HIDE
GRID_STYLE
TRUE
SHOW_BLOG

Erdoğan’ın her şeyin en iyisini kendisinin bildiğini zannetmesi, alınması gereken önlemlerin gecikmesine yol açıyor!

Erdoğan’ın bilgiye değer vermemesi ve her şeyin en iyisini kendisinin bildiğini zannetmesi, alınması gereken önlemlerin gecikmesine yol açı...

Erdoğan’ın bilgiye değer vermemesi ve her şeyin en iyisini kendisinin bildiğini zannetmesi, alınması gereken önlemlerin gecikmesine yol açıyor. Kaybedilen 3 hafta yüzünden Nisan sonu normalleşme sürecine girebilecek iken Mayıs’ı da kaybetmek üzereyiz...


ERDOĞAN SORUNU HALA ANLAYABİLMİŞ DEĞİL

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz Çarşamba günü (25 Mart) video konferans yoluyla Koronavirüs Bilim Kurulu toplantısına katıldı ve Bilim Kurulu üyelerine hitaben ama bizlerin duyması için (çünkü televizyonlardan da yayınlandı) şöyle konuştu:

"Ülkemizdeki vaka ve ölüm oranı giderek azalan bir trendi ifade ediyor. Nisan ayının ilk dilimine yönelik simülasyonlar her gün sonunda yapılan vaka ve ölüm açıklamasıyla biraz daha geriliyor."

Belli ki Cumhurbaşkanı bin odalı sarayını bütün ülke ile karıştırıyor, gerçeklik algısı çarpılmış durumda!

Virüsün yayılma hızı da, ölüm oranı da azalmıyor, tersine artıyor.

28 Mart sabahı verilerine göre virüse yakalananların sayısının iki misline çıkma süresi Türkiye’de 3 gün olmuştu.

Dünya ortalamasının 6 gün, virüsten en ağır hasarı gören ülkelerden biri olan İtalya’da 7 gün, onunla yarışan İspanya’da 4 gün olduğuna dikkatinizi çekmek isterim. (Kaynak: ECDC. European Center for Disease Prevention and Control.)

100. vakanın rapor edilmesinden sonra salgının yayılma hızını gösteren grafiklerde Türkiye’nin, hasta sayısının iki katına çıkma hızının iki günde bire çok yaklaştığını da görüyoruz.

Erdoğan, aynı konuşmasında şunu da söyleyecekti:

"Toplumumuzda henüz tehdidin büyüklüğünü kavrayamamış olanlar varsa da genel olarak milletimizin hassasiyetinden memnunuz. Hâlâ meselenin hayatiyetinin farkına varmamış olanların da sizlerin telkin ve tavsiyeleriyle en kısa sürede doğruyu göreceklerine inanıyorum."

İşin gerçeği şu ki "memleketimizde tehdidin büyüklüğünü kavrayamamış olan" bir numaralı şahsiyet Recep Tayyip Erdoğan’dır.

Bilim Kurulu, dünyadaki gelişmeleri ve örnek ülkeleri incelediğinde neler yapılması gerektiğini görmüştü:

Mümkün olduğu kadar çok test yaparak hasta olanları tespit edip izole etmek, bu kişilerle teması olanları karantina altına almak. Bu yapılana kadar virüsün yayılma hızını düşürebilmek için de toplumsal hareketliliği minimuma indirmek.

Hükümetin bu konuda herhangi bir planı olmadığı gibi, Bilim Kurulu’nun görüşlerini de takmadığını gördük.

Kararlar hep bir – iki gün gecikerek alındı ve kesin sonuç alabilecek sokağa çıkma kısıtlamaları gündeme bile alınmadı.

Hükümet, böylece çok önemli ilk üç haftayı yarım yamalak tedbirler nedeniyle kaybetti, hastalığın hızla Anadolu’ya da yayılmasına yol açtı.

Ve önlemler hâlâ Nasreddin Hoca’nın türbesi gibi. Şehirlerarası otobüslerle kent değiştiremezsiniz ama servis aracıyla işinize gidip geliyorsanız, sorun yok. Kendi otomobilinizle virüsü istediğiniz her yere götürebilirsiniz ama trenle yasak!

Türkiye’de ilk Koronavirüs vakası 10 Mart günü tespit edildi.

O gün harekete geçilmiş ve başka ülkelerin o güne kadar yaşadıkları deneyimlerden çıkarılmış derslerden yararlanılmış olsaydı, bugün bu salgını en az hasarla atlatabilecek bir ülke olacaktık.

10 Mart günü, ilk vaka tespit edildiğinde yöneticilerimizin söylediği ve yandaş medyanın pompaladığı gibi "salgına hazır" olsaydık, aradan geçen 3 haftadan sonra bugün hayatı nasıl normale döndüreceğimizi konuşuyor olacaktık.

Ama Erdoğan’ın korkuları, bilgiye değer vermemesi, her şeyin en iyisini kendisinin bildiğini zannetmesi, Saray’ına doldurduğu "evet efendimci" yancıları buna izin vermedi.

Onun için de daha salgının "peak noktasına" hâlâ çok uzağız.

En kötü ihtimalle Nisan ayında normalleşme sürecine girebilecek iken Mayıs ayını da kaybetmek üzereyiz.

* * *

Sorumluluğu vatandaşlara atma çabası

Hükümet, arkasına kendi finanse ettiği medyayı da almış, kendi almaları gereken kararın sorumluluğunu vatandaşlara yıkma derdinde.

Onların "sokağa çıkan sorumsuzlar" gördüğü yere baktığımda benim gördüğüm "işinden atılmamak ve aç kalmamak için evinden çıkmak zorunda kalanlar" var.

65 yaşın üstündekilerin sokağa çıkması yasak ama emekli maaşını alıp, bakkal – kasap borcunu ödemek için emekli maaşlarını almak üzere banka şubelerine gitmek zorunda olanlar da onlar!

Hükümet, bu teknoloji devrinde, emeklilere maaşlarını adreslerinde ödemeyi bile beceremiyor.

Dün Hürriyet gazetesi, birinci sayfasına Şanlıurfa’dan bir fotoğraf koymuş, üzerine de "Bu neyin inadı" diye manşet atmış!

Vatandaşlar, "canım hükümetimizin" aldığı kararlarla inatlaşıp, hastalığı yaymaya devam ediyorlar gibisinden bir alt metni var bunun.

Aynı fotoğrafa ben bakınca bir PTT şubesi görüyorum. Kuyruktakiler de emekli maaşını almak istiyor olmalı. Muhtemelen aralarında bir yerlere para göndermek ya da kendisine gelen havaleyi almak isteyenler de var.

Kimse keyfi için orada değil.

Kimsenin hayatı ucuz değil. Herkes biliyor, sokağa çıkmanın ve başka insanlarla yakın temasın tehlikelerini.

İşe gitmemek kendi ellerinde mi? Hükümet önlem almak için işe gitmeyenlerin işini koruyacağının garantisini veriyor mu?

Bir gün çalışamaz ise evde yiyecek ekmek bulamayacak olanların sayısı kaç?

Hükümet onlara "merak etmeyin, evde oturun, yiyecek kolileriniz akşam elinizde" diyebiliyor mu?

Seçim dönemlerinde kapı kapı kömür, deterjan, makarna dağıtan kaymakamlar, valiler nerede?

"Suriyeli kardeşlerimiz" için 40 milyar doları bulabiliyoruz da hastalıktan çoluk çocuk korunabilsinler diye "işçi kardeşlerimize", iki ay için 100 milyon dolar bulamıyor muyuz?

Putin’in gönlü hoş olsun diye 2,5 milyar doları, hiç kullanamayacağımızı hepimizin bildiği bir füze sistemine verebiliyoruz da memleketin kapanan küçük işyerlerinin sahiplerinin, oralarda çalışanların gönlünü hoş tutmak için bunun yarısı kadarını niye bulamıyoruz?

Mesele Türkiye’nin imkanlarının kısıtlı olup, olmaması değildir.

Mesele, kısıtlı olan imkanlarımızın doğru yerlere harcanıp, harcanmadığı meselesidir.

* * *

Erdoğan’a bir müzik aleti mi hediye etsek?

Nuray Mert, Kitap24'te bu hafta "evde otururken tarih okumak isteyenlere" ilginç kitap önerilerini yazdı.

"Karantina günlerinde tarih okumak: Hem de kendi meşrebine göre…" başlıklı yazıya buradan ulaşabilirsiniz.

Nuray’ın önerdiği kitaplardan biri Sultan 2. Abdülhamit (Ulu Hakan) döneminde Paris’te elçilik de yapan Salih Münir (Çorlu) Paşa’nın Anıları.

Hep söylerim, Sultan Abdülhamit dirilecek olsa, elindeki bastonu önce bizim Siyasal İslamcıların kafasında kırar diye.

Sultan Abdülhamit, batı müziğine meraklı bir padişahtı. "Yeni icat edilmiş şeylere" de merakı varmış. Salih Münir Paşa’yı zaman zaman Galata’ya gönderir, böyle şeyler aldırırmış.

Bunların arasında adı "Eolian" olan elektrikle ya da ayak pedalıyla çalışan bir tür "harp" de varmış ve zamanın opera eserleri bununla çalınırmış. Sultan, bu aletin de alınması konusunda ısrarcı olmuş. Paşa da bu tür işlere alet edilmesinin alınganlığı ile davranınca Padişah şöyle demiş:

"Senin halinden, tavrından, bakışından hissettiğime göre içinden diyorsun ki, çirkin bir vaziyette dağdağalı ve şerefimize dokunan bir iş ile meşgul iken bu adam çalgı ile müzika ile uğraşmaktan geri durmuyor… Fakat vükelamız hiçbir işin gerek teferruatına, gerek esasına ait kararları kendiliklerinden vermeyip benden sormayı adet edinmiştir. Bu hale göre muğlak ve pürüzlü devlet işleri hakkında doğru karar ve rey vermekliğim için ara sıra zihnimi devlet işleri ile münasebeti olmayan şeylerle meşgul ederek kafamı boşaltmalıyım, dinlendirmeliyim."

Erdoğan’ın, Abdülhamit’e özendiği konusunda iddiaya girerim, orası ayrı.

Ve belli ki onun vekilleri de Abdülhamit’in vekilleri gibi.

Acaba Erdoğan’ın kafasını dinlemesini ve artık doğru kararlar da verebilmesini sağlamak için ona bir müzik aleti mi hediye etsek?

Bir kanun, ud ya da cümbüş mü? Yoksa, çalması daha kolay olsun diye küçük bir blok flüt veya kaval mı? (MEHMET Y. YILMAZ-T24)