BİZANS KALINTISI OLMANIN EZİKLİĞİ VE AYASOFYA EDEBİYATI
Atina’da yıllarca Türk basınına hizmet eden bir gazeteci olarak Ayasofya konusunda sık sık aldığım sorulara karşı kendi deneyim ve düşüncelerimi kaleme almaya karar verdim.
İstanbul kökenli bir Rum ailenin, Ankara’da doğup büyüme şansına sahip olan bir ferdi olarak ‘Türk vatandaşı Rum’ damgasını taşıyorum.
‘Rum’ kimliği, aslında Doğu Roma İmparatorluğu (yani, Bizans) tebasına mensup olanlara verilen ‘Romalı’ kimliğinin Osmanlı döneminde Türkçeye devşirilmiş halidir.
Bizans’ın başkenti Konstantiniye 1453’te Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedildiğinde Doğu Roma İmparatorluğu tebasındaki ‘Romalılar’ Osmanlı tebasına ‘Rum milleti’ olarak kayda geçirildi.
1453’e kadar Ayasofya’nın mülkiyetine sahip Ortodoksların patrikhanesi (bugünün adıyla İstanbul Rum Patrikhanesi), Ayasofya’nın anahtarlarını ve mülkiyetini Fatih Sultan Mehmet’e teslim etmişti. Patrikhane ise Fatih Sultan Mehmet’in fermanıyla Rum Ortodoks milletinin başı olarak görevine devam etti.
İstanbul Rumları 1923 Lozan Anlaşması’yla mübadeleden muaf tutuldu ve yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde Türk vatandaşlığını aldı ve Lozan Anlaşması gereğince ‘Rum azınlığı’ olarak tanımlandı.
Ancak Cumhuriyet döneminde ve 1938’te Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatından sonra Rum kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının başına gelmedik kalmadı.
1950’li yıllarda başlatılan ‘Bizans düşmanlığı’na bugüne dek anlam veren olmadı.
Bizans İmparatorluğu’nun 1071’te Malazgirt savaşından 1453’te İstanbul’un fethine kadar tüm bölgelerine yönelik akınların sonucunda yok edilmesine rağmen, çocukluğumuzda ilgiyle okuduğumuz ‘Karaoğlan’, ‘Tarkan’ gibi hayal ürünü çizgi romanlarında, ‘Kahpe Bizans’ gibi tarihle alakası olmayan filmlerde Bizans, sanki Türk topraklarına barbarca saldıran bir imparatorluk olarak gösterildi.
Oysa Türk topraklarını Bizans değil, Bizans topraklarını Türkler fethetmişti.
Bizans’ın torunları…
Bu ve benzeri ‘anti-Bizans’ propagandalar sayesinde yakın bir tarihe kadar ‘Bizans’ her nedense ‘Türk düşmanlığı’yla özdeşleştirildi.
Bir aralar arkeologların, rehberlerin bile İstanbul’un altında antik Yunan ya da Bizans dönemine ait bulunan tarihi eserlere neredeyse ‘Bizans ya da antik Yunan eserleri’ demeye cesaret edemediği gözlendi. Bazı rehberlerin, üzerinde Yunan harfleriyle yazılı eserleri bile ‘İtalyan (!) eserleri’ olarak sunması yabancı turistler arasında alay konusu oluyordu.
İstanbul’da rehberlik yapan arkadaşlarımdan biri ‘rehberlik kursunda Bizans’tan hemen hemen hiç söz edilmediğini’ söylediğinde inanamamıştım.
Dolayısıyla çağımızdaki Rumlar, bir bakıma ‘Bizans’ın torunları’ olarak görüldüğünden, üstüne üstlük Kıbrıs’ta ya da Ege’de çıkan sürtüşmelerde , hiçbir ilgileri olmadığı halde, her zaman hedef olmanın ezikliğini yaşamış; 1955 yılındaki 6-7 Eylül Olayları, varlık vergisi vs. derken ülkeyi terk etmeye başladı.
Ben bile Ankara’da ilkokula giderken Türk vatandaşı olduğum halde, ‘Bizans’ı ya da ‘Yunan’ı çağrıştıran ‘Rum’ kimliğimi gizlemek için, ne olur ne olmaz, kendimi ‘İtalyan’ olarak tanıttığım yıllar olmuştu.
Ayasofya
Ayasofya’nın ibadete açılmasına Batı ülkeleri arasında en fazla tepkiyi Yunanistan gösterdi.
Yunanların Ayasofya’ya bu denli duyarlı olması, mimarlarının Μilitos’lu (Milet) İsidoros ve Tralles’li (Aydın) Anthemios’un Helen (Yunan) kökenli olması ve Doğu Roma’nın (Bizans) resmi dilinin Helence (Yunanca) ve mezhebinin Ortodoks olmasından kaynaklanıyor.
Ayasofya’nın ‘aslında bir Roma eseri olduğu, Doğu Roma’da kullanılan dilin aslında Latince olduğu, Ayasofya’nın ilk adının Santa Sofiya olduğu’ gibi söylentiler doğru değildir (Buna karşılık İ.S. 324’te Konstantiniye’nin ilk kurucusu Büyük Konstantin’in Yunanca bilmediği, ancak Helen (Yunan) dilini ve kültürünü benimsediği ve Helen dilini resmi dil ilan ettiği doğrudur).
Öte yandan 1500 yıllık Ayasofya hiçbir zaman 1821’de kurulmaya başlayan bugünkü Yunanistan devletinin malı mülkü olmamıştır.
Ayasofya, 1054 yılına kadar Hristyanlığın en büyük ve en önemli kilisesiydi.
1054’te Hristiyanlığın Katolikler ve Ortodokslar olarak bölünmesinden sonra ise 1453’e kadar Ortodoksların ‘Mekke’si olmuştu.
Fetih günlerini yaşayan Nicola Barbaro’ya göre “Bizans ahalisi ve kilisesi, sırf Katoliklere (Papalığa) boyun eğmemek için ve Ortodoksluğu korumak adına ‘Osmanlı sarığını Katolik külahı’na tercih etmişlerdi.”
İstanbul’un 1204’te -ve 60 yıl boyunca- Haçlı orduları tarafından işgal edilerek talan edilmesi ve Ayasofya’daki eserlerin Venedik’e taşınması, çağımızda İstanbul’u ziyaret eden her bir Papa’nın İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi’nden halen ‘özür dilemesi’ne neden oluyor.
Bu yüzden Ortodoks Yunanistan’ın Ayasofya’nın ibadete açılmasına yönelik tepkisi, yapıtla bağlarının tamamen dini, duygusal ve manevi olup kendisini ‘Bizans’ın devamı’ olarak görmesinden değil (kendisini böyle görenler, aşırı milliyetçi ve ciddiye alınmayan marjinal guruplardır), Ayasofya’yı hala ‘Ortodoksluğun simgesi’ olarak gördüğü içindir ve Vatikan dahil, Batı’nın da arzu ettiği gibi müze olarak kalmasını savunmasından kaynaklanıyor.
Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması kararı elbette Yunanistan’a karşı bir hamle olarak görülemez.
Türkiye’nin, egemenlik haklarını kullanarak Ayasofya’yı ibadete açmasına kimsenin karışma hakkı olamaz.
Yunanistan’ın bir yandan Ayasofya meselesinin bir ‘Türk/Yunan meselesi olmadığını’ söylemesi, diğer yandan Ayasofya ibadete açıldı diye bayrakları yarıya indirmesi ya da kiliselerinde matem çanları çalmasına gerekçe olarak Ortodoksların dini duygularında yaratılan psikolojik travma gösterildi.
Peki Ayasofya’nın aniden ibadete açılması kime karşı yapılmış olabilir?
Görüşünü sorduğum bir Yunan diplomata göre bu hamle, “Ayasofya’yı müzeye dönüştüren 1934 kararnamesine karşı.”
Batılı yorumcuların da genel olarak görüşü hemen hemen aynı: “Türkiye’nin karşısında ne Bizans ne Yunanistan ne Vatikan ne de Patrikhane var; Ayasofya zaten Türkiye’nin egemenliğinde; düzenlenen görkemli törenler ise Ayasofya’nın sanki yeniden fethi şeklini aldı. Böylelikle Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesini içine sindiremeyenler mutlu edilirken; Ayasofya’yı müzeye dönüştürenlerden sanki 86 yıl sonra acı bir intikam alınmış oldu.” (STELYO BERBERAKİS - DİKEN.COM)
GAZETECİ STELYO BERBERAKİS 'YUNANLI' MI?
Değil…
Son olarak Ayasofya için yazdığım yazılardan alıntılar yapan bazı gazete ve sitelerde ‘Yunanlı gazeteci’ olarak anılmamın ardında
ya derin bir bilgisizlik ya da yersiz bir kasıt olduğunu düşünüyorum.
Türk basın camiasında benim ‘Yunanlı’ olmadığım; İstanbul Rum kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğum iyi bilinir. Yunan basını hesabına değil; 39 yıldan bu yana Türk basınına hizmet verdiğim de aynı şekilde bilinir.
Bu zaman zarfında çalıştığım hiçbir kurum bana ‘Yunanlı’ muamelesi yapmadı; gazeteciliğin esas ilkesi olan ‘tarafsız gazetecilik’ yapmaya çalışan Rum kökenli bir Türk vatandaşı olarak, ayrımcılık yapılmaksızın her Türk vatandaşı gibi eşit haklara sahip bir gazeteci muamelesi gördüm.
Bu ayrımcılığı, çocuk yaşlarımda ve özellikle Kıbrıs olaylarında yaşamış olduğum doğrudur. Aynı dönemlerde Ankara’da okuduğum Türk ilkokullarında benim kimliğimi Kıbrıslı Rumlarla
özdeşleştirenlerden dayak yediğim bile olmuştur. “Türkçe Konuş Vatandaş” sloganları dönemlerinde anneannemin yol ortasında omuzlandığını; anne ve babamın göz kaş işaretleriyle anlaştıklarına şahit olmuşluğum da vardır.
Ama daha sonraki yıllarda Yunanistan’da da daha farklı bir muamele görmüş değilim…
Türk-Yunan ilişkilerinin en gergin dönemlerinde (80’li 90’lı yıllar) Cumhuriyet başta olmak üzere, Hürriyet, ATV, NTV ve son olarak Sabah gazetesinde Atina’dan muhabirlik yaparken, Yunanistan’da
‘Türk casusu’ , ‘Türk muhbiri’ olarak bazı marjinal gazetelerin manşetlerine konu olmuştum. Bir keresinde arabamı arayan polis, çekmecede bir kama bulduğu için, Yunan haber sitelerinde “Türk
gazeteci taşıdığı hançerle yakalandı” gibi ifadelere maruz bırakılmış; bir gece karakolda kaldıktan sonra suçüstü mahkemesine sevk edilmiştim.
Fakat her seferinde kim olduğumu bildiğim için, kendime güvendiğim için, kimliğim hakkında kimseye hesap vermek zorunda olmadığım için şahsıma yakıştırılan türlü ifadeleri es geçmiş; bu benzetmeleri yapanlar cahil olduğu için değil, kasıtlı olarak hedef gösterilmeye çalışıldığım sonucuna varmıştım.
‘Yunanlı’ olmak tabii ki bir suç teşkil etmez. İyisi de vardır, kötüsü de. Tüm dünya vatandaşlarında olduğu gibi.
Ama şahsıma ‘Yunanlı gazeteci’ kimliğini iliştirmenin, benim için başka bir anlamı var. Beni, Ayasofya için yazdığım bir-iki yazı nedeniyle ‘Yunanlı gazeteci’ olarak yeniden vaftiz edenler, besbelli yazdıklarımı ya iyi anlamamış; anlamak istememiş ya da benim ‘Yunanlı gibi’ düşündüğüm kanısına varmış.
Hayır arkadaş o iş öyle kolay değil..
Sen herhalde ‘Yunanlı’ ile ‘Türk vatandaşı Rum’ olmanın ne demek olduğunu hala anlayamamışsın. Rum kökenli bir Türk vatandaşının Yunanistan’ın başkenti Atina’dan Türk basınına çalışmasında çektiği sıkıntı ve güçlüklerin farkında olmana da imkan yok.
Ama Ayasofya gibi hassas bir konu hakkında Türk medyasında duyduğum, okuduğum bazı görüşlerin tamamen hayal ürünü olmasına karşı gazetecilik, yani ‘halkı tarafsız bilgilendirme’ içgüdü
dürtüsüyle bazı bildik şeyleri kaleme alma mecburiyetini hissettim.
‘Ayasofya’nın müzeden camiye dönüştürülerek ibadete açılmasının Ortodoks Yunanlıların kalbine ok gibi saplandığını’ yazmakla, birdenbire ve aşağılanırcasına ‘Yunanlı gazeteci’ mi olunuyor acep?
Ayasofyanın mimarlarının ‘iki Anadolulu mimar’ olarak tanıtanlara bu iki mimarın o dönemde Bizans’a ait Aydınlı ve Miletli Bizans/Helen kökenli olduğunu yazmak insanı ‘Yunanlı gazeteci’ mi yapar?
Bu iş bu kadar kolaysa, bazılarının görüşlerine ters düşen görüşlerini ve tarihi gerçekleri kaleme alan herkes ‘Yunanlı’ olmaya mahkum olur.
Hakkımda bazı bilgiler
Büyük dedem Çanakkale Savaşı’nda Osmanlı ordusunun neferi iken İngilizlere karşı savaşarak yaralandı.
Babam, iki yıl normal, 2’inci Dünya Savaşı’nda iki yıl seferberlik ve yalnız Rum, Ermeni ve Yahudilere uygulanan Varlık Vergisi nedeniyle Aşkale’ye sürgünlüğü dahil bu ülkenin vatandaşı olarak tam yedi yıl askerlik yaptı.
O dönem babamla nişanlı olan annem tam yedi yıl askerden dönmesini bekledi.
Ankara’da doğup büyüyen, nüfus kütüğü İstanbul Kadıköy’de kayıtlı olan İstanbullu bir Rum ailenin ferdiyim.
1955’te, 6-7 Eylül Olayları’nda İstanbul Yeniköy’de vaftiz oldum ve o gece her yer darmadağın oldu.
Ankara’da ODTÜ sınavını kazandığım halde sol hareketlerde yer alma iştahıma karşı babam beni “Bu ülkede hem gavur hem komünist olunmaz” diyerek beni yurt dışına gönderdi.
Geri döndüm ve Türkiye’de malım mülküm olmadığı halde, sırf Türkiye’ye ‘turist olarak’ gelmemek için hiçbir sorun yaşamadan askerliğimi yaptım. Askerliğimde Türkçe bilmeyenlere Türkçe dersleri
verdim.
Doğduğum günden beri Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı kimliğim ve pasaportumla, Türk kökenli vatandaşlar yurt dışında ne denli işlem sıkıntısı çekiyorsa ben de aynı sıkıntıları yaşamayı tercih
ettim..
Bunun üzerine ‘Yunanlı gazeteci’ demenin bilgisizlik olduğuna inanıyor ve bunun bir şekilde tekzip edilmesini rica ediyorum. Değilse eğer, kusura bakmayın ama ben, -belki de aşağılamak için
kastettiğiniz gibi hiçbir zaman ‘Yunanlı gazeteci’ olmadım ve değilim. Çünkü ‘Yunanlı gazeteci’; Yunan basınına hizmet eden gazetecidir!
İlgililere duyurulur. (STELYO BERBERAKİS - DİKEN.COM)