(17 Nisan 2009’da yitirdiğimiz Şirin Yazıcıoğlu’na…)* Sarsıcı bir sözdür: “Kadınların darağacına çıkma hakkı varsa, kürsüye çıkma hakkı da o...
(17 Nisan 2009’da yitirdiğimiz Şirin Yazıcıoğlu’na…)*
Sarsıcı bir sözdür:
“Kadınların darağacına çıkma hakkı varsa, kürsüye çıkma hakkı da olmalı.”
Hayatı pahasına da olsa, öyle demişti Olympe de Gouges, Fransız Devrimi’nin hemen ardından ilan edilen “İnsan (homme-man=erkek) ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”ne karşı 1791’de kaleme aldığı feminist bir eleştiri mahiyeti taşıyan “Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”nde.
Devrim gelmişti ve anayasal bildirgelerle garanti altına alınmaya çalışılıyordu, ama o haklar sadece erkeklere bahşediliyordu.
Köhnemiş her şeyi yıkıp yeniden yaratan devrimler çağında; hak, hukuk kavramları kadınları teğet geçiyor, yurttaş olma, seçme ve seçilme hakkı sadece erkeklere tanınıyordu.
Devrimlere bayraklaştırılan “eşitlik ve özgürlük” sloganları sadece erkeklerle eşleşiyordu.
Tarihin birçok anında olduğu gibi.
O müthiş 1968’de mesela.
Gökkubbenin altında her bir şeyin mümkün olduğu fırtınalı ve bir o kadar da harekete geçirici bir zaman diliminin, hani o 68’lilerin ünlü sloganlarında “Tahayyül edemeyenler nelerden mahrum kaldıklarını bilemezler” dedikleri gibi, hayal gücünün iktidarda olduğu muazzam başkaldırı kuşağında…
Savaşlar, işgaller, darbelerle bezenmiş tarihe damgasını vuran uzun ve çetrefilli bir dönemde, otoriteye karşı topyekûn bir reddedişin adı olagelmiş 68’de…
Eşitlik… Nereye çeksen oraya doğru bükülebilecek kuvvetli olduğu kadar çelişkili de bir kavram.
Fransız Devrimi’nde kadın ve erkeğin giyotindeki eşitliği, 68’de de devrimciliğin ve devrimcilerin gündelik rutini halini almış olan tutsaklık, kaçaklık, sürgünlük ve işkencede pek tabi eşitti.
Peki ya, erkekler ve kadınların “eşit” olacağı bir toplum hayalinde birleşen 68 kuşağının devrimcilerinde o “eşitlik” kavramında kadınlara ne kadar yer vardı? Siyasette, toplumda, gündelik yaşamda o “eşitlik” kadınlara ne kadar uğradı?
68 kuşağının kadınlarından Ümide Aysu’nun bir röportajındaki “1960’lı 70’li yıllarda biz kadınlar kendimizi erkeklerle eşit zannediyorduk” kelimeleri, o eşitlik kavramının dönemin kadınlarda tezahür ediş biçimine dair önemli ipuçları veriyor.
Evet, eşitlik bir talep, eşitlik bir ilke ve ama aynı eşitlik kadınlara pek uğramıyor, uğrasa da
“-mış” gibi uğruyor…
İdeolojik boyutta, kadın sorununu, kadın haklarını yeri geldiğinde kadınlardan pek daha iyi savunan erkekler, siyasal alanda da ona içkin olan özel alanda da, kadınlar ve eşitlikle ilgili konuştuklarını yaşamda pek somutlaştıramıyorlar. Teoride olan pratiğe pek uğramıyor yani…
Aslında feminizmin siyasal alanda belki de daha önce hiç olmadığı kadar yükseldiği, dünya ölçeğinde özellikle 1970’lerde ikinci dalga feminizmin hem teorik hem pratik açıdan gündemde olduğu, Simon de Beauvoir’ın “İkinci Cins” kitabının Türkiyeli devrimciler tarafından da okunmaya, tartışılmaya başlandığı yıllar o yıllar…
Ve ama solun tarihinin ve pek tabii 68’in de erkekler tarafından yazıldığı ve konuşulduğu, sol cenahın patriyarkal, hiyerarşik kalıplardan sıyrılamadığı yıllar…
Kadın mücadelesinin, kadınların özgürleşmesinin son derece burjuva bir talep olarak algılandığı kavrandığı yıllar, kadın mücadelesine programatik olarak uzak bir mesafede durmanın tercih edildiği, hatta karşı tezlerinin ortaya çıktığı yıllar.
68’e dair yazılmış makalelere, kitaplara, tezlere, dönemin fotoğraflarına, afişlerine şöyle bir göz atıp taradığınızda bile, özel olarak kadınların tarihini öne çıkarmayı çaba edinmemiş hemen her üretim ya da çalışmada, erkek figürlerin görsel ve yazınsal olarak öne çıktığı bir tarih yazımı olduğunu apaçık görebiliyoruz.
Haa çokça dendiği gibi “Kadınlar o dönemde pek de yoktular, örgütlü mücadelede erkeklerin yoğunluğu ve öncülüğü vardı” denilebilir ama biliyoruz ki o iş aslında pek de öyle değil…. Kadınlar varlardı, eylemde, barikatta, hapiste, sürgünde, işkencede… Kadınlar varlardı, biliyoruz.
Dönemin kadınları, bu işte bir sorun olduğunu kendi yaşamlarında duyumsasalar, hissetseler de, bunun adını bir türlü koymuyor belki de adını koymamayı tercih ediyorlar. “Kadın-erkek ikiliği bizde olmazdı, her alanda eşittik” deseler de tarihe dönüp baktığında o işlerin pek de öyle olmadığı anlaşılıyor.
68’li kadınların dönem anlatılarına baktığımızda hemen hepsinde belli kesişim noktaları olduğunu görüyoruz.
Ev içi iş bölümü mesela.
Dönemin zorlu siyasal yapısı ve örgütsel tablosunda “kendiliğinden” görev bölüşümleri, faaliyet alanları ortaya çıkıveriyor.
Aile ekonomisini, ev işlerini, çocuk bakımını üstlenen kadınlar ve siyaseti yapan, mücadeleyi omuzlayan erkekler iş bölüşümü gibi(!). 68 kuşağının devrimci kadınlarının ortak kesişim hanelerine yazılıyordu bu görev dağılımı.
Latife Fegan, Gülfer Akkaya’nın hazırladığı “Sanki eşittik” kitabındaki 68 anlatımı yazısında:
“O dönemin aydın erkeklerinde hep bir “güçlü” kadınla birlikte olma özlemi ve idealizmi vardı. Sosyalist erkekler buna bir de “devrimci” kadın özlemi kattı. Hem devrimci hem de özgür kadınlar olacaktık artık! Devrimci kadın olmak, “kadınlığı” törpülemek erkekler gibi giyinip davranmak, duygusal olmamak gibi açıkça adı konmayan koşullar içeriyordu. Öğrenci hareketinin parkalı postallı genç kızlarını hatırlayın.
Ama cinsiyete dayalı iş bölümüne kimsenin itirazı yoktu! Bizim evimizde, evin sorumluluğu bana aitti, ama kocam “yardım” ediyordu ve bununla puan topluyordu! Ve ben ev işlerine “yardım” eden bir erkekle evlenmekten mutluydum.”
68’in parkalı postallı kızları ve Şirin Cemgil
Aslında ben 68 kuşağının öncü kadınlarından Şirin Cemgil’e dair birkaç kelam etme çabasıyla bu yazıyı kaleme almaya giriştim.
Ama o dönemki çoğu kadını kaleme almak gibi, Şirin Cemgil’e dair yazmak da aynı zamanda 68’e dönüp bakmak, o yılların atmosferine, o kuşağın diline, üslubuna, siyaset yapma tarzına, konuştuklarına, tartıştıklarına, eylediklerine dair yazmak demek… Son derece diyalektik, son derece iç içe….
Zaten o bağı kuramazsak, Şirin Cemgil’i 68’de nereye yerleştireceğiz?
Pekala, patriyarkal tarih yazımının yeni bir üreticisi konumunda kalıp, çokça yapıldığı gibi Şirin’i, Sinan Cemgil’in sevgilisi, eşi, karısı olarak da tarif edebiliriz.
E öyle ya; 68’in ardından gelen 78 kuşağında kadınlara yoldaş bile denmiyordu değil mi, partili, örgütlü kadınlar erkeklerin bacısı idi… Yoldaş mertebesine erişebilmek için kadınlar kapitalizmle, sistemle mücadele ettikleri kadar aynı davanın, aynı tahayyülün, aynı ideolojinin peşinden gittikleri erkek yoldaşları ile de çokça mücadele edeceklerdi…
Eee hadi bırakalım 68’i, 78’i, köprünün altından çok sular aktı, zaman hızlandı, akışkanlaştı, mücadele, siyaset yapma biçimleri zamanın akışına göre yeni biçimler de aldı.
2019’un şimdisinde, dünyanın çeşitli ülkelerinden tarihsel dönemlere kişiliklere odaklandığımızda, mesela Rus Devrimi tarihini mesela Fransız Devrimi tarihini ya da Türkiye’yi masaya yatırdığımızda dönemin öncü kadınlarını çoğu kez, yanına bir erkek tamlayan getirerek, devrimci erkeklerin eşleri, sevgilileri, kızları sıfatıyla tanımlayıp erkeklerin gölgesinde bir tarih bilincine yerleştirmiyor muyuz?
Daha geçenlerde, Bolşeviklerin öncü militanlarından, Bolşevik Partisi Merkez Komite Sekreteri Nadejda Krupskaya, “Lenin’in eşi” sıfatıyla tanımlanıp bırakılmadı mı?
Mary Burns’ü neden sadece Engels ile birlikte tartışıyoruz mesela, Eleanor Marx’ı ürettiği bir çok şeye rağmen salt Marx’ın kızı sıfatından neden çıkaramıyoruz? Bu liste öylece uzar gider. Bir sürü kadından bir sürü örnekler verebiliriz…
Kadınları bir erkeğin dolayımda tanımlama, tarifleme, bir erkekle eşleştirme, bir erkeğin çerçevesine oturtma eğilimi hâlâ çok güçlü bir eğilim.
Necmiye Alpay, Şirin Cemgil’i anlatırken Şirin’in cenazesinde yaşanan vurucu bir örnek üzerinden bu eğilimi şöyle anlatıyor:
“Şirin, öldüğü zaman cenaze töreni yapılırken cinsiyetçilik açısından çok ilginç bir şey oldu. Törende konuşan genç bir erkek, Şirin’den bahsediyor ve Sinan Abla şöyle, Sinan Abla böyle diye konuşuyor. Dördüncüsünde uyardılar Sinan diyorsun diye, ancak o zaman düzeltti. Açıklamaya gerek var mı, Şirin diye biri yok delikanlının zihninde! Yani kadının adı yok diyor ya Duygu Asena! Aslında Duygu Asena’dan önce de Virginia Woolf yazmıştır bunu, Mrs. Dalloway adlı kitabında. Orada kadının adı Mrs. Dalloway’dir, soyadıyla anılır, kendi adı yoktur. Şirin’in de neredeyse olmayacaktı. Genç devrimcinin kafasında Şirin, sadece Sinan Cemgil’in eşi idi.”
Tam da bu eğilime karşın Şirin’i kendisi olarak tarif etmek isteyen arkadaşı Fehmi Erbaş Şirin’den bahsederken “Şirin hiçbir zaman ne kocasının ne de başka birinin çantası olmadı.” diyor.
Şirin Yazıcıoğlu…
1945’te dokumacılık yapan bir ailede, Denizli Buldan’da doğar Şirin, cinsiyetçi roller ve ilişkiler sarmalında kuşatılmış bir yaşamın “tuğla duvarlarını” -Sara Ahmed’in Feminist bir yaşam sürmek kitabında kavramsallaştırdığı “oyunbozan-mızıkçı feminist” kavramına atıfla -“mızıkçı” bir kız çocuğu olarak kendi deneyimlerini yaratarak aşındırır ve yeni kapılar aralar.
Hala oğlunun gizli kitapları, Şirin’in aralayacağı dünyanın ilk anahtarları olur.
Ki, çocukluğundan beri o gizli kitaplıkla buluştukça büyüyen okuma, anlama, bilme merakı ve düşkünlüğü sonraları onu inşa eden temel taşlardan olacaktır. O artık tuğla duvarları tırpanladıkça kendine yeni tuğlalar döşeyen bir inşaatçı gibi koyulur hayata…
1963’te İzmir Kız Lisesi’ni bitirip Ankara Hukuk Fakültesi’ni kazanır.
Ankara Hukuk’a girdikten hemen sonra sol, sosyalist fikirlerle buluşur ve sosyalist kimliğini inşa etmeye başlar Şirin.
68 kuşağında, öğrenci gençlik hareketi içerisinde etken, aktif, bağımsız bir kadın olarak var olmaya başlar.
Kendi kişiliğinde yeşeren başkaldırısı, artık sınıf ve sistemin bütününe karşı yönelmeye başlayacak ve örgütlü mücadeleye katılacaktır.
1965’te Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun (FKF) 16 kurucusundan biridir, 1967’de ODTÜ sorumlusu olarak seçilir.
Aynı yıllarda eleştirel bir duruşa ve pozisyona sahip de olsa, TİP’e (Türkiye İşçi Partisi) yönelik yoğun baskılar ardına, TİP’e üye olur. TİP’in Dönüşüm Dergisi’ndedir Şirin.
Sinan ile de 1967’de TİP-FKF çalışmaları dolayısıyla tanışacaktır.
1965’te Doktor Hikmet Kıvılcımlı’nın fikirleri, yazıları, kitapları ile tanışır.
O yılları ve kendi yaşamını kaleme aldığı Sinança kitabında, Kıvılcımlı’nın “Tarih Devrim Sosyalizm” kitabını okurken ki hislerini şöyle anlatır Şirin:
“Bu kitabı okurken, Marx, Engels, Lenin kitaplarını okurken aldığım tadı alıyorum. Bizden de böyle derin bilgili biri çıksın, hayretler içinde kalıyordum.”
Hikmet Kıvılcımlı geleneğine böyle yakınlaşır ve katılır. Hatta sonraları, Vatan Partisi ayrılığında, 1979’da Sosyalist Vatan Partisi’nin (SVP) kurucu heyetinde yer alacak, özellikle Zeytinburnu-Bakırköy kadın ve işçi örgütlenme çalışmalarına öncülük edecektir.
68 bir yandan inanılmaz bir entelektüel mayalanma dönemidir…
İştahlı ve işlevli bir entelektüel kuşaktır aynı zamanda 68.
Sanata, kültüre duyulan ilgi, bilmeye, öğrenmeye duyulan merak, dinlenen müzikler, tartışmaların, diyalogların entelektüel zenginliği 68’e ve o kuşağın devrimcilerine rengini veren önemli şeylerdendir.
Şirin de sanatla ilgilenir. Hatta büyük bir açlık ve tutku duyar sanata…
Sinança kitabında, Edith Piaf, Yves Montand, Jacques Brel, Miriam Mekaba, Harry Belafonte, Pete Seeger şarkılarıyla nasıl tanıştığını, şarkı sözlerini ezberleme telaşını okuyucuya da geçen coşkulu bir heyecanla anlatır.
Şarkı söyler, müziğe tutkundur, 1964’te Leydi Börd Vokal grubunda bateri çalmış, 1975’lerde Dostlar Korosu’nda türküler söylemiş, kısa bir süre çeşitli tiyatro oyunlarında yer almıştır. Bu tutkusunu mücadelesine de taşır, dernekte kitaplık ve koro kurar.
Canlı, üretken, enerjik, eleştirel, sorgulayan, kendisine sürekli yeni katlar döşemeye çabalayan devrimci bir kadındır Şirin.
Her yönüyle, devrimi yaşamın
merkezine koymuş, devrimci bir kadın inşa etmeye çabalar kendisinden.
Devrimci bilincini ve mücadele inancını sürekli tazelemeye güncellemeye çabalayan Şirin, kendisi ile sürekli hesaplaşıp, kopuşarak devrimci mücadeledeki adımlarını sıklaştırır.
Sinança kitabında o dönemde her şeyiyle devrimci mücadelede yer alma kararını ve kopuş süreçlerini kendine yapmış olduğu bir liste üzerinden anlatır Şirin Cemgil:
“Ölebilirsin,
İşkence görebilirsin,
Irzına geçebilirler,
Hapis yatabilirsin,
Kendilerinden yana oldukların, yani halk seni taşlayabilir.
Çocuk doğurmaman gerekebilir.”
Evet artık ömrünün sonuna dek sürecek, nihai kararını vermiştir.
Şirin feminist miydi?
Şirin Cemgil, kadınların ikincilleştirilmesine, ezilmesine karşı her daim tutum alsa da, ayrı bir kadın örgütlenmesine, feminizme ve feministlere hep mesafeli olmuştur.
O kuşağın çoğu devrimcisinde olan düşünme biçimi Şirin’de de hakimdir ve feminist ideolojiye mesafesini hep korur.
Aslında Şirin Cemgil’in yakın dostları onun “gizli bir feminist” olduğunu söylerler.
Oğuzhan Kayserilioğlu, Şirin Cemgil’i anlattığı sohbetlerinde “Şirin abla feminist ideolojiye mesafeli dursa da, yaşamın her alanında verdiği tepkilerle, müdahale biçimleri ile kendi doğallığında bir feminist olarak yaşardı” diye aktarırdı.
Kendi yaşamını kendi kaleminden anlattığı Sinança kitabında, yaşamında karşılaştığı cinsiyetçi müdahalelere yönelik verdiği refleksleri ve kendince geliştirdiği yöntemlere dair sıkça vurgularda bulunur, şöyle anlatır kitabında bir bölümünde:
“Paltomu tutmak isteyenlerin ellerinden paltomu çekiştirerek alır ya da onların paltosunu tutmaya kalkışır, daha ortalık kararmadan “seni istersen ben götüreyim” diyenlere, “istersen ben seni götüreyim” derdim.”
Kadın kimliği ile var olmayı başaran bir kadın olsa da, patriyarkal kuşatmanın hamleleri, kadın olmaktan kaynaklı yaşanan tüm sorunlarla yaşamın her alanında burun buruna gelecektir ne yazık ki…
Sinan Cemgil’in Nurhak’ta öldürülmesinin ardından henüz bir iki ay geçmişken, kulaktan kulağa türetilen dedikodulara ilişkin duyduğu acı ve öfkeyi Sinança’da Sinan’a yazdığı asla gönderilemeyecek mektuplarından birinde şöyle kelimelere döker:
“Sinancığım,
…sensizliğe ilave başka üzüntüler peşimi bırakmıyor… Mesela sen vurulduktan sonra da benim seni pasifize ettiğim üstüne dedikodular ediliyor. Ben seni pasifize etmişim Sinancım… Şu işe bak sevdiğim… Benim devrimciliğime, beni tanımadan olaylara bakıp, değerlendirme yapmadan ucuzca yapılan şu hakaretlere bak… Bu kadınları ikinci derece vatandaş olarak görme eğiliminden başka bir şey değil… İnsan devrimciliğini yaptığı işlerle ortaya koyar, hayatıyla bir de.”
Evet, nasıl düşünüyorsa öyle yaşayan Şirin Cemgil de devrimciliği, yaptığı işler ve hayatı ile ortaya koyar kendini.
Şirin ve Sinan’ın farklı ideolojik ve örgütsel çizgilerde olmaları, buna karşın ortak bir yaşamı yürütebilmeleri ve birbirlerine duydukları aşk son derece kıymetli idi.
Ancak, devrimci de olsa kadın kimliğinden beklenen edilgenlik kıyafetini her daim giymeyi reddeden Şirin, çoğu zaman ilişkiye dair tüm eleştiri oklarının yöneltildiği hatta ne yazık ki çoğunlukla apolitik bir dedikodu malzemesi haline bile getirildiği bir kıskacın içine sokulabiliyordu.
“Bütün kadınlar karşı devrimcidir”
Feryal Saygılıgil’in hazırladığı “Kadınlar Hep Vardı-Türkiye solundan Kadın Portreleri” kitabında, Şirin Cemgil’in portresini yazan Necla Akgökçe döneme dair yaptığı görüşmelerdeki aktarımlarda-kişisel olarak da beni çokça sarsan ve üzerine epey düşünmeye yönelten- şöyle bir cümle geçiyordu; “Bütün kadınlar karşı devrimcidir.”
Necla Akgökçe, Şirin Cemgil üzerine Demir Küçükaydın’ın anlatısından şöyle aktarıyor:
“Kadınları (kendi zaafımızın bir dışa vurumu olarak da görülebilir bu) bir “ayak bağı” olarak görürdük. Kendi aramızdaki şakalaşmalarda bütün kadınlar karşı devrimcidir derdik… Buradaki karşı devrimcilik, bizlere ayak bağı olurlar, bizleri devrimci mücadeleden uzaklaştırabilirler gibi bir anlam taşıyordu.”
İşte Şirin, tam da böyle bir bakış açısının argümanları ile hedef tahtasına oturtuluyordu. Hem de kim tarafından? Aynı kavga için birlikte yürüdüğü mücadele yoldaşları tarafından.
Ez-cümle
Şirin Cemgil, 68 kuşağının öncü tarihsel özneleşmiş kadınlarından biriydi.
Böyle yaşadı ve böyle öldü.
Kendisi olarak vardı, bir kadın olarak vardı.
Ve bugünün devrimci kadınlarına, her koşulda kendisi olarak var olabilen bir kadın duruşunu miras bıraktı. (PERİHAN KOCA - EL YAZMALARI)
* Bu yazı ilk olarak 3 Mayıs 2019 tarihinde sendika.org sitesinde yayınlanmıştır.
Kaynakça:
Sinança, Şirin Cemgil, Ayrıntı Yay. 2015.
Kadınlar Hep Vardı- Türkiye Solundan Kadın Portreleri, Haz. Feryal Saygılıgil, Necla Akgökçe, Dipnot Yay. 2017.
Sanki Eşittik, Gülfer Akkaya, 2011.
Hiç yorum yok