştir: 12 Eylül darbesinin devrimci örgütleri büyük ölçüde hırpalayıp tahrip etmesi, bu karşı devrimci saldırıdan Alevilerin de payını alması, yöneltilen politik-ideolojik baskılar, Alevileri '80 öncesine göre daha derin bir biçimde parçalamış, '60'lı ve 70'li yıllara oranla Aleviler daha büyük bir politik parçalanmışlık göstermişlerdir.
Alevi emekçiler, ANAP ve SHP başta olmak üzere çeşitli düzen partileri doğrultusunda bölünmüştür. Bu parçalanmışlık, Alevi emekçiler üstünde politika yapmak isteyen değişik siyasi grupların iştahını kabartmazlık edemezdi; öyle de oldu.
Önce; 70'li yılarda kendisini keskin Marksist-Leninist ilan etmiş oldukça geniş sayılabilecek Alevi kökenli bir devrimci kesim, Alevi olduğunu hatırlayıp çeşitli türden Alevi dergileri etrafında toplandılar. Hacı Bektaş ve Pir Sultan dernekleri, yanı sıra çeşitli hemşeri dernekleri, birer Alevi derneği gibi çalışmaya başladı. Bu eski sosyalistlerin önemli bir bölümü, geleneksel Aleviliğin en bağnaz kesimleriyle birleşerek bir mezhep özgürlüğü talep etmenin ötesinde Aleviliği yaygınlaştırmanın, yeniden diriltmenin misyonerleri olarak sahneye çıktılar.
Her yerde dergâhlar, Cemevleri açılmaya başlandı. Dedeler 10-20 yıl süreyle kaybettikleri konumlarına, eskisine göre daha da otorite kazanmış olarak geri döndüler. Öyle ki; en reformcu Alevi kesimler bile Dedesiz bir Alevilik düşleyemez oldu. Bu arada "Alevi partisi" tartışmaları da başladı. BP'nin olumsuz deneyimine karşın bu tartışma sürdü, bugün de sürüyor. Özellikle de Sivas olayları sonrasında tartışma yoğunlaşmıştı; olaylar öncesinde bir Alevi partisine karşı olan çevreler bile, katliam sonrasında, böyle bir partinin gerekliliğini tartışmaya koyuldular.
Bu türden tutum içinde olan çevreler için Alevi olmak ve tüm politikaların merkezine Aleviliği koymak konusunda bir ayrılık yoktu. Tartışma; Kemalist çizgide kalınarak, devlet içinde Aleviliğe resmi bir statü kazandırmak ve Diyanet'te bir kürsü elde etmek için mi, yoksa daha halkçı bir çözümün gerçekleşmesi için mi mücadele edilmesi gerektiği gibi ayrıntıya ilişkin konulardaydı.
Benzer biçimde, bu çevre içinde Aleviliğin bir "din" mi yoksa "kültür" mü olduğunu tartışanlar da vardı, ama sonuçta Alevilik ve Alevilerin kurtuluşu hepsini birleştiren bir ortak paydaydı.
Alevilere yönelen ikinci ilgi dalgası burjuva partilerinden geldi. CHP'nin mirasçısı üç parti: SHP, CHP ve DSP, Alevi emekçileri kendi doğal seçmen kitleleri olarak görüyorlardı; bu yüzden de Alevi ileri gelenleri ve Dedelerle ilişkilerini yeniden kurdular.
Ama Alevilerin eski bütünlüğünün olmaması, daha doğrusu diğer partilerin etkisine açık bir parçalanmışlığa uğramış olmaları; ANAP, DYP, MHP, hatta geleneksel bakımdan Alevilerin hiçbir zaman uzlaşamayacağı bir parti olması gereken RP bile Alevi oylarını kendilerine çekecek taktikler geliştirmeye koyuldu. CHP'nin uzantısı partiler Alevilere laiklikle yaklaşıp Alevilikle laikliği aynılaştırırken RP, "Alevi kardeşler"den, cumhuriyetin tekke ve zaviyeleri kapatarak, cemi yasaklayarak Alevilerin özgürce inançlarının gereğini yerine getirmesini engellediğinden, "Ali'yi sevmek Alevilikse biz de Aleviyiz" gibi demagojik yaklaşımlar sergilediler. Bazı somut adımlar da attılar. Kimi Alevi köylerinde azımsanmayacak miktarda oy aldılar.
Burada, '80 sonrasında devletin de çeşitli yollarla "Alevi sorununa yakın ilgi" gösterdiğine değinmek gerekir. Özellikle Kürt mücadelesinin gelişmesi karşısında Alevilerin Türk olduğu anımsanmış, şovenizmin kışkırtılmasına basamak yapılmak için bir zamanlar yasaklanan Hacı Bektaş törenleri, devletin himayesine alınmış, devlet görevlileri törenlerin baş konuğu olurken Diyanette bir "Alevi bölümü" de, devletin sıcak baktığı bir yaklaşım olmaya başlamıştır. Devlet ve devlet politikasının aleti olan burjuva düzen partilerinin Aleviliğe gösterdiği "sıcak ilgi" Alevi çevrelerden karşılık görmüş, "yeniçerilerin de Alevi olduğu", "Alevilerin Horasan'dan göçüp gelmiş halis, Arap etkisiyle bozulmamış Türkler" olduğu gibi kuramlar geliştirilmiştir.
Alevi Dedelerinin, soylarının 12 İmam'dan geldiği iddiası ile halis Horasan Türk'ü oldukları iddiası arasındaki açık çelişme görmezden gelinmiştir. Bu çelişmeler ve şovenist yaveler, sadece devlet ve burjuva düzen partileri tarafından değil, Aleviliğe yaltaklanarak siyasi çıkar sağlamaya çalışan "sol", "sosyalist" kişi ve gruplar tarafından da görmezden gelinmektedir. Hatta bu gruplar, bu şovenist tezlere çanak tutucu politikalar geliştirmektedirler.
1980'li yıllarda Aleviliğe pek sıcak bakmayan Kürt milliyetçisi çevrelerde de son yıllarda Aleviliğe, özellikle Kürt Alevilere yönelik bir ilgi gözlenmektedir. Örneğin 2 Temmuz'un yıldönümü vesilesiyle Özgür Ülke gazetesinde yayımlanan bir röportajın başlığı bile bu ilgiyi ifade etmektedir. (Röportajın başlığı: "Zülfikar Gerillanın elindedir".)
Bu röportajda, bekleneceği gibi, Alevilik yüceltilmektedir: "… Aleviliğin gerçek özüne, mücadeleci, özgürlükçü ve devrimci özüne sahip çıkmayan, onu tanımayan çevreler var. Bunlar Alevilik gerçeği ile buluşmak istemiyorlar.
Çünkü buluştuklarında Aleviliğin ezilenlere sahip çıkma ve haksızlığa karşı savaş verme, Seyit Rıza, Ali Şer gibi, Aleviliğin ulusal değerlere sahip çıkma olduğunu görecekler." gibi bir zamanlar Sünniliğe yakıştırdıkları nitelikleri, şimdi Aleviliğe de yakıştırmaktadırlar. Ama aşırıya götürülen her görüş gibi Aleviliğe yönelik Kürt milliyetçisi değerlendirme de tersine dönüp Kürt ve Türk Alevileri karşı karşıya getirecek bir platforma sıçramaktadır.
Bir yandan, biz sadece Kürt Alevilere değil, Türk Alevilere de sesleniyoruz denilmekte, ama söz konusu olan Kürt Aleviler olduğunda, şöyle deniyor röportajda: "Bunlar, Alevilikleri için savaştıkları ölçüde, Kürdistan için de savaşmalıdır. Kürdistani özellikleriyle Alevi özelliklerini bütünleştirmişlerdir. Bu nedenle Alevilerin Aleviliği ile Kürtlüklerini ayırmak zordur.
Bütün dinlerde yaşamla dini değerler bütünleşmiştir. Kürt Alevilerde de eskiden beri kendi ulusal ve toplumsal yaşamlarıyla dini inanışları birleşmiştir." Ama aynı mantıkla birisi de Türk aleviler için, Türk Alevilerin dini değerleriyle ulusal değerlerini birleştirdiğini söylerse aynı derecede inandırıcı olmaz mı? Elbette olur. Çünkü her ulusal ve dinsel tutum gibi Alevilik ve Kürtlük için geçerli olan, Alevilik ve Türklük için de geçerli olabilir. Ama bu, Kürt milliyetçi çevreleri çok ilgilendirmemektedir. Çünkü Türk Alevilerine çağrıda ciddi değillerdir. Tersine, nasıl Aleviciler sadece Alevilik duygularını gıdıklayarak yandaş bulmak istiyorlarsa Kürt milliyetçileri ilgilendiren de bu kitlenin Kürt olan kesimidir. Ötesi "enternasyonalizm" gösterisinden ibarettir.
Alevilere yönelen ve konumuz açısından önemli sayılabilecek ilgi dalgası ise; "sol" hatta kendilerini "sosyalist", Marksist-Leninist sayan siyasi örgüt ve çevrelerden gelmiştir. Devrimci komünistler dışında hemen bütün sol siyasi çevreler ve örgütler, 70'li yıllarda olduğu gibi, ama çok daha geri bir çizgiden, '80'li yıllarda da Alevileri kendi doğal kitleleri olarak görmeye devam etmişlerdir. Ne var ki; köprülerin altından çok su aktığını gördüklerinden, Alevilere yaltaklanan, 70'lerde açıkça yapmaya ihtiyaç duymadıkları "derin tahlillere" başvurmuşlardır.
İP gibi partiler, laiklikle Aleviliği özdeşleştirip, toplumdaki asıl çatışmayı laik-laik olmayan biçiminde tanımlayıp Alevileri de doğal laikler olarak belirlemiştir. Böylece de, kendi iddialarının tam aksine, bir Alevi-Sünni çatışmasının nesnel zemininin oluşturulmasına önemli katkıyı yapmıştır. Bu arada "Alevi-Sünni kardeşliği" üzerine de sıkça nutuk atmışlardır, ama bir kez toplumun önüne konulan çelişme laik-laik olmayan biçiminde belirlenince, sonra ne söylersen söyle fark etmez ve öyle olmuştur. Nitekim bu partinin öncülü SP, yerel seçimlerde "Gelin Canlar Bir Olalım" diye Alevilere çağrı yaparken, Sünni emekçiler için bir afiş yapma, onlara "gelin" deme ihtiyacını duymamıştır.
Alevilik kışkırtılmış, atılan tohumlar meyve verip, Aleviler bir Alevi partisi kurmaya kalkınca da "Alevi partisinin RP'den farkı olmayacağı" yazılarak SP tarafından izlenen Alevi kuyrukçusu politikalar unutturulmaya çalışılmıştır. Ama "sol"dan Aleviliğe yaltaklanmada en çarpıcı örnek, bir zamanlar TKP'nin "radikal", "sol" kanadı sayılan TKP'nin Londra kanadının şefi olduğu öne sürülen ve İsmail Bilen'in yerine TKP'nin başına geçmediği için "bunalıma sürüklendiği" iddia edilen, ama bugün hâlâ Kervan, Kavga gibi dergilerin teorisyeni olan R. Yürükoğlu ve taraftarlarıdır.
Bu grup, çıkardığı dergilerde bir yandan, keskin bir işçi sınıfı ve Marksizm-Leninizm edebiyatı yaparken öte yandan açıkça Alevi Sünni çatışmasını kışkırtan bağnaz bir Alevicilik yapılmaktadır. Örneğin Ali Özsoy adında bir Dede, Aleviliği tanımlarken, "Alevilik büyük bir felsefedir, hangi dinin daha üstün bir felsefesi var?" gibi laflardan sonra, işi daha da ileri götürüp, Ramazan ve Oruç üzerine olmadık zırva tahlillere girişiyor: "Ramazan katil ayı. Hazreti Ali'yi Ramazanda katlettiler. (Oruç tutan) Diğer Müslümanlar bu katle sevindikleri için, onu kutlamak için oruç tutuyorlar" diyebiliyor.
Alevilik ve sosyalizm bu grubun dergilerinde neredeyse aynı anlamda kullanılıyor. Ve dedelerin söyledikleri, Marx ya da Lenin'in söylediklerinden daha çok itibar görüyor.
Örneğin "Alevi Ozan" Musa Eroğlu, her şeyin Alevilikte hazır var olduğunu iddia edenlerden ve bu dergilerde sıkça boy gösteriyor. Eroğlu, Kavga dergisinde kendisiyle yapılan bir röportajda, Alevilikte, aranan her şeyin olduğu iddia ediliyor. Solculuk, sosyalizm her şey Alevilikte var iddiasında Eroğlu: "Demokrasi, insan haklan ortak paydadır. Üstelik kadın haklarını, kadının eşitliğini biz yeni öğrenmedik. O bizim geleneğimiz, göreneğimizdir. Demokrasiyi arıyorlarsa gelsinler güzel bir demokrasi yapalım..."
Aynı derginin bir başka sayısında ise, Ali Haydar Celasun Dede; Aleviliği evrensel kurtarıcı ilan ediyor ve bu yüzden de Aleviliğin kendisini aşmasını ve insanlığı kurtaracak olan Dedelerin de kendilerini yenilemelerini istiyor: “Yalnız Aleviliğin değil, Sünni emekçinin de Şafi emekçinin de kurtuluşu Alevilere bağlı. Bunun için de Alevilik bir sır olmaktan çıkarılmak, Dedelik kendini yenilemek zorundadır. " saptamasını yapan Ali Haydar Celasun Dede bir Luther gibi konuşuyor. Ama bu sözlerin Luther'den 500 yıl sonra sarf edilmesi gibi bir sorun varsa da, bunu çok önemli görmüyor Kavga dergisi. Tersine bu Dede, bu derginin diğer birçok sayısında da sık sık boy göstererek sadece herhangi bir Dede değil bir Kavga teorisyeni olduğunu hissettiriyor.
Dahası bu dergilerin teorisyeni olan R. Yürükoğlu bir yaltakçıdan da öteye geçerek, Alevilerin nasıl örgütlenip sonsuza kadar yaşayacağı üzerine kuramlar geliştiriyor. Yürükoğlu'na göre; "Dede olmadan Alevi toplumu sürmez. Cemevleri olmadan Aleviler örgütlenemez. Yolu-yükü götürendir Dede / Davayı yığınlara yayandır Dede".
R. Yürükoğlu'nun Alevilikle bir ilgisi olmadığı söyleniyor. Ama R. Yürükoğlu, işçi sınıfının atalarını Babailere kadar götürerek, laiklik ve sosyalizmin temellerini Alevilikte keşfederek, dahası Alevilerin nasıl örgütlenmesi ve Alevilik uğruna nasıl mücadele etmeleri gerektiğine de müdahale ederek, herhangi bir politik örgütün Alevi potansiyelini peşine takma çabasının ötesinde bir "ilgi" gösteriyor Aleviliğe.
Kısacası, bir bütün olarak bakıldığında; '80'li yıllarda iki yanlı bir değişim olmuştur. '60'lı ve 70'li yıllarda sorunlarının çözümünü "sol"da, sosyalizmde arayan, Alevi-Sünni ayırımını önemsemeyen Alevi emekçiler, '80'li yıllarda Alevi olduklarını anımsamışlar, kendi kurtuluşlarını Aleviliğe yönelmekte, Dedelikte, Cem'de ve Cemevinde aramaya yönelmişlerdir. Benzer bir değişim "sol"da ve burjuva düzen partilerinde de görülmüştür. "Sol" cephede, '60'lı, 70'li yıllarda görülen Alevilikle sosyalizm arasında nitel bir fark olmadığını,
Aleviliğin ilkeleriyle sosyalizmin ilkelerinin uyuştuğu gibi bir ön yargıya sahip olan gruplar, Alevi emekçiler içinde Aleviliğe dönüşün belirginleşmesiyle, Aleviliğe ve Alevilere yaltaklanma politikalarına yönelmişlerdir. Burjuva düzen partileri içinde ise ikili bir tutum belirmiştir. Sosyal demokrat partiler Alevilerin soldan kopmasından hoşlanmışlar, ama din istismarında ustalaşmış sağ partilerle Aleviler üstünde bir kapışmayı da göze almak zorunda kalmışlardır. Sağcı partiler ise; Alevilerin dine dönüşünden hoşnut olmuşlar, bu dönüşle kendilerine yönelişin yolunun açıldığını fark ederek, kaybedilmiş gördükleri Alevileri kazanacak yöntemler üstünde kafa yormaya başlamışlardır. Dahası, Alevi uyanışını bahane ederek düzenden kopma sürecine giren Sünni emekçileri düzene bağlayacak bir "nedene" daha sahip olmuşlardır.
Bu partilerden ANAP, '80'li yılların kendi has özel koşullarının da yardımıyla, Alevileri önemli ölçüde Özal'a bağlarken, sonraki yıllarda ANAP'a gösterilen Alevi ilgisi "olağan" düzeye inmiştir. Ama öncesiyle oranlandığında, 12 Eylül sonrasında Aleviler daha çok parti arasında bölünmüş görünmektedir.
Burada hemen belirtmek gerekir ki; Alevilerden söz ettiğimizde Alevi kökenli olan herkesten söz etmiyoruz. Tersine bugün de Kürt ya da Türk Alevi kökenli olup devrimci komünizmin ya da demokrasi saflarında yer alan, mezhep ya da din esasına göre örgütlenmelere sıcak bakmayan pek çok komünist, devrimci, demokrat vardır. Dahası bazı bölgelerde Alevi olup da kurtuluşun Alevi ve Sünni emekçilerin ortak örgütlenip mücadele etmesi gerektiğine inanan Alevi kitleler de vardır. Bu yüzden de burada Alevilerden söz edildiğinde, bir kökenden çok, Alevi emekçilerin kurtuluşunu Alevilik esasına göre örgütlenmede gören kesimlerden söz ediyoruz.
Şimdi, ister istemez neden '80'li yıllarda Aleviliğe dönüş yaşanmış, neden Alevi inancı ve ibadet biçimleri yeniden canlanmıştır sorusu gündeme gelir. Ve bu soruya verilecek ilk yanıt 12 Eylül terörü ve cuntanın Alevilere baskı yapması, sol örgütlerin parçalanmış olması biçiminde olursa da, soruna biraz daha yakından bakıldığında gelişmelerin 12 Eylül terörü ve ona bağlı olarak ortaya çıkan koşullarla açıklanamayacağı görülür. Sorunun anlaşılabilmesi için '60'ların dünyası ile
'80 ve '90'ların dünyası arasındaki farka bakmak gerekir. '60'larda ve 70'li yılların ilk yarısında dünyada hâlâ sosyalizm rüzgârları esiyordu ve düzenden hoşnutsuz olan, gelecekte özgür ve mutlu bir dünyada yaşamak isteyen herkes, bunun ancak sosyalizmle mümkün olabileceğini düşünüyordu ve gerçek amaçları sosyalizmle çatışsa bile, kendi amaçlarıyla sosyalizm arasında bir uzlaşma sağlamaya çalışıyorlardı.
Bu yüzden de özgürlük isteyen Kürt, dinsel inançlarını dilediği gibi yerine getirmek isteyen Alevi, barış isteyen aydın, demokrasi isteyen entelektüel özlemlerinin ancak sosyalizmle gerçekleşeceğini düşünüyor, bu yüzden de kendi isteğiyle sosyalizm arasında gerçek bağlar kuramadığı hallerde de, gizemli bağlar kuruyordu.
Çoğu zaman da sosyalizmin bütünlüklü, bütün emekçiler ve bütün halkların kurtuluşu programı karşısında, ulusal, bölgesel ya da dinsel talepler belli belirsiz kalıyordu. Ne var ki bu durum 70'lerin ikinci yarısından sonra değişmeye başladı. Sovyetler Birliği'nde geriye dönüşün sonuçlarının artık açıkça ortaya çıkmaya başlaması ve SB şahsında sosyalizmin önce prestij yitirip sonra da kapitalist dünyadan farklı amaçlarının olmadığının anlaşılmasıyla, sosyalizmin müttefiki olan güçler arasında da çözülmeler başladı. Rüzgâr tersten esmeye başlamıştı. Gorbaçov'un işbaşına gelmesiyle birlikte, bir anlamda "sosyalizm"le kapitalizm arasında bir fark olmadığı resmen ilan edildi.
Ama bu açıklamaların gerçek niyeti, kapitalizmin sosyalizmden üstün olduğu, sosyalizmin bütün çözümlerinin kapitalist çözümler karşısında iflas ettiği biçimindeydi. Ve sosyalizm denildiğinde SB'nden başka bir şey akla getirmeyenler ya da sosyalizme geçici olarak bağlanmış çevreler içinde bu böyle anlaşıldı. Bu nedenle de önce SB yanlısı partiler çözülüp dağıldılar, sonra da sosyalizmi gerçek bir Marksizm-Leninizm değil de, onun şu ya da bu yorumu olarak anlayan siyasi odaklar ile sosyalizmi salt kendi günlük kimi problemlerini çözecek bir sistem ötesinde anlamamış olan pek çok ulusal, dinsel, cinsiyetçi, çevreci barışçı vb. çevre, sosyalizme karşı bir pozisyona geçtiler.
Bu, dünya ölçüsünde sosyalizme karşı girişilen en büyük kampanya, Türkiye'de 12 Eylül'ün terörüyle birleşince sonuçları çok daha tahrip edici oldu. İşte bu koşullarda Türkiye'de Kürtler kendilerine, Marksist sosyalizme bağlanmayan bir "çözüm yolu" seçerken, geçmişte kurtuluşlarını "sosyalizmde" gören kimi kadın çevreleri feminizme, yine eskiden dünyanın geleceği konusunda endişelerini "sosyalizme" yaklaşarak gidermeye çalışan kimi çevreler ise çevrecilik ve barışçılık gibi kapitalist emperyalist sistem için kabul edilebilir bir "muhalefet" çizgisine çekildiler. Aleviler de; Dedeler, Cemevleri vb. Alevi örgütlenmeleriyle kurtuluşa gidecekleri bir yol benimsemeye yöneldiler.
ALEVİLİK VE LAİKLİK
Son 40 yılın "laiklik-şeriatçılık" tartışmalarını arşivlerden izleyecek bir yabancı, tartışılmaz biçimde şöyle bir sonuca varır: Bu ülkede "laikliğin" iki savunucusu var: Birincisi Kemalistler, ikincisi ise Aleviler! Çünkü Kemalistlerin, (bu ordu ve CHP'de simgelenir) ve Alevilerin laikliğinden kimse kuşkulanmamıştır. Bu önyargı öyle bir noktaya gelmiştir ki, örneğin Bahçeli ya da Erdoğan bir caminin açılışına katılsa; bu, basında ertesi gün haber olarak çıkar; ama yanında din istismarcılığı, anti-laik tutum ve benzeri yorumlarıyla çıkar.
Ama geçmiş yıllarda CHP Genel Başkanı bir Cemevinin açılış törenine katıldı, kimse bunu bir politikacının din istismarı, anti-laik bir tutum olarak nitelemedi. Aynı biçimde bir Sünni şeyhini ziyaret eden bir politikacı, laisizmi ihlalle suçlanır da aynı politikacının Hacı Bektaş törenlerinde boy gösterip Alevi yığınlarına tarihsel gerçekleri de çarpıtarak nutuk atmasını kimse laisizm ihlali olarak görmez.
Elbette ki; bir politikacının, politik çıkar için dinsel törenlere katılması, camilerin vb.nin açılışına katılması anti-laik bir tutumdur. Ama bu sadece Sünni dini kurumların açılışı ile sınırlı olamaz. Eğer politikacılar Hacı Bektaş'a Alevilerin dinsel duygularını istismar ederek onları kendi etki alanlarına çekmek için gidiyorsa, bu da bir Sünni tarikatın törenlerine katılmak kadar anti-laiktir. Başka bir söyleyişle Deniz Baykal'ın Cemevi açmasıyla Tansu Çiller'in cami açması arasında laisizm istismarı açısından bir fark olmaması gerekir ve yoktur.
Kuşkusuz böyle bir kanının yerleşmiş olmasında, başka şeylerin yanı sıra, Alevilerin kendi inançlarına göre tapınmasının, özellikle Dedelik ve Cemevlerinin devlet tarafından yasaklanmış olmasının rolü vardır ve bu yüzden ezilen bir mezhep olarak, Alevilik yanlısı tutum, laiklik karşıtlığı ile pek ilintilendirilmez. Ama Aleviliğin burjuva politikacılar tarafından istismarının görmezden gelinmesi, laik ve devrimci demokrat çevrelerde Alevilikle laikliğin ilintilendirilmemesinin asıl nedeni, Aleviliğin "özünde" keşfettikleri laiklik yanlılığıdır.
Kuşkusuz bu düşüncenin oluşmasında, yukarıda belirtildiği gibi, Aleviliğin neredeyse 500 yıldır Osmanlı ve Cumhuriyet devletleri tarafından yasadışı sayılması, bunun sonucu olarak da Alevilerin Sünni ve Sünni şeriatına göre örgütlenen ya da örgütlenecek devlete karşı çıkmalarının rolü vardır. Özellikle cumhuriyet döneminde devletin Sünni niteliğine Aleviler karşı çıkmış, özellikle şeriatçı Sünniliğin azdığı dönemlerde Aleviler, laikliğin koruyucusu gibi görünmüşlerdir. Gerçekten de cumhuriyet döneminde Alevi tekkeleri ve Cemevleri de yasaklanmıştır; ama yine de Aleviler şeriat yasalarının geçerli olduğu Osmanlı dönemine göre cumhuriyeti tercih etmişlerdir.
Özellikle Alevileri "kâfir", İslam dışı sayan Sünni şeriatçılığın egemen olmasına karşı çıkmışlar, ezilen bir mezhep olarak, laiklikle, hiç olmazsa Sünnilik karşısında ikincil bir mezhep olmaktan kurtulmayı ummuşlardır. Ancak bu görünüş, ya da herhangi bir dönemde Aleviliğin laiklikle ilgili böyle bir rol oynamış olması, oynamaya devam ediyor olması Aleviliğin özünün laik olduğunu gösterir mi? Elbette bu sorunun yanıtı, duraksamaksızın "hayır" olmak zorundadır. Çünkü insanlara bir yaşam tarzı sunan her din ya da mezhebin amacı, bütün insanları aynı biçimde yaşamaya ikna etmektir. Bunun birinci koşulu ise; imkân bulduğu her yerde kendisinin egemen din ya da mezhep olması, böylece diğer din ve mezheplere karşı kendisine avantaj sağlamaktır. Bundan vazgeçen her din ya da mezhep, kendi akitlerinin evrensel olduğunu reddetmiş demektir ki; böyle bir dinin, mezhebin ya da herhangi bir dünya görüşünün yaşama şansı yoktur. Aleviliğin bu kuralın dışında olması için, Aleviliğe olmadık nitelikler yükleyenlerin iddiaları dışında bir neden yoktur.
Elbette ki; Aleviliğin uzun yüzyıllar boyunca baskı altında kalmış olması, bu durumun kaçınılmaz sonucu olarak, zaman zaman Alevi ayaklanmalarının bir özgürlük ayaklanmasına dönüşmüş olması; Alevilerin devletten sürekli olarak bütün din ve mezheplere özgürlük isteyen bir pozisyonda olması gerçektir. Ama bu, özgürlük isteğinin Aleviliğin özünden geldiğini göstermeye yeterli değildir. Kaldı ki; tarih boyunca pek çok din ve mezhep zaman zaman bu türden özgürlük talepleriyle ortaya çıkmıştır.
Örneğin Hıristiyanlığın ortaya çıkması ile Roma'nın resmi dini olması arasında geçen 300 yıl boyunca "bütün dinlere özgürlük" savunuculuğu yapmış, çok tanrılı dinlerle eşit statüye gelinceye kadar bu talebi savunmayı sürdürmüştür. Ama Hıristiyanlık, egemen din olmasından itibaren de bütün çok tanrılı dinlere karşı açıkça savaş açmış, egemenliğini güçlendirdiği ölçüde de bu dinleri yasaklamış, inananları Kilise mahkemelerinde yargılamaktan çekinmemiştir. Elinde kılıçla doğan bir din olarak İslam bile, Mekke aristokrasisinin dini olmazdan önce, diğer putperest dinlerle İslam’ın aynı statüde görülmesi için mücadele etmiş, ünlü Medine Vesikası'ndaki "İslam demokrasisi"ne vesile olan tutumu benimsemiştir. Ama 10 yıl sonra, yeterince güçlenince, 10 yıl önceki "her dine özgürlük", "her dine saygı" istemi unutulup "putperestler", kılıç zoruyla Müslümanlaştırılmış ya da öldürülmüştür. Yine tarihte, egemen durumdayken son derece despot olan politik eğilimlerin, mezhep ya da dinlerin, hegemonya altına düşmesiyle özgürlükçü, eşitlikçi talepleri benimsediği pek çok kez görülmüştür.
Alevilik de, Türkiye'de yüzyıllardır baskı altında bir mezhep olarak elbette özgürlük talebine sahip çıkmakta, kendisiyle birlikte başka baskı altındaki din ve mezheplerin de Sünniliğe eşitlenmesini istemektedir. Ama bu özgürlük isteğinin Aleviliğin özünde olduğunu, Aleviliğin her koşulda özgürlükçü, eşitlikçi, laiklik yanlısı olduğunu söylemek için hiç bir neden yoktur. Tersine, Sünnilik, Hıristiyanlık ya da Yahudilik ne kadar laik, ne kadar devrimci, ne kadar özgürlükçü bir öz taşıyorsa Alevilik de bu niteliklere aynı ölçüde sahiptir.
Aleviliğin diğer dinlerden farklı olarak "devrimci" bir öze sahip olduğunun hiçbir dayanağı yoktur. Nasıl Alevilerin, 1950'li yıllarda DP'yi desteklemesi, 1980'li yıllarda ANAP'tan yana tutum almasının Aleviliğin özünden kaynaklandığı söylenemezse, bugün Sünni şeriatçılığa karşı aldığı tutumdan hareketle, Aleviliğin özünün laik, devrimci ya da sosyalist olduğu da söylenemez. Tersine, son 40 yılın gelişmelerine yakından bakıldığında; laik ve ilerici olanın bir din olarak Alevilik olmadığı, aksine, alevi emekçilerin, Aleviliğin mistik dünya görüşünden kopup devrim ve demokrasi mücadelesine katıldıkları ölçüde ilerici tutum aldıkları görülür.
Tutum ve davranışlarını dini görüşleri belirlemediği ölçüde Alevi emekçiler, demokrasi mücadelesi içinde değişip devrimcileşmişler; ama tersi olduğunda, karşı devrimin ilk saldırısıyla en geri mevzilere çekilmişlerdir. Nitekim bugün Alevicilik güden Alevi aydınların, devrim ve demokrasi mücadelesinde nerede durdukları ortadadır. Geçmişte her biri değişik politik yapılar içinde de olsa demokrasi mücadelesine katkıda bulunmaya çalışan bu kişiler, bugün işçi sınıfı ve emekçi sınıfların mücadelesinin dışına düşmüşler, "Pir aşkına", "Dedeler" ve "babalar"ın "danışmanlığı"nı yapmaktadırlar.
Son 40 yılın iki ayrı Pir Sultan yorumu, aslında devrim ve demokrasi güçlerinin etkisindeki Alevilik ile Aleviliğin kendiliğinden devrim ve demokrasi karşısındaki konumunu çarpıcı biçimde gösterir. '60'lı ve 70'li yıllarının Pir Sultanı; folklorik bakımdan Alevi motiflerini kullanan, ama zulme, sömürüye başkaldırmış, eşitlik ve özgürlük uğruna savaşan, gerçekte bir din ya da mezhebi olmayan, varsa bile bu özelliği eyleminin niteliğini belirlemeyen, baş eğmez bir halk kahramanıdır.
'90'ların Pir Sultanı ise; tıpkı 1950'lerin ya da 1750'lerin Pir Sultanı gibi, Alevilere yapılan baskılara karşı çıkan, ama bunu "hak", "adalet", "Pir aşkına" yapan, soyu Ehlibeyt'e dayanan, yarı Yunus, yarı Hacı Bektaşi Veli, mistik bir Alevi Dedesidir. Belki bugün bazı Alevi çevreler, Pir Sultan'a hâlâ bir özgürlük kahramanı sıfatı yüklüyorsa, bu, '70'li yıllardan kalmış mirası henüz atmaya cesaret edemedikleri içindir. Ama biraz daha Alevilikte yol alırlarsa, onun bu niteliklerini tümüyle yok edeceklerinden şüphe edilemez. Çünkü bugün bulundukları pozisyon devletle, egemen burjuvazi ve uluslararası kapitalizmin "yükselen değerleriyle" uyuşan bir Pir Sultan motifini gerektirmektedir.
Kuşkusuz Alevi aydınları da kendi aralarında farklı politik görüşlere sahiptirler ve söylemde birbiriyle kavga edecek kadar sert çelişmeleri görülebilir. Ama devrim ve demokrasi mücadelesindeki tutumları; Alevi emekçilerini Alevilikle eğitip onun etrafında toplamak, Aleviliği politika düzeyine yükselterek başka din ve mezhepten emekçilerle Aleviler arasına yeni bir barikat kurmaktır. Niyet ne olursa olsun, girilen yolun kaçınılmaz sonucu bu olmak durumundadır. Çünkü birleştirici etken Alevilik olunca, sınıf kardeşliği yerini, mezhep kardeşliğine bırakmaktadır.
Bunun mantıksal ve pratik sonucu, bir işyerindeki Alevi işçinin Sünni işçiyle birleşmek yerine Alevi patronuyla birleşmesi olacaktır. Alevi aydınların bazıları, özellikle bugün, hâlâ işçi ve emekçi mücadelesinin kaygısını duymaya devam edenleri; "biz böyle bir şey önermiyoruz, Alevi olarak Örgütlenmek sınıf mücadelesine katılmaya engel değildir" diyebilir. Ama o ne derse desin "Aleviler birleşin!" dendiği zaman olacak olan, her sınıftan Alevinin aynı çatı altında toplanması çağrısıdır ve bu da ister istemez mezhep birliğini öne çıkarıp sınıf mücadelesini, en iyimser yaklaşımla ikici plana itmek anlamına gelir.
Laiklik sorununa gelince. Laiklik; Sünni şeriatçılığa karşı Alevilerin kendi inançlarına göre örgütlenmesiyle (buna Alevi şeriatçılığı dememek için bir neden yok) denge sağlamak değildir. Tersine, laiklik, tarihsel kaynakları bakımından her türden dini baskıya karşı bilimin ve siyasetin dinin dışına çıkarılması, devletin din işlerine karışmamasıdır. Bu ise; dünya ölçüsünde burjuva devrimler çağının en önemli kazanımlarından birisidir. Ve her ülkede ilericilerin, devrimcilerin, komünistlerin gericiliğe, bağnazlığa dinsel baskılara karşı mücadelesinde laiklik son derece önemli bir dayanaktır.
Elbette bütün demokratik kazanımlar gibi laikliğin, ne ölçüde ilerici, devrimci sınıfların mücadelesine dayanak olacağı da, dinler ve mezhepler arasındaki denge tarafından değil, ilerici ve gerici sınıfların mücadelesinin boyutları tarafından belirlenir. Eğer devrimci sınıflar cephesi mücadeleye ağırlığını koyuyor, emekçileri dinsel inançlarına göre değil, sınıf yakınlığına göre mücadeleye çekmeye yöneliyorsa; laiklik devrimci sınıfların bir dayanağı olur. Tersine, laiklik, gericiliğin kendi arasındaki hesaplaşmanın aleti durumuna gelmişse; anlamsız, içeriği yozlaşmış bir kavrama dönüşür.
Yani laiklik, emekçi sınıfların özgürlük mücadelesinde, toplumu dinsel etkiden özgürleştirme programlarının bir parçası olmaktan çıkıp burjuva ve gerici klikler arasında bir çıkar kavgasının konusu olarak tariflendiğinde ise, bugün olduğu gibi, gericilerin hegemonya kavgalarının dayanağına dönüşür ya da varoluş amacının tersine dönerek, çeşitli dini grupların, tarikatların sığmağına dönüşür. Bu yüzdendir ki; laiklik, işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi sınıfların bugün savundukları başlıca demokratik taleplerden birisi olmaya devam etmek durumundadır.
Dahası, laiklik, sosyal demokratların muhaliflikleri Sünniliğe muhalefetle sınırlı, azınlık dini çevrelerin bir talebi olmaktan çıkarılıp işçi ve emekçilerin özgürlük ve demokrasi mücadelesinin bir talebi olduğunda, çarpık laik anti-laik saflaşmasının da ciddi bir temeli kalmayacaktır.
Peki, Alevilerin baskı altında bulunduğu ve bir örgütlenme içinde oldukları gerçek değil midir?
Elbette Aleviler yüzyıllardır bir devlet mezhebi haline gelmiş olan Sünni mezhebinin daha doğrusu Sünni devletin baskısı altındadır. Ve yukarıda değindiğimiz nedenlerden dolayı da Aleviler, son yıllarda giderek artan bir biçimde Cemevleri açmakta, Dedelik kurumunu, dergâhları ihya etmek için yoğun bir faaliyete girişmektedirler. Öyle ki; on yılların hemşeri dernekleri bile, Alevi çoğunluğun olduğu yerlerde birer Alevi derneğine dönüşmektedir.
Ve açıktır ki; bu tutumlarından dolayı Alevi emekçileri, laikliğe katkı yaptıkları için alkışlamak gerekmediği gibi eleştirmek de kimsenin hakkı değildir. Çünkü herkesin şu ya da bu biçimde örgütlenme hakkı vardır. Ama Alevi emekçileri, Dedeler ve Cemevleri etrafında örgütlenmeye çağıran, mezhep birliğini sınıf birliğinin önüne geçiren Alevi aydınları, sözde sosyalistleri ve sosyal demokratları ve her türden burjuva politikacısını eleştirmek, emekçi düşmanlığı ile suçlamak; elbette bütün devrimcilerin, demokratların ve gerçek Marksistlerin vazgeçemeyeceği bir görevdir. (MARKSİZM LENİNİZM - FACEBOOK SAYFASI)