HIDE
GRID_STYLE
TRUE
SHOW_BLOG

Bolşevik - Kemalist 'Dostluğu ve Kardeşliği' Ne Ölçüde Gerçekti?

Rem V. Kazancıyan1 Rusça aslından2 çevirenler: Candan Badem – Alp Altınörs 1921 yılında Moskova’da imzalanan Türk-Rus antlaşmasının Ermenist...


Rem V. Kazancıyan1
Rusça aslından2 çevirenler: Candan Badem – Alp Altınörs

1921 yılında Moskova’da imzalanan Türk-Rus antlaşmasının Ermenistan’la ilgili kısmının, keza aynı yıl 13 Ekim’de Kars’ta imzalanan antlaşmanın iptali yönünde başarısız bir talep yıllardır dile getiriliyor. Bunun gerekçesi, kanımca, bir ölçüde, yukarıda anılan antlaşmaların imzalanmasına dair son 10-15 yıllık tarihte oluşan yanlış, çelişkilerle ve tahrifatla dolu yorumlardır. Buradaki amacımız, kamuoyunu, geçmişte Moskova’nın çok gizli arşivlerinde tutulan, bilinmeyen veya az bilinen belgeler hakkında, özellikle de Rus otoritelerinin iç yazışmaları hakkında bilgilendirmektir. Bu belgeler ele aldığımız konuya başka bir yönden ışık tutacaktır.

Bilindiği üzere, Nisan 1920’de Türkiye’de önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün adıyla kemalizm olarak adlandırılan ulusal kurtuluş hareketi zafer kazandı. Yeni Türk hükümetinin ilk adımlarından biri Mustafa Kemal’in Lenin’e yazdığı 26 Nisan 1920 tarihli mektuptu. Mektupta, “… Bolşevik Ruslarla mesai ve harekat birliğini kabul ediyoruz…” ifadesi de geçiyordu ki bu Moskova’da olumlu karşılanmıştı. Dolayısıyla Sovyet önderliği o yıllarda Kemalistleri “yok olmaları, devrime ve bize karşı yönelmiş en gerici panislamizmin ve fanatizmin geçici fakat olağanüstü gelişimine yol açacak olan … Müslümanlar arasında ilerici ve demokratik öğe” olarak değerlendiriyordu. “Bu gerici unsurların Kemalistlere karşı zaferi durumunda Küçük Asya’da Sultan’ın bize karşı kutsal savaş ilan etmesi”, diyordu RSFSC dışişleri halk komiseri G. V. Çiçerin Güney Kafkasya’daki Sovyet temsilcilerine 24 Eylül 1920 tarihli mektubunda, “hem Bakü’yü hem de genelde güneydoğudaki durumumuzu  yeni ciddi güçlüklere maruz bırakabilir”. Bundan dolayı, Çiçerin’in yazılarından belli olduğu üzere, Sovyet hükümet çevrelerinde “Kemalistlere karşı dostane siyaseti Sovyet Rusya için olağanüstü önemde” sayıp RSFSC’nin “doğu siyasetinin … ağırlık merkezini” Türkiye’ye taşıyorlardı.

Ancak şimdi yayımlanan belgelerden görüleceği üzere, Çiçerin’e göre “hem onlar hem bizim için bir kendini koruma hamlesi” olan Kemalist Türkiye ile dostane ilişkiler kurmak ve ona askeri ve maddi yardım vermekle birlikte, Sovyet hükümeti aynı zamanda, başlangıçta pek yüzeysel olsa da, Türkiye’nin Kemalist olmayan güçleriyle de ilişki kurmuştu ki bunun da sebebi bir dizi koşullar ve en başta Kemalist önderliğin İtilaf devletlerine karşı Bolşeviklerin müttefiki ve ortağı olarak istikrarsızlığı idi.       

Burada öncelikle, hayli yaygın bir mit olan Bolşevik-Kemalist “dostluğu ve kardeşliğini” ele almalıyız. O dönemin Rusya’sının önderliği, bir yandan Kemalistleri desteklerken, öte yandan ise onların karşıtları olan Jöntürk liderlerine, Cemal, Enver, Halil ve diğerlerine destek veriyordu. Grigori Çiçerin3 Nisan 1921 tarihinde Rusya Komünist Partisi (Bolşevik) Merkez Komitesi üyelerine yazdığı mektupta, Bolşevik Rusya’nın çıkarları açısından, “Kemalistlerin yanı sıra paralel bir başka Türk merkeziyle irtibatta olmanın yararlı olacağını”, “hakim Kemalist gruba baskı uygulayabilmek için bu gruba mensup olmayan birini desteklemenin çok önemli olduğunu” belirtmişti. Yalnızca bu durum bile, başka örnekler gibi, bir kez daha gösteriyor ki Kemalist-Bolşevik “dostluğu ve kardeşliği” anlatısı çok abartılıdır ve gerçekliğe uymamaktadır. Bu konuda Çiçerin’in V. Lenin’e gönderdiği 12 Ağustos 1920 tarihli mektup da tanıklık etmektedir. Bu mektupta Çiçerin, neredeyse ağlamaklı bir dille, Sovyet hükümetinin başkanından, tarihte Sovyet-Türk ilişkileri bakımından bir ilk oluşturacak ziyaretleri için “oldukça ısrarcı” olan Kemalist hükümet heyetini kabul etmesini istiyordu. Çiçerin, argüman olarak, “biz (RSFSC – R.K.) onlarla olan başkaca ilişkilerimizde taleplerini karşılamada oldukça kötü durumdayız”, dolayısıyla, “bu meselede onların isteğini karşılamak ve onları reddedip incitmemek gereklidir” diyordu. Hatta “Eğer onların görüşme talebini reddederseniz, onlara tavrımızın aşırı soğukluğuna dair onları nihai olarak ikna etmiş olursunuz” diyerek, talebinin özellikle altını çiziyordu.

O dönemin çok sayıda belgesinin ve gerçeğinin de gösterdiği üzere, o koşullarda hem Kemalist Türkiye hem de Bolşevik Rusya için, farklı sosyo-ekonomik ve sosyo-politik düzenlere sahip devletler olarak aralarındaki aşılmaz çelişkileri gizlemek ve bunun yerine “kardeşlik ve dostluk” yanılsaması yaratmak daha faydalı geliyordu. Bu yanılsama, sonradan, ikisi arasında “dostça ve kardeşçe” ilişkiler hikayesinin temelini oluşturdu. Bu arada, Çiçerin İngiltere’de yayımlanan Manchester Guardian gazetesine 1925-26 yıllarında verdiği demeçlerde ve RKP(B)’nin 14. Kongresi’nde şunu belirtiyordu: “Milliyetçi Türkiye ile o zamanki yakınlaşmamız hem onlar, hem de bizim açımızdan bir kendini koruma eylemiydi” ve “eğer biz Türkiye’deki ulusal hareketi desteklememiş olsaydık, İngiltere Kafkasya kapısında olurdu.” Dolayısıyla, “onların (Kemalistlerin – R.K.) mahvı” – diyordu Çiçerin, daha 1920 yılında – “en gerici panislamizmin ve fanatizmin olağanüstü bir güçle gelişmesine ve bize”, yani Rusya’ya, “yönelmesine yol açabilir”.

Öte yandan, Çiçerin’in Lenin’e RKP(b) MK Politbüro toplantısında onaylanan 1 Mart 1920 tarihli programatik mektubundan belli olduğu üzere, o zamanki Rusya önderliği, “panislamizme karşı tavrımız bir düşman güce karşı gibi olmalıdır, onunla ancak Estonya veya Polonya burjuvazisi ile yaptığımız türden geçici uzlaşmalar mümkündür, daha fazlası değil” diyordu, dolayısıyla “bize karşı özünde düşmanca olan bir güçle uzun vadeli bir birliğe umut bağlayamayız” diye düşünüyordu – ki bu da Sovyet-Türk ilişkilerine yansımadan edemezdi.   

Bu sonuncusu, Ermenistan’da sovyet iktidarının kurulmasından (29 Kasım 1920) sonra kendisini daha güçlü biçimde gösterecekti. Daha Birinci Ermenistan Cumhuriyeti döneminde, Kemalist devletin başkanının itirafına göre, Rusya 1920 yazında Türkiye’nin burjuva Ermenistan’a saldırısını engellemişti; o dönemde Türkiye Ermenistan’ının bazı vilayetlerini burjuva Ermenistan’a devretmeyi reddettiği için Türkiye ile antlaşma imzalamayı reddetmişti. Nihayet, Türk-Ermeni savaşının başlangıcında, Çiçerin’in RSFSC’nin Ermenistan’daki tam yetkili temsilcisi B. Legran’a gönderdiği 5 Ekim 1920 tarihli telgraftan da görüldüğü üzere, Rusya, Ermenistan hükümetinin talep etmesi halinde Türk saldırısını durdurmak için “bir şeyler yapmaya” hazırdı – Türkiye sınırına sovyet askeri birlikleri göndermek de dahil olmak üzere – zira, Çiçerin, “Onların (Ermenistan – R.K.) ezilmesine seyirci kalamayız” diyordu. Henüz Lenin ve Stalin’in 30 Kasım 1920’de G. Orconikidze’ye çektiği telgrafta bahsedildiği üzere, RKP(B) MK Politbürosunun “Kemalistlerin ikiyüzlülüğünü teşhir etme” kararı aldığından ya da Çiçerin’in aynı yıl 3 Aralık’ta RKP(B) MK Politbürosu’na yazdığı mektupta “Türkiye’nin bundan sonraki (Rusya yanlısı) yönelimi artık epey kuşkuludur” saptamasından bahsetmedim bile.

“Ermenistan’ın sovyetleşmesi, durumu tamamen değiştiriyor — diye yazıyordu Çiçerin Orconikidze’ye 4 Aralık tarihli telgrafında — Türkler bunu anlıyor mu?” Aynı içerikte, bir gün sonra RSFSC’nin Türkiye’deki özel temsilcisi Budu Mdivani’ye şu direktif gönderilmişti: “Ermenistan’ın sovyetleştirilmesi, durumu oldukça önemli ölçüde değiştirmiştir. Türklere, Ermenistan’daki sovyet iktidarını desteklemelerinin ve onlarla ılımlı ve dostça bir ilişki sürdürmelerinin onların da çıkarına olduğunu belirtiniz. (…) Türklerin yukarıda belirtilen koşulları yerine getirmesi durumunda, onlara Kafkasya’daki komutanlığımız üzerinden silah vermeye devam edeceğiz, keza Bekir Sami tarafından alınan ancak yolda Sovyet tarafının durdurup beklettiği bir buçuk milyon altını da tedricen vereceğiz”. Eşzamanlı olarak, Rusya hükümeti, Türkiye’yi sınır sorunlarının tartışılacağı bölgesel konferansa davet etti. Konferans davetinde, bu davetin Ermenistan SSC’ye ve Azerbaycan SSC’ye de gönderildiği, keza burada “Türkiye Ermenistan’ının gerekli kısmının” Ermenilere iadesi meselesinin ele alınmasının düşünüldüğü belirtilmişti.

1920 yılının son aylarında Bolşevikler ile Kemalistler arasındaki ilişkiler o derece bozulmuştu ki RKP(b) MK Politbürosunun talimatı ile Lenin ve Stalin’in Güney Kafkasya’daki Sovyet temsilcilerine gönderdikleri telgrafta “Kemalistlerin ikiyüzlülüğünü açığa vurmaları” ısrarla tavsiye ediliyordu. Telgrafta “Kemalistlerin henüz bizden uzaklaşıp İtilaf’a yanaşmadıklarını söylemek mümkün mü?” sorusu bile soruluyordu. Bunun öncesinde Merkez’in emriyle Rusya’nın Türkiye’ye yardım olarak gönderdiği silah ve altınlar yolda durdurulup geri alınıyordu. Bundan sonra Jöntürklerin belli bazı temsilcileri RSFSC hükümetinin iç ve dış siyasetinde belki de daha belirgin bir rol oynamaya başlıyorlar. Özellikle de, Bolşeviklerin haksız da olmayarak “Kemal’in Kafkasya’da engeller çıkarıp çeteler gönderebileceğinden, anti sovyetik unsurlara para desteği verebileceğinden” çekinmeye başladığı zaman. 

Moskova’da Sovyet-Kemalist Dostluk ve Kardeşlik Antlaşmasının imzalanmasından bir ay sonra Nisan 1921’de Lenin, Stalin, Kamenev, Radek ve başkalarının katıldığı RKP(b) MK Politbüro toplantısında “Enver grubunun sübvansiyonu” meselesi olumlu olarak karara bağlanmıştı ve Enver’in Rusya’da Türkçe iki gazete çıkarma ricası kabul edilmişti. Çiçerin Politbüroya 22 Nisan 1921 tarihli yazısında şöyle diyordu: “Sübvansiyonlar, Kemalist olmayan Türk milliyetçilerinin örgütünün yaşaması için gerekli. Ayrıca bizim Kemalistlerin yanı sıra paralel bir Türk merkeziyle temasta olmamız da yararlı”. Üstelik aynı belgeye göre Sovyet önderliği “Enver’in kendisinin daha emperyalist gruba dahil olduğunu” da biliyordu, ancak o “usta bir siyasetçi olarak bugünkü durumu Kemalistlerden daha iyi kavrıyor ve bizim rolümüzü anlıyor” diye düşünüyorlardı. Dolayısıyla “kuşkusuz bizim halen daha onun siyasi hizmetlerinden yararlanmamız ve etkisini kullanmamız gerekecek. Onunla dostluğu korumak ve onu bize bağlamak gerekli” idi.

Bunun dışında, Çiçerin’in RKP(b) merkez komitesine aynı günlü başka bir yazısından anlaşıldığı üzere o dönemde Sovyet hükümet çevrelerinde şöyle veya böyle “İstanbul’daki duruma hakim olma” fikri bile dolaşıyordu. İstanbul o sırada henüz Kemal hükümetinin nüfuz alanına girmiyordu ve fiilen devrilmiş ve İtilaf devletlerinin müttefiki olan sultanın hükmü hala geçerliydi. “İstanbul’u yasal sahipleri olan Türklere, ancak İstanbul’dan boğazlarla ayrılmış olan Ankaralı Kemalistlere değil, çok daha solcu olan İstanbul Kemalistlerine devretmeyi yani esas olarak İstanbul’da bulunan ve bizim örgütleyip silahlandıracağımız emekçi öğelere devretmeyi” bile öngörüyorlardı.         

Bu söylenenlerden anlaşıldığı gibi, Türk-Ermeni savaşında Türkiye tarafından alınan toprakların Türkiye’ye bırakılması Rusya’nın planları arasında yer almıyordu, zira o durumda Moskova’da dört taraflı (ya da Rusya tarafının başlangıçta planladığı üzere üç taraflı — Rusya-Türkiye-Ermenistan) bir konferans toplamanın bir anlamı olmazdı: 2 Aralık 1920 tarihli Gümrü Antlaşması bu meseleyi Türkiye’nin lehine olarak tamamen çözmüştü. Öte yandan, Türklerin ele geçirdikleri toprakların bir karışından bile gönüllü olarak vazgeçmeyecekleri de açıktı, Rusya’nın ise yedi yıllık kesintisiz savaştan sonra (dört yıl 1. Dünya Savaşı, üç yıl da iç savaş) toprak kurtarmak adına yeni askeri harekatlara girişecek gücü kalmamıştı. Bütün bunlarla birlikte, Çiçerin’in Lenin’e 23 Aralık 1920 tarihli mektubunda belirttiği üzere, “eğer biz Türkleri itersek, İtilaf devletlerinin kollarına atılırlar ve … Kafkasya’da 1918’de izledikleri politika türünden bir toprak elde etme politikasını benimserler”. 

18 Şubat 1921’de, uzun münakaşalardan sonra, Türk heyeti, Rusya için olabilecek en elverişsiz zamanda, nihayet Moskova’ya geldi (onlarla birlikte Ermenistan SSC ve Azerbaycan SSC heyetleri de geldi). “Merkezi kurumlar açısından bile beklenmedik bir durum olan yiyecek ve yakıt felaketinin patlak vermesi, büyük merkezlerde bir dizi işçi ayaklanmasına yol açtı —  Moskova’da bulunan Ermeni sovyet delegasyonunun başkanı, Ermenistan SSC Dışişleri Halk Komiseri A. Bekzadyan kendi yöneticilerine böyle yazmıştı — bu felaketle neredeyse eş zamanlı olarak, yurtdışından dikkatlice örgütlenen ve anlaşılan o ki, genel bir ayaklanmanın bir başlangıcı olarak tasarlanan Kronştadt’taki ayaklanma patlak verdi. Bir yandan da, devlet yaşamının bütün alanlarında hüküm süren endişe verici krizle ilgili olarak görev yüklenen 10. Parti Kongresi için hararetli hazırlıklar sürüyordu”, vs. Benzer tanıklıklar o dönemin başkaca kaynaklarında da bulunabilir. Örneğin, tanınmış Moskovalı profesör Y. Gotye 24 Şubat’ta günlüğüne şöyle yazmıştı: “Moskova’da isyanlar ortaya çıktı. Sovyet iktidarı altında ilk işçi isyanları yaşanıyor. Üç ölü olduğu ve Kızıl Ordu askerlerinin ateş açmayı reddettiği söyleniyor.” Aynı zamanda, “bazılarının sandığından çok daha büyük ölçekte bir savaşın yaşanmasından” korkuluyordu. Bütün bu felaketlerin üstüne Ermenistan’da sovyet iktidarı Şubat 1921’de geçici olarak düştü ve iktidarı eline alan “Anavatanın Kurtuluşu Komitesi” başkanı S. Vratsyan, Ermenistan SSC delegasyonunun Ermenistan adına Türklerle görüşme yapma yetkisinin kaldırıldığını resmen ilan etti. Daha önce “Ermenilerin konferansa minimum katılımını” kabul etmiş olan Türk delegasyonu, Ermenistan’da Sovyet iktidarının düştüğü haberini alınca, Ermenistan SSC delegasyonu ile masaya oturmayacağını beyan etti ve hatta Rusya (!) delegasyonundan başkan vekili olan RSFSC dışişleri bakan yardımcısı Ermeni Lev M. Karahan’ın çıkarılmasını kategorik olarak talep etti.   

Ermenistan için yıkıcı olan Gümrü Antlaşmasının iptalini ne pahasına olursa olsun elde etmek ve Sovyet cumhuriyetlerini tecavüzlerden korumak için Türkiye ile bir antlaşma imzalamak isteyen RSFSC hükümeti kendisi için o denli aşağılayıcı olan Türk ültimatomunu kabul etmek zorunda kaldı ve konferansın resmi açılışı arifesinde Karahan’ın yerine Dağıstanlı önde gelen Sovyet devlet adamı ve Tüm-Rusya Merkez Yürütme Komitesi üyesi Celaleddin Korkmasov’u delegasyona atadı. Ancak konferansın 26 Şubat’ta açılışından sonra da Türklerin engelleyici tavırlarından dolayı görüşmeler neredeyse iki hafta kesintiye uğradı. Çiçerin’in P. G. Mdivani’ye 1 Mart 1921 tarihli mektubundan belli olduğu üzere, Türk delegasyonu konferansa “Misakı Milli’nin ve Gümrü Antlaşmasının dokunulmazlığı” ile başladı, ki bu da Rusya önderliği tarafından Türklerin “ölçüsüz talepleri” olarak değerlendirildi. “Batum’un ve bir kısmı açıktan bir kısmı örtülü olarak Ermenistan’ın tamamının Türkiye’ye devri” talebi yine aynı kaynağa göre “bizim için kesinlikle kabul edilemezdi”. Bu arada daha Aralık 1920’de Türkiye “Türkiye’nin doğu vilayetlerinden” herhangi bir kısmının, yani Gümrü Antlaşmasına göre Türkiye’nin işgal ettiği toprakların Ermenistan’a iadesinin, Ankara ulusal hükümeti tarafından “hiçbir durumda ne müzakere edilebilir ne de kabul edilebilir” olduğunu ilan etmiş ve “bu antlaşmada gösterilen ve belirlenen sınırların ötesindeki her türlü talep ve iddia sadece eski kavgaların yeniden başlamasına (!- R.K.) hizmet edebilir” demişti. Bütün bunları göz önüne alan RSFSC hükümeti, yine aynı kaynaklara göre, görüşmelere başladığında “başlangıçta Türk delegasyonunun ittifak imzalamaya mı yoksa … ilişki kesmeye ve bizzat Rusya’ya karşı malzeme hazırlamaya mı geldiğini dahi bilmiyordu”. Bu arada bu sonuncu olasılık Türk tarafınca daha Moskova’ya gelmeden önce öngörülmüştü. Nitekim İtalya’nın Ankara’daki temsilcisi Bodrero’nun Moskova’da başlayacak görüşmelere gidecek olan Türk heyeti üyesi Türkiye’nin RSFSC büyükelçisi Ali Fuat Cebesoy ile 23 Ocak 1921 tarihli görüşmesinin notlarına göre, İtalyan temsilcinin Türklerin Sovyet Ermenistan ile ilişkilerin çözümünü nasıl gördükleri sorusuna Türk büyükelçisi şöyle yanıt verdi: “Bu çözüm İtilaf devletleri ile anlaşmaya varacak mıyız yoksa bizi Moskova ile anlaşmaya mı mecbur edeceklerine bağlıdır”. İtilaf devletleri ile anlaşmaya varılamazsa ne olacak sorusuna ise Ali Fuat şu yanıtı verdi: “Rusya ile anlaşırız. Acara, Ahıska ve Kars karşılığında Rusya’ya Ermenistan’ın bir kısmını veririz” (Türklerin işgal ettikleri toprakların bir kısmını demek istiyor – R.K.).

Çiçerin’in RKP(b) MK sekreteri N. N. Krestinskiy’e 1 Mart tarihli mektubuna göre, Moskova görüşmelerinde Türklerle herhangi bir anlaşmazlık ve taleplerinin reddi “son derece zararlı sonuçlara – Rusya’nın Misakı Milliyi ve Gümrü Antlaşmasını kabul etmemesinden dolayı … Rus-Türk konferansının kesilmesi ve Türklerin derhal geri gitmelerine” yol açabilirdi. Aynı belgede “Türkiye ile ilişkiler son derece ciddi kritik bir noktaya”, “ciddi bir krize” ulaştı deniyordu. Türklerin Moskova’da Bolşeviklere paralel olarak aynı zamanda Londra’da İtilaf devletleri ile görüşmeleri yüzünden durum daha da derinleşiyordu. Londra’da Türkler Batı’ya Gümrü Antlaşması’nı kabul ettirmeye çalışıyorlardı. O günlerde Çiçerin Krestinskiy’e şöyle yazmıştı: “Şimdiki konferansın sonucu ne olursa olsun Türkiye ile ilişkilerimizde son derece zor bir dönemden geçeceğimiz kuşkusuzdur”.

Bu nedenle Türkiye ile antlaşmanın vakit geçirmeden imzalanması o günkü koşullarda Sovyet tarafı için hayati önemdeydi — ehveni şerdi. Çiçerin RKP(b) MK’sine 9 Mart 1921 tarihli yazısında, yani 10 Mart’ta konferansın yeniden başlamasından önce, şöyle diyordu: “Londra’da sürdürülen görüşmelerden dolayı… teklif ettikleri sınırı kabul ederek Türklerle anlaşmayı bir an evvel bağlamalıyız”. Çiçerin, Lenin’e 10 Mart tarihli yazısında da aynı noktaya dikkat çekiyordu: “Şimdi Türkiye ile üzerinde çalıştığımız antlaşmayı bizim ne pahasına olursa olsun çabuk bitirmemiz gerekiyor”. RSFSC adalet bakanı D. Kurskoy’a aynı günkü yazısında da aynı şeyi ifade ediyordu: “Türkiye ile antlaşma üzerinde şu anki koşullardan dolayı (! – R. K.) hummalı bir şekilde çalışıp hızla bitirmek gerekiyor. Uzun uzadıya müzakere etmek maddelerin metnini bir kurumdan ötekine göndermek için zamanımız yok. Ne pahasına olursa olsun hemen işi bitirmek ve siyasal dünyanın karşısına hazır imzalanmış bir metinle çıkmak zorundayız”.

Ancak 10 Mart 1921’de, Rusya tarafı durumun baskısı altında mecbur kalarak Türklerin şu “kesin koşullarını” kabul etmesinden sonra, ancak bundan sonra Türkler konferansa devam etmeye razı oldular: “Sınırın Arpaçay ve Aras boyunca uzanması” (1920 Türk-Ermeni savaşında Türklerin ele geçirdikleri ve görüşmeler sırasında elde tuttukları toprakların büyük kısmı böylece Türkiye’de kalıyordu); Nahçıvan’ın “Azerbaycan’ın himayesi altında özerk bölge olması” ve “Azerbaycan’ın bu himaye hakkını başka birine devretmemesi” koşuluyla (RSFSC’nin düşüncesine göre Nahçıvan vilayeti “doğrudan Rusya’ya bağlı olmalıydı”); Türk askerlerinin sınırdan en çok “8 verstlik4 mesafede” bulunması (Rusya’nın önerisi – en az 20 verst mesafede); antlaşmanın girişinde “dostluk” ibaresine “ve kardeşlik” ibaresinin ve başka birkaç ibarenin eklenmesi. Çiçerin B. Legran’a şöyle yazıyordu; “Neredeyse iki hafta süren şiddetli tartışmalardan sonra temel meselede yani esas olarak sınır üzerinde anlaştıktan sonra siyasal komisyonu açabildik”, yani konferansa devam edebildik. Çiçerin 10 Mart’ta Lenin’e de hemen hemen aynı şeyi yazdı: “Türklerle antlaşma imzalamak gibi durumlarda … her bir sözcük, her bir virgül uzun mücadelenin sonucu oluyor”.

Ayrıca, konferansın yeniden başlamasından sonra bile Türkler Çiçerin’in tanıklığına göre,  “Moskova sınırına bile ancak güçlükle razı oldular”. Hatta antlaşma taraflarca nihai olarak onaylanıp imzaya hazır hale geldikten sonra bile Türkler, Rusya birkaç yıl boyunca yıllık 10 milyon altın ruble ve silah vermeyi yazılı olarak taahhüt etmedikçe antlaşmayı imzalamamakta direttiler. (Kısmen bu sebeple Moskova Rus-Türk antlaşması belge üzerinde yazılı olan 16 Mart günü değil, 18 Mart 1921 günü imzalandı). Türk delegasyonu üyesi ve Moskova’daki Türk büyükelçisi Ali Fuat Cebesoy anılarında şöyle yazıyor: “Eğer konferansın devamı müddetince biz bazı mühim noktalarda ve bilhassa Batum’un terki hususunda son dakikaya kadar mukavemet göstermemiş olsaydık Sovyet hariciye komiserliği ne yapıp konferansın muvaffakiyetsizliğe uğraması için bir müşkülat icat edecekti. Çünkü Rus hariciyesi garbın henüz tanımak istemediği bir milli Türk devletini bizim istediğimiz şartlar altında tanımak hususunda istical göstermek fikrinde değildi. Herhangi bir muahede dışında pek az yardım yapmak suretiyle bizi kendi emellerine hizmet ettirebileceklerini sanıyorlardı. Halbuki Rus hariciyesinin bu gizli fikir ve emellerini sezmiştik. Binaenaleyh öyle bir siyasi taktik kullanmak mecburiyetinde idik ki hariciye komiserliği behemehal bir neticeye varmak isteyen Sovyet hükümeti ile daha doğrusu Yoldaş Stalin’le bizim tazyiklerimiz altında kalarak tuttuğu yolu terk edip bizim noktai nazarımızı kabul edebilsin. Hariciye komiserliğine bazı öyle anlar yaşatmıştık ki tazyik mukavemetlerimizin tesiri altında mahir oldukları usulleri tatbikten adeta aciz kalmışlardı”.5

Bütün bunlar bir kez daha gösteriyor ki, 1921 Moskova Rus-Türk Antlaşması eşit haklara dayalı bir “dostluk ve kardeşlik” antlaşması değildi ve antlaşmaya göre Türkiye’ye bırakılan adı geçen topraklar Türklere “peşkeş çekilmiş” değildi – ne “dostluk ve kardeşlik” uğruna, ne de bir “dünya devrimi” uğruna. Bu arada Sovyet üst yönetimi bu dünya devriminin geçiciliğini daha Moskova görüşmeleri başlamadan önce kavramış ve ilan etmişti. Bunun bir tanığı da şu olgudur: Mart 1921 başında Moskova’da görüşmeler sürerken Rusya’nın yüksek yönetim çevrelerinde, “Kars ve platosu Türklerin eline geçerse”, Sovyet askerlerinin “hem Kars hem de Oltu ve Erzurum yönünde ilerlemesi” perspektifi de gözden ırak tutulmuyordu.

Belgelerin gösterdiği üzere, hem Sovyet hükümeti hem de Kemalistler, oluşan uygun koşullardan yararlanarak, birbiriyle dostluk içinde olmaktan ziyade birbirlerini çıkarları için kullandılar. Böylece, Lenin, Ağustos 1920’de Çiçerin’e yazdığı yazıda şu talimatı veriyordu: “Enver ile işi hemen bugün bitirin (çünkü Troçki yarın gidiyor). Yeter ki biz silah, palto ve çizme alalım, Enver’e her sözü verecek bir generali (Troçki aracılığıyla, kendisiyle konuştum) buluruz. Olmazsa da Enver’in canı cehenneme. Acele edin”. Çiçerin’in RKP(b) merkez komitesine Enver grubunun sübvansiyonu hakkında 22 Nisan 1921 tarihli yazısı da aynı biçimde tanıklık ediyor: “Enver grubuna yardım sorunu onun Moskova’da gazete çıkarması konusundan ayrı ele alınmalıdır. Sübvansiyonlar, Kemalist olmayan Türk milliyetçilerinin örgütünün yaşaması için gerekli. Bu unsurlar Jöntürk yöneticilerinin eski grubundan geride kalanlar, bütün orta Avrupa’da büyük bağlantıları var, ayrıca Mısır’da, Cezayir’de, Fas’ta vs bağlantıları ve aktif grupları var. Onlara yıllık sadece 15 bin lira gerekiyor ki pek az bir tutar. Bunu yapmaya değer diye düşünüyoruz. Onlarda olan bağlantılar ve çalışma alanları Kemalistlerde yok. Ayrıca bizim Kemalistler dışında paralel bir Türk merkeziyle temasta olmamız yararlıdır. Bizzat Enver, daha emperyalist gruba dahil olmakla birlikte, usta bir siyasetçi olarak bugünkü durumu Kemalistlerden daha iyi kavrıyor ve bizim rolümüzü anlıyor. Kuşkusuz bizim onun siyasi hizmetlerinden yararlanmamız ve etkisine başvurmamız gerekecek”.

Aynı gün Çiçerin yeni bir yazıyla RKP(b) merkez komitesine yeniden başvuruyor ─ Vrangel taraftarları ve İstanbul’u alma planları hakkında. “Dışişleri kurulu Yoldaş E.’nin İstanbul’a ilişkin önerisinin kesin kabulünden yanadır. Kurulumuz bu önerinin cidden dikkate değer olduğuna inanıyor. Ancak bu planın uygulamasında diplomatik sebeplerden ötürü dikkatli hareket etmek gerekiyor. Yoldaş E.’ye göre, Vrangelciler İtilaf devletlerine karşı o derece bilenmişler ki İstanbul’u almaya can atarlar. Onların nezdinde Sovyet Rusya’nın itibarı çok büyük ancak biz tabi olduklarını bize başvurup ilan edecekleri kadar değil… Bizim hazır bir siyasi aparatımız olmalı ki gerekli anda hemen İstanbul’a gönderebilelim, üstelik dikkatli olmak adına siyasi kadroların gönderilmesi işi sanki onların kendi başına buyruk kararı imiş gibi de olabilir. Böylece İstanbul’da duruma hakim oluruz. Bizim dışımızda gelişen olaylardan dolayı bizi suçlamak mümkün olmaz. Ondan sonra İstanbul’u yasal sahipleri olan Türklere, ancak İstanbul’dan boğazlarla ayrılmış olan Ankaralı Kemalistlere değil, çok daha solcu olan İstanbul Kemalistlerine devrederiz, yani esas olarak İstanbul’da bulunan ve bizim örgütleyip silahlandıracağımız emekçi öğelere devrederiz. Resmi olarak İstanbul’u Türk devletine devredeceğiz.”

O zamanki Rusya’nın dış politikasının bakış açısından Çiçerin’in Sovyet devleti çıkarları için Cemal Paşa’nın kullanılması hakkında Lenin’e aynı yılın 14 Ekim günüyle gönderdiği gizli yazısı da ilginçtir. “Afganistan’dan buraya meşhur Cemal Paşa geldi ve tarafınızdan kabul edilmeyi çok istiyor. Biz onu geçen yıl, daha İngilizlerle antlaşma imzalamadan önce Afganistan’a göndermiştik. Paşa orada çok müstesna bir konum kazandı. Müslüman aleminin en önde gelen temsilcilerinden biri olarak, Afganistan’da her yerde neredeyse çar gibi karşılandı. Gayet akıllı bir kişi ve ilerici eğilimleri olan emirin kendisi taşralı bakanlarına küçümseyerek bakıyor, Cemal Paşa ise onun üzerinde müstesna bir etkiye sahip… Bütün düşüncesi İngiltere’ye karşı mücadeleye yönelik ve bundan dolayı Kabil’de bütün karar anlarında bütün etkisini Afganistan’ın bizden yana çizgisini sürdürmesine harcadı. Halihazırda emir tamamen net ve tutarlı bir biçimde bu çizgiyi destekliyor.” Ancak Lenin paşayı kabul etmedi. “Yoldaş Çiçerin! Görüşmeye karşıyım… Yarım ağız söz versem – zararlı olur. Reddetsem – o da zararlı. En iyisi bir bahane ve biçim bulmak ve benimle görüştürmemek” diye yanıtladı Çiçerin’i.    

DİPNOTLAR

1) Başlığı çevirmenler olarak biz koyduk. Yazı Elena Şuvaeva-Petrosyan’ın redaksiyonuyla Novoe Vremya gazetesinde 12 Temmuz 2011’de yayımlandı. İnternette şu linkte bulunabilir: http://yerkramas.org/article/18425/bolsheviki-i-mladoturki–istoriya-lyubvi-i-novye-dokumenty  

2) Rem Vrami Kazancıyan (24.01.1934 – 26.12.2016). Karslı Bolşeviklerden Vram Kazancıyan’ın oğlu. Tarih doçenti, Ermenistan Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsünde kıdemli araştırmacıydı. 1958’den itibaren Bolşevik-Kemalist ilişkileri üzerine makaleleri ve bir kitabı yayımlandı. Bolşeviki i Mladoturki [Bolşevikler ve Jöntürkler, Moskova 1996] adlı kitabını Kaynak Yay. 2000 yılında yayımladı. Rem Kazancıyan Mayıs 2015’te Erivan’da çalıştığı enstitüde ve evinde onu ziyaret eden Candan Badem’e Kaynak Yayınlarının kendisine Türkçe çeviriden bir nüshasını bile göndermediğini açıklamıştır. Kazancıyan, aslında Perinçeklerin Bolşevik-Kemalist dostluğu tezini desteklemiyordu ve Ermenistan’da anti-Bolşevik olmayan belki de son tarihçiydi. Bu vesileyle kendisini saygıyla anıyoruz. Kazancıyan’ın Rusya arşivlerindeki titiz çalışmalarının sonucunda yazdığı Bolşevik-Kemalist ilişkileri üzerine olan bütün makalelerinin Türkçeye çevrilmesinin gerekli olduğunun bilincindeyiz. Kazancıyan’a dair bazı bilgileri ve Kazancıyan ile yaptığı yayımlanmamış bir röportajını bizimle paylaşan Elena Şuvaeva-Petrosyan’a da teşekkür ederiz. ç.n. 

3) Grigoriy Vasilyeviç Çiçerin, dönemin Rusya Sosyalist Federe Sovyet Cumhuriyeti dışişleri halk komiseridir.

4) Verst, 1,06 kilometreye karşılık gelen Rus uzunluk ölçü birimidir. -çn.

5) Rem Kazancıyan’ın kısaltarak verdiği bu pasajı Rusçadan Türkçeye geri çevirmedik, Ali Fuat Cebesoy’un özgün metninden biraz daha geniş olarak buraya aldık. Bkz. General Ali Fuat Cebesoy. Moskova Hatıraları. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1982, sf. 191-192. (ç. n.) 

Hiç yorum yok