Bir yandan egemenlerin egemenlik aracı olan devlet süreklileşmeye başlayan bir özel kriz içinde zorlanır ve içinde harekete geçen çürüme-çözülme dinamikleriyle asabiyet kaybı yaşarken; öte yandan, toplumsal güçler hem sistem-devlet tarafından çürüme-çözülme yönünde zorlanıyor hem de bunun tam zıddı yönde bir hareketlenmeyle asgari ihtiyaçlarını karşılayabilmek için mücadele etmek zorunda kalarak meydanlara-sokağa çıkıyor...
BÜYÜ BOZAN 27 SAAT...
Ayasofya’nın etrafında dönen oyunlarda simgeleşen bir dönem/“Ayasofya süreci”, Albayrak’ın istifasıyla sönümleniverdi.
Kamuoyu yoklamalarındaki açık düşüşü önlemek isteyen Erdoğan, Ayasofya üzerinden dini inançları istismar edip, askeri yayılmacılık hamleleriyle de “vatan, devlet, ulus, millet” hassasiyetlerini kışkırtarak kaybetmeye başladığı inisiyatifi yeniden kazanmak istemişti.
Erdoğan, Ayasofya sürecinde, istediği başarıyı kazanamasa da düşüşü durdurmuş hatta küçük de olsa bir destek artışı sağlayabilmişti.
Ayasofya sürecinde koparılan dinbaz ve şovenist karması gerici gürültü üzerinden ve “Devletin Bekası” endişesiyle, Erdoğan’ın bir müddet daha “ayakta kalma” olasılığı oluşuyordu. “Seçimleri beklemek” tutumundan başkasını üretemeyen resmi muhalefet bu olasılığı güçlendiriyordu.
“Ayakta kalabilme”, düşüşe doğru sürüklenen Erdoğan için bir kazanım olacak, sonrası sonra düşünülecekti!
Gelin görün ki, yapılıp edilenler faşizmin inşasına tuğla döşeme açısından anlam taşısa da iktidar alanının içinde çırpındığı sorunların ağırlığı karşısında oldukça hafif kalıyordu.
“Ekonomi” ve “devlet” gibi iki ana kolonda yaşanan ağır kriz, yüzeyde sağlanan kimi kazanımlarla giderilemeyecek kadar travmatik bir ağırlık taşıyordu. Başka bir dizi krizle birlikte desteklenen bir çoklu krizin belirlediği kaotik ortam, yapılan hamlelerle kimi rahatlamalar sağlasa da aynı zamanda ülkeyi bir kaos ortamına sürükleme potansiyeliyle yüklüydü.
Mahşerin atlıları iktidarın etrafında koşturuyordu:
Biden’ın seçilme olasılığı ve seçilmesi, Pandeminin kabusa dönüşmesi, askeri hamlelerle yürütülen yayılmacı politikaların bir sınıra gelip çarpması ve “kazanılan” mevzilerin “faturasını” ödeme zamanının geldiğinin anlaşılması, “Yalıkavak fotosu” ile ortaya çıkıveren iktidar içi “diş gösterme” üzerinden bir türlü aşılamayan “devlet krizinin” derinleşme olasılığı gibi olgular “hiçbir şey olmadıysa bile bir şeylerin olduğunun” ya da her an olabileceğinin işaretleriydi.
İşte, “Ayasofya sürecinde” koparılan gürültülerle yaratılan bir “sanal gerçekle” üstü örtülmek istenen “gerçek gerçek” kendi hükmünü fırlayan döviz fiyatlarıyla bir anda gösteriverince, olanlar oldu.
Mahşerin “ekonomi” alanında adeta dört nala koşturan atlısı mızrağını iktidarın zayıf yerine saplamıştı!
Fareli köyün kavalcısı!
Erdoğan’ın sermaye güçleri ve onların sistemi açısından en önemli rolü, tıpkı dünyadaki benzerleri gibi, on yıllardır sürüp gelen neoliberalizmin vahşi saldırısına karşı halkta oluşan büyük öfkeyi, hedefinden saptırabilmektir. Ama o da yetmez, ek bir “ustalıkla” söz konusu halkçı öfkeyi çıkmaz yollarda çürütüp o hale sokmalıdır ki kendisini soyan sisteme hizmet etsin!
İşte, “Fareli köyün kavalcısı” olarak Erdoğan, sermayenin vahşi soygununa karşı halkta biriken öfkeyi, “laik elitlere” karşı “özel” bir savaşa yönelterek, halkın öfkesinin gerçek muhatabı olan sermaye düzenine yönelmesini engelliyordu. O desteği arkasına alan Erdoğan-Cemaat ittifakının, “Laik elitler” denilen “Ordu odaklı iktidar alanının” oligarşik iktidar alanındaki “saltanatını” tasfiye etmesiyle, sermayenin mutlak iktidarının önündeki “engel” ortadan kaldırılıyordu. Bu yolla, sermaye düzeni tarafından (elbette ordunun koruyucu şemsiyesi altında) yoksullaştırılan halkta biriken öfke, sermayeye hizmet edeceği bir kimliğe sokularak çürütülüyordu!
Peki, Trump ya da Bolsonaro veya Johnson gibi sermaye palyaçoları da kendi ülkelerinin özgün koşullarına uygun biçimlere bürünerek aynı şeyi yapmıyor mu?
Erdoğan iktidara bu yoldan yürüyerek geldi, 18 yıldır iktidarda olmasına ve artık o “laik elitlerle” iktidar ortağı olmasına rağmen, halen de kavalından aynı nağmeleri çalarak halkı yeni yoksullaşma hallerine doğru sürüklüyor.
Yeni faşizm…
Hepimiz biliyoruz, Erdoğan öncülüğündeki iktidar alanı dünyada yalnız değil.
Saray odaklı iktidar alanı, evet, havadan uçarak gelip ülkenin siyasal alanının/devletin merkezine konuvermedi; tam tersine, üstünde hükümranlık kurduğu coğrafyanın tarihsel derinliğindeki despotik geleneğin güncel koşullarla kaynaşmasının oluşturduğu belirlenimlerin içinden çıkıp geldi. Ancak, sadece “yerellikten” bakarsak gerçekliğin bir yönünü görmüş oluruz. O, aynı zamanda, çok yönlü krizlerle zorlanan kapitalizmin güncelliğinin ürettiği “küresel” bir eğilimin yerel ögesi olarak kendisini var ediyor.
Kapitalizmin güncelliğinin farklı momentlerinden ivme alarak hareket eden bazı özel eğilimler, Trump, Johnson, Bolsonaro, Mondi gibi açıkça faşist karakter taşıyan iktidarların ülkelerindeki burjuva-demokratik anayasal düzeni faşizm doğrultusunda değiştirme girişimlerini belirliyor. Tümüyle büyük sermaye gruplarıyla iç içe olan bu faşistler, içinde konumlandıkları demokratik düzenin siyasal ve toplumsal dengeleri tarafından frenlenseler de kendi hedeflerine doğru hareket ediyorlar.
Kendi ülkelerinde burjuva-demokratik anayasal düzenin hâkim olmadığı Duterte (Filipinler) gibi diktatörler ise, hedeflerine daha kolay ilerleyebiliyor. Erdoğan, işte tam da Duterte benzeri bir “kolaylıktan” faydalanıyor! Söz gelimi, Türkiye söz konusu olduğunda, despotizmle faşizmin arasında aşılmaz sınırlar yok, “geçiş” ya da “gidip gelmeler” çok da zorlanmadan yaşanabiliyor.
Aralarındaki farklılıkları bir tarafa koyarsak, ortada sermayenin çıkarları yönünde demokrasinin tasfiyesi ve bir biçimde faşizmin inşası yönünde küresel bir eğilim olduğunu görebiliriz. Yeryüzünü tümüyle kapsayıp içerme gücüne ulaşmış olsa da şimdiki güncelliğinde çok yönlü bir kriz içinde olan kapitalizm, daha önceleri olduğu gibi şimdi de krizini aşabilmek için halkı baskı altında tutacak faşist diktatörlüğe ihtiyaç duyuyor.
Doğrudan faşist karakterde olmasa da Macron gibi sermaye “teknokratları” da aynı eğilimin içinde sürükleniyorlar. Daha ötesinde, bir biçimde var olan halkın seçme-denetleme hakkını sürekli kemirerek iktidarı Brüksel odaklı bir “teknokrat” alana devretmeye çalışan sözüm ona pek demokrat AB de bir bütün olarak demokrasinin tasfiyesi yoklamalarını yapmıyor mu?
Bu noktada özellikle yoğunlaşılması gereken alan ise, geçtiğimiz yüzyılın klasik faşizminin aynen tekrarını beklememek ve yaşanan süreci oluşan yeni gerçekliğin kendisine odaklanarak anlamaya çalışmaktır. Evet, demokrasinin tasfiyesi ve açık diktatörlük yönelimi benzerlik taşıyor, ancak “kapitalizmin güncelliğine” ait yeni gerçeklikler “faşizmin güncelliğine” kendine özgü eğilimler yüklüyor, hatta ona günümüze özgü farklı bir yapı kazandırma potansiyeli taşıyor.
Küresel hegemonyada yaşanan boşluk, yeryüzündeki yaşamı mümkün kılan ekolojik dengeler ve ekonomi alanlarında odaklanan çok yönlü özel bir krizin içinde çırpınan kapitalist sistem, günümüzde aynı zamanda, tarihsel sınırlarının ufukta görünmesinin yarattığı özel bir gerilim tarafından da baskılanıyor.
Ekonomi alanında, 2. Paylaşım Savaşından sonra “kâr oranlarındaki büyüme” eğiliminin desteğiyle yaşadığı “güzel günlerin”, 70’lerin başıyla beraber yaşanmaya başlanan “kâr oranlarındaki düşme” eğiliminin baskısıyla son bulmasının yarattığı sonuçlarla on yıllardır zorlanan kapitalist sistem, onca çabasına rağmen söz konusu süreci kalıcı bir yapısallık kazanacak biçimde tersine çeviremiyor.
Artık kalıcı bir tortu olup dibe çökerek küresel toplumsal yaşamı da dibe doğru çeken işsizlik olgusunun çapı, ekolojik krizin sonucu olan pandeminin de etkisiyle yeni bir ivme kazanarak hızla büyüyor. Yeni bir durum olarak “çöp nüfus” gerçekliği oluşup güç kazanıyor. Yaşama arzusunun itişiyle yoksullaştırılan coğrafyalardan metropollere doğru akan “göçmenler”, işsizlik-yoksullaşma gerçekliğinin doğrudan sonucu olarak yaşanıyor ve işsizlik-açlık gerçekliğindeki güçlenmeyle durmadan daha fazla insanı içine çekiyor.
Ekolojik krizin küresel ısınma, içme ve sulama sularının azalması, besine ulaşmakta zorlanma, iklime bağlı felaketlerin sayısının ve çapının artması gibi sonuçları, kapitalizmin rasyonel işleyişinin devamı halinde yeryüzünde canlı yaşamı riske sokan düzeyde güç kazanıyor.
Sermayenin küresel toplumsallığı bütünüyle içeren bir güçte “toplumsallaşması”, metalaşmanın bütün yaşamsal ihtiyaçları kapsayacak çapa ulaşması ve onun rasyonellerinin en çıplak haliyle kendi hükmünü yürüttüğü “pazarın” küresel toplumsal yaşamın tam da merkezine yerleşmesi, sermayenin yapısallığının ürettiği bütün yıkıcı potansiyellerini küresel toplumsallığı içererek hayata geçirmesi sonucunu yaratıyor.
Sermayenin bu denli “toplumsallaşması”, diğer bütün toplumsal var oluş biçimlerini tasfiye eden özel bir süreci tetikleyerek emeğiyle geçinen işçi sınıfının nüfusunun da “toplumsallaşması” sonucunu yaratıyor. Sermayenin “toplumsallaşmasının” zıddı yönde hareket eden bir süreçte işçi sınıfının “toplumsallaşması” gerçekleşiyor.
İşte, sermaye ve işçi sınıfının “toplumsallaşma” süreçlerinin zıt yönlerde hareket ederek güç kazanması; küresel toplumsal yaşamın sermaye ve onunla çıkarları/ihtiyaçları uzlaşmaz bir zıtlıkla yüklü olan işçi sınıfının karşılıklı hareketleri tarafından belirlenen özel bir döneme girdiği, söz konusu özel uzlaşmazlığın “uzlaşmaz” yapısı-gerilimleri tarafından baskı altına alındığı ve bağlı olarak sert çatışmaların yaşanacağı anlamına geliyor.
Gerçekleşen önceki yapısından-biçiminden farklı bir “faşizm” tam da bu özel dönemin içinde kendisini sermayenin güncel ihtiyaçlarına cevap üretebilecek bir yapıda oluşturuyor. O, sanki bir anda ve en çıplak biçimde değil de kendisini var etme-oluşturma sürecinin güncel aşamasında, sürece yayılarak ve örtülü-sanki yokmuş gibi var oluyor.
İçindeki krizin yarattığı bir dizi “düzen bozucu-düzensizleştirici” ya da “dağıtıcı” veya “meşruiyet-hegemonya kaybettirici” gibi eğilimlere ve bu eğilimlerin yarattığı ve daha önemli önümüzdeki on yıllarda yaratabileceği “yıkıcı” toplumsal patlamalara karşı; kapitalist sistemin, “düzeni şiddetle koruyan” ve meşruiyet yitimini kabul ederek “şiddetle boyun eğdiren” bir kaçınılmaz konuma yerleşme arayışı içinde olduğunu düşünmeliyiz. Kalıcı olarak adım adım yerleşen, acelesi olmadan alıştırarak yol alan, kaçınılmaz olduğunun bilincine sahip bir “soğuk” iradenin kendisini var edip yol almaya çabaladığını tespit edebiliriz.[1]
İşte, Erdoğan, “yerel” durumlara ek olarak, onları da içeren küresel bir eğilimin içinde konumlanıyor, gücünün önemli bir kaynağı da bu özel eğilimden besleniyor.
Erdoğan’ın son hamlesi
Damadın istifası önceden hazırlandığı belli olan hamleleri tetikledi.
“İktidarıma muhalefet olacaksa onu da ben yaparım” tutumunu benimsediği anlaşılan Erdoğan, öncekinden farklı bir söylemle çıkış yaptı.
Erdoğan’ın yeni oyunu, “her şeyin aynı kalması için her şeyi değiştirir gibi yapmalıyız” zemininde oynanacak!
Önemli olan, Erdoğan’ın iktidar alanının sivri ucunda konumlanmasıdır! “Reis” konumunun kalıcılaşması için şimdi var olan birçok şey değişebilir, daha doğrusu bir “değişiyoruz!” parantezi açılarak zaman kazanılır!
O, restorasyoncu muhalefete “Hadi len” diyor, “sizden bir cacık olmaz, bu memlekete bir restorasyon gerekiyorsa, onun da en iyisini ben yaparım!”
Eh, neden olmasın?
Restorasyoncu muhalefetin önderi CHP acizlik bataklığında geviş getirmeye devam ettikçe, arkadan gelen İYİP şovenizm konusunda iktidarla yarıştıkça, her ikisi de Kürt düşmanlığı ve bölgede askeri yayılmacılık konusunda Erdoğan’ın bir işaretiyle hemen hazır ol vaziyetinde hizaya girdikçe, neden olmasın?
Ekonomi alanında, “kalkınmacılığa” özenen “marazi” tutumlar terk edilecek, IMF ve TUSİAD’la aynı dilden konuşulacak, hizaya girilerek sermaye birikiminin rasyonellerine tümüyle uyumlu bir konuma gelinecektir.
Ancak, “keyfi”- marazi, vurguncu, ahbap-çavuş kayırmacılığının yapısallaşmış-sistemik hale dönüşmüş uygulamalarından sonra böylesi bir yeni tutuma sıçranabilir mi? O durumda, önceki dönemde yapılanların nasıl sürdürüleceği ya da sürdürülemezse yaratacağı sonuçlarla ayrı bir sorun alanı olacağı açık değil mi?
Söz gelimi, “zombi şirketler” özellikle ahbap-çavuş çevresinde yer alan şirketler ne olacak, “havuz sermayesine” sağlanan ayrıcalıklar sürdürülecek mi? Sürdürülmezse bu “zombiler” hızla iflas edeceğine göre, iktidar alanının kendi eliyle kendisine böyle bir öldürücü darbe vurması mümkün mü? Dolayısıyla, kaçınılmaz olarak “makyaj” yönelimlerle yetinileceği, o durumun da şimdi hedeflendiği iddia edilen “çözümü” engelleyeceği açık değil mi?
Öte yandan, diyelim ki bütünüyle sermayenin rasyonelleriyle uyum sağlandı; nitekim, faizler beklenen oranda arttırıldı!
Rantiyenin kazanacağı, büyümenin duracağı, işsizliğin artacağı böylesi bir durumda, “acı ilacı” içmek halka düşecek; nasıl ödeneceği belli olmayan “borçlar” için gereken kaynak bu yolla sağlanacak ve emperyalist metropollerin vurgunu için “kolaylık” sağlanmış olacaktır.
İyi de daha fazla yoksulluk anlamına gelecek bu “çözümün” halkta öfke yaratacağı ve bağlı olarak kaybedilen toplumsal desteğin geri kazanılması yoluyla iktidarın konsolide edilemeyeceği açık değil mi?
Ya da “hukuk devleti” mi olacağız yoksa?
O durumda şimdi hukuk dışı devlet terörüyle sindirilen toplumsal güçlerin bin bir biçime bürünen öfkeli tepkileri ne olacak?
Böyle bir “hukuki-yasal” ortamın, şimdi yoksullaşma-daha da yoksullaşma cehenneminde yakılan halkın öfkesinin sokaklara taşarak iktidarı sarsması olasılığını güçlendireceği için asla kabullenilmeyeceği bellidir.
Öyleyse, şu “hukuk reformu” sakın sadece sermaye yatırımlarının, kâr transferlerinin ve emperyalist “borç ödeme” soygununun daha yüksek bir güvenceye kavuşturulması anlamına gelmesin?
Sonuçta, iktidar alanı kendi yarattığı ekonomik ve siyasal gerilimler tarafından belirleniyor ve hangi yola yönelse başka bir açmazla karşılaşacaktır!
Kimi “makyaj” önlemlerle bir “reform” ve “dönüşüm” hatta “restorasyon” görünümü verilse de şayet halk muhalefeti belli eşikleri aşabilen bir güçle devreye girmezse, faşizmin kurumsallaşması süreci hükmünü sürdürecek, Erdoğan/Saray önderliğinde ilerleme iradesi hep devrede olacak, fırsatını bulduğu her an kendi ivmesini verecektir.
Evet, ilkin, Erdoğan’ın “restorasyonu”, kimi aldatıcı görünümlerle süsleyerek faşizmin kurumsallaşması sürecine hizmet etmeyi amaçlayacaktır.
İkincisi, Erdoğan şayet kendi “restorasyon” sürecinde yeterince sonuç alamazsa, sırf ve sadece “ayakta-iktidarda” kalabilme hedefiyle bir müddet çırpınacaktır! Aslına mevcut koşullarda en “rasyonel” gelişme de yapısı gereği belirli bir süreyle sınırlı kalmak şartıyla bu yönde yaşanabilir.
Üçüncüsü, Erdoğan/Saray’ın artık böylesi bir sürece “önderlik” edebilecek kapasitesi olmadığı hızla açığa çıkarsa, “erken seçim” ya da “büyük koalisyon” tarzında bir “yumuşak çözülme” yaşanacaktır.
Elbette, anlaşılır olmak için yapılan farklılaştırmalar hayatın akışı içinde “melez” bileşimlerle gerçekleşebilir. Her üç olasılıkta da siyasal ve toplumsal yaşamın devlet terörü yoluyla “kontrol” edilmesi hep devrede olacaktır.
Küresel ve yerel sermaye güçlerinin tepkileri, Erdoğan’ın (aslında en “başarılı” olduğu) manevra yapma kapasitesi ve halk muhalefetinin gücü/zenginliği sürecin akışında belirleyici olacaktır.
Devlet krizi
Yaşanan “devlet krizi”, yarattığı zaaflarla Erdoğan’ın yeni sürecinin “kontrollü” akışı konusunda egemen güçlere zorluk çıkaracaktır. Erdoğan odaklı iktidar alanının (Erdoğan, MHP, “Ergenekon’un” NATO’cu ve “Avrasyacı” kanatları) savunduğu devletin kapitalizmin ulaştığı güncel düzeyin yarattığı karmaşık sorunlara artık çözüm gücü olamayan “genetiği”, özellikle “Kürt düşmanlığı” üzerinden yarattığı yüksek gerilimle ön tıkayıcı olacaktır.
Çünkü, Erdoğan odaklı iktidar alanının “devlet krizini çözme” için bulduğu “çözüm” tam tersine çözümsüzlüğü derinleştirecek bir yapıda gerçekleşiyor.
İçindeki her fraksiyonun kendi egemenlik alanını büyütmeye çalıştığı ve sürekli değişen dengelerle zar zor tutunabilen bir iktidar koalisyonunun, sadece “olağanüstü” koşullarda ve o koşulları sürekli yeniden üreterek kendisini sürdürebileceği açıktır.
Bu sürecin, her fraksiyonun diğerleriyle yarış içinde adeta nefes nefese “hukuk dışı” yollarla parsa-alan kapma, sermaye biriktirme ve “bağımsız askeri güç oluşturma” yönünde yol aldığı, bu yolda ilerledikçe “çeteleştiği”, bu “devlet çetelerinin” yaptığı koalisyonun da devletin merkezine “çeteler koalisyonu” yapısını kazandırdığı, böyle bir yapının da kalıcı bir “çözüm” olamayacağını saptayabiliriz. Dolayısıyla, evet, “devlet krizi” konusunda bir “çözüm” az çok gerçekleşiyor da hem hiç “güven” vermiyor hem de çözüm gücü olma kapasitesine sahip değil, ancak “çözüm görüntüsü” yaratabiliyor!
Malum “Yalıkavak fotosu” devletin mevcut halinin önemli bir “bileşenini” göstermesi açısından ibretliktir. Üstelik, Ağar’ın etrafında toplanan ve Çakıcı üzerinden Mafia ile ilişkilerini de açıkça gösterme ihtiyacı hisseden bu güç alanının, söz konusu fotoyu herhalde “hatıra” olsun naifliğiyle değil, kendilerine yakışan amaçlarla çektirdikleri ve sosyal medya üzerinden yayılmasını sağladıkları, “mesaj” verdikleri açıktır!
Nitekim, Çakıcı üzerinden Kılıçdaroğlu’na yapılan tehdit, aynı zamanda, koalisyondaki ortaklara da bir “ayar verme”, iktidar koalisyonu içindeki kendilerine ait alanı genişletme hamlesidir. “Çakalların” ortaklığı başka nasıl olabilir ki?
Ayın karanlık yüzü
Kapitalizmin yeryüzüne yayılması ve Osmanlı devletinin çözülen yapısının dayattığı “yeni bir devlet” ihtiyacının onu “koruma” bilinciyle yetiştirilmiş askeri unsurları tarafından karşılanması sonucunda kurulan TC, her ne kadar kapitalizmin ihtiyaçlarına cevap üreten yeni bir yapıda kurulsa da, Osmanlı’nın Bizans’tan devralınarak sürdürdüğü despotik yapısının içeriğiyle donatılmış M.Kemal öncülüğündeki askeri güçlerin/“Seyfiye” var oluşları-bilinçleri üzerinden taşıdığı despotik “ruhu-geleneği” içermekten kaçamadı.
Evet, Osmanlı yeni bir devletle aşılıyordu, ama içerilerek! O aşma sürecine öncülük yapan güç alanını kuşatan toplumsal ve siyasal “belirlenimler”, aşma sürecinin içeriğinde bir biçimde yer alıyordu!
Yeni devleti ve onun özgün cumhuriyet biçimini, öncüsü askeri güçlere ve Anadolu burjuvazisine rağmen-onlara güç dayatarak demokratik-özgürlükçü bir içerikle doldurma potansiyeliyle yüklü olan halk güçlerinin sivri uçları olan M.Suphi ve ‘Yeşil Ordu’ güçleri, M.Kemal’in değerlendirmesiyle “Yunan işgalinden bile tehlikeli” bulunarak şiddet yoluyla tasfiye edilirken; aslında o despotik “ruhun-geleneğin” her ne pahasına olursa olsun sürdürülmesi konusundaki kararlılık görülüyor, sonuçta “despotizmin kapsanarak içerilmesi” sağlanmış oluyordu.
Sermaye birikiminin gerçekleşeceği güvenceli iç pazarın “çağdaş” biçimi olan yeni ulus-devlet, içerdiği despotik “ruhu-geleneği” bütün yapısına ve üstünde hükmünü sürdürdüğü toplumsal alana yaydı. Devletin her yeri-her şeyi kapsadığı ama biçimsel kimi kurumsallaşmalarla iktidarını “paylaşmaya” tenezzül ettiği bir “despotik cumhuriyet” ve onun farklı alanlarda uyguladığı “despotik modernleşme” süreci, sermaye birikiminin en hızlı ve en yoğun haliyle yaşanmasını omurgası yaparak kendisini oluşturup, sürdürdü. Halen de sürdürüyor!
Erdoğan’ın sermaye adına becerdiği, kuruluştaki öncü rolünün kendisine sağladığı inisiyatifle adeta bir “padişah” gibi kendisini yeni devletin merkezine yerleştiren “ordu” ve etrafındaki merkezi-bürokratik ağın “ağırlığını” azaltmak, sermayenin mutlak iktidarı için oligarşik zirvenin merkezini “boşaltmak” oldu. O bürokratik sultaya karşı halkta biriken öfkeyi kullanarak kendisini var eden Erdoğan’da, ettiği onca “parlak” lafa rağmen, despotik yapının “kendisine” asla dokunmadığı gibi, boşalan zirveye “yeni padişah” olarak kendisini yerleştirdiği pseudo bir “başkanlık rejimi” kurdu!
Şimdi Erdoğan’ın sultası hakkında sinik bir korkuyla “mız mız” eden “TÜSİAD” odaklı finans-kapital güçleri de aslında “despotik” yapının kendisiyle değil, onun oligarşik zirvesinde sadece kendisinin olmasıyla ilgilidir! Halkın gücü bu despotik yapıyı demokratik bir cumhuriyetle aşmadıkça da egemenlerin hiçbir fraksiyonunun kendiliğinden bu yapıyı dağıtma potansiyeli yoktur.
İşte, şimdi CHP öncülüğündeki muhalefetin “acizliği” üzerine yazılanlar, evet doğrudur da her tarafından onu sarıp sarmalayan “devlet belirlenimleri” gerçekliğini aşamayacakları ve zaten “aşma” değil “uygulama” iradesiyle dolu olduklarına göre, başkasını nasıl yapabilirler ki!
İktidarıyla ve resmi muhalefetiyle hepsi aynı despotik devletin “içinde”, hepsi “ya devlet başa ya kuzgun leşe” bilinciyle dolular, hepsi “duvardan bir tuğla çekilse duvar da yıkılır” hassasiyetini taşıyorlar!
“Özne” devlet (ve onun omurgası olan sermaye birikimi) “nesne” halktır; devlet halkın hizmetinde değil, halk devlet hizmetindedir ve aslında halk zaten sadece o hizmeti yerine getirebildiği oranda var olma hakkına sahip olabilir!
Egemenler kendilerini bu sertlikle iktidarlaştırıyorlarsa, çözüm de halkın kendisi olarak ve kendi ihtiyaçlarını esas alarak özneleşmesinden başka hiçbir biçimde gerçekleşemez.
Cumhuriyetin kuruluşunda siyasal alan tümüyle devlet tarafından kapsanmıştı. Şimdi Erdoğan’ı eleştiren “ulusalcı” cenaha CHP il başkanı, vali ve belediye başkanlarının çoğunlukla “aynı” kişi olarak Ankara’dan atandığı dönemi hatırlatsak bir şeye yarar mı bilinmez, ama bu bir gerçektir. Siyasal alanın devletten özerk bölümü kapitalizmin gelişimiyle ve özellikle de 60’lardan sonra güç kazanan sınıf mücadelesiyle kısmi alanlar kazansa da 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerinin en önemli sebebi, o “kazanılan” fiili özerklikleri tasfiye etme amaçlı değil miydi?
Siyasal partiler ve devlet fraksiyonları ayrılmaz bağlarla iç içe geçmiş bir var oluş içindedir; devletin “kutsal” varlığı, her şeyin üstündedir, geri kalan her şey, o ünlü sözde dendiği gibi “teferruat” olmaktan öte gidemez, gitmemelidir; gidenler (M. Suphi’nin katliyle başlayan bir süreç içinde) öyle bir şiddetle cezalandırılır ki, başkası cesaret edemesin!
Güncel gerçekliğimizde, “ordu” merkezli yapının dağılması, ama yerine yeni bir yapının kalıcı bir egemenlik kuramaması tarafından zorlanan, ek olarak Cemaat tarafından içinden çürütülen despotik devletin “krizi”, sadece iktidar alanının değil, muhalefetin de “ana” sorunudur.
Bütün devlet fraksiyonları, aralarındaki tarihsel gerilimleri “şimdilik” geriye itip uzlaşarak devleti krizden çıkarmaya çalışıyor ve elbette bu fraksiyonlarla iç içe olan “resmi muhalefet” partileri de aslında dolaylı olarak iktidar alanının “içinde” olduklarının bilinciyle davranıyorlar. Hepsi “ayın karanlık yüzünde” iç içeler.
Egemenler arasında “Türkçü” ve “İslamcı” olarak ayrılan fraksiyonlar, mevcut “devlet krizi” koşullarının zorlamasıyla, “şimdilik” her biri biraz diğerini de kendi bünyesine katarak bir “çelik çekirdek” olup “devleti kurtarma” asabiyetiyle yüklüyken, o fraksiyonlarla iç içe olan “resmi muhalefet partileri” farklı olabilir mi?
İşte, Erdoğan kendisini de kapsayan bu gerçekliği iyi bilmenin bilinciyle davranıyor. Devletin bilinen reflekslerini çalıştırarak öyle hamleler yapıyor ki, her seferinde “muhalefet” arkasına diziliveriyor; öyle sanıldığı gibi “ahmak” falan oldukları için değil, despotik devletin bilinciyle yüklü oldukları ve halkı o “kutsal” devletin “nesnesi” olarak gördükleri için!
Erdoğan’ın rolü, şimdi krizde olan devletin bekası için önemlidir. O, şayet iktidardan düşürülecekse bile, asla halka moral verecek ve kendi ihtiyaçları doğrultusunda harekete geçerek özleşebileceği bir ortam yaratılmamalı; ayrıca, halen bir biçimde “devletin kutsallığı” zemininde konsolide edebildiği %30-35 civarındaki kitlenin o zeminden kopuşmaması da sağlanmalıdır.
Ancak, bir süreç olarak yaşanan bu durum, Erdoğan önderliğindeki iktidar alanı ortaya çıkan sorunlara çözüm gücü olamadıkça, hem devlet hem de toplum içinde çürüme-çözülme yönünde dinamikleri doğurup harekete geçirmekte, güçlendirmektedir.
Öte yandan, kapitalizmin gelişip güçlenmesi, onun farklı yapısal dinamiklerini harekete geçirmekte; başta Kürtler olmak üzere etnik-ulusal kimlikler ve başta Aleviler olmak üzere farklı inançlar kendilerini tanıyıp, özgürce var olma haklarının peşine düşmekte; toplumun bütününü sarıp sarmalayarak hareket eden yıkıcı-yoksullaştırıcı süreçler yaşandıkça hem asgari ihtiyaçların bile elde edilmesi sorun olup mücadele etme ivmesi vermekte, hem de doğan öfke siyasallaşarak sistem-yıkıcı potansiyeliyle yüklenmektedir.
Dolayısıyla, bir yandan egemenlerin egemenlik aracı olan devlet süreklileşmeye başlayan bir özel kriz içinde zorlanır ve içinde harekete geçen çürüme-çözülme dinamikleriyle asabiyet kaybı yaşarken; öte yandan, toplumsal güçler hem sistem-devlet tarafından çürüme-çözülme yönünde zorlanıyor hem de bunun tam zıddı yönde bir hareketlenmeyle asgari ihtiyaçlarını karşılayabilmek için mücadele etmek zorunda kalarak meydanlara-sokağa çıkıyor!
Zıt yönlerdeki süreçler aynı anda hareket ediyor!
Halkçı-devrimci dönüşüm
Tarihin Gezi’de simgesel başlangıcını yapan özel bir dönemi, sistem karşıtı güçleri, hem devrimci-komünist hem de halkçı-demokratik zeminde harekete geçmeye çağırıyor. Ülkenin somut-tarihsel koşulları söz konusu farklı siyasal zeminleri uygun zeminde ortaklaştırabilen bir politik öncülüğü tarih sahnesine çıkmaya çağırıyor!
Şayet harekete geçilirse, farklı zeminlerde yaşanacak çok yönlü ve karmaşık sürecin içinde, şimdi kendiliğinden hamlelerle hareket eden çok yönlü toplumsal ve siyasal güçlerle ortaklaşarak kendisini güçlendirme, bu güçlerin hareketlerine sadece katılmakla yetinmeyip ön açarak yardımcı olma görevi-imkânıyla yüzleşilecektir.
Nitekim, bu yönde atılan her adım gerçek yaşamda karşılığını buluyor.
Üstelik, sadece pratik davranışla değil, söz konusu kendiliğinden hareketlenmelere politik öncülük de yaparak hem uğruna el yordamıyla mücadele edilen ihtiyaçların netleştirilerek güçlenmesine destek olmak hem de bu mücadelelerin politikleşmesi yönünde çok yönlü müdahalelerde bulunmak gerekiyor.
Politikleşme sürecinin asgari zemini, halk güçlerini harekete geçiren ihtiyaçlarını anayasal güvenceye kavuşturacak bir demokratik cumhuriyet hedefiyle donatılmalıdır.
Demokratik cumhuriyet hedefi, halk güçlerinin şimdiki dağınık ve güncellikle sınırlı yapısını, kendi gerçekliğiyle uyum içinde olan söz konusu hedefe doğru yürüyüş içinde aşarak, bütünsel ve siyasallaşmış bir güce kavuşturacaktır.
Ancak böylesi bir sürecin içinde yer almayla kazanılabilecek olan özel türden bir “özneleşme” tarihsel sonuçlar yaratabilir.
Türkiye Devrimci Hareketi’nin kapitalizmin güncel yapısına cevap üreten bir paradigmaya sıçrayamadığı için yaşadığı topyekûn tıkanma, sosyalist sistemin çözülüşünün yarattığı inisiyatif ve moral üstünlük kaybını aşamayışı, pratikte halklaşmayı ya da işçileşmeyi beceremeyip içe doğru büzüşerek küçük gruplar halinde var oluşunun kaderi haline gelmesi ve dolayısıyla yaşanan olağanüstü gelişmelere müdahale edebilecek bir güç eşiğini hiçbir zaman geçemeyişi gibi gerçekliklerin oluşturduğu kahredici açmaz da, ancak böyle bir pratikle aşılabilir.
Deyim yerindeyse, halk onun öncüsü olabilme iddiası taşıyan politik eğilimlerden daha ilerde bir konuma yerleşmiş, oradan devrimci-komünist güçlere çağrıda bulunuyor, “gelin bizimle ortaklaşın” ya da “gelin bir şeyler yapalım” denilen söz konusu çağrıyı duymamak imkânsız.
Halkın şimdiki aşamasında artık ulaşmadığı asgari ihtiyaçlarını kazanmayı hedefiyle sınırlı ve dağınık hareketine, kendi örgütünü-ideolojisini güçlendirebilmeye indirgeyen bir yaklaşımla “araçsallaştırarak” yaklaşan ahmaklar, kendi beyhude var oluşlarında yaşadıkları tasfiye sürecini hızlandırmaktan başka bir sonuç alamıyorlar, alamayacaklar da!
Şimdi, özel bir paradigma zemininde konumlanarak, sosyalizm hedefine doğru yürüyüşünü günümüzün kapitalizm gerçekliğinin talepleriyle uyumlulaştıran, güncel ve yerel düzlemde de halkçı-demokratik-devrimci dönüşüm ihtiyacını, neoliberal soygun politikalarıyla asgari yaşam ihtiyaçlarını dahi karşılayamayacak biçimde yoksullaştırılan emekçilerin ayakta kalıp yaşayabilmek için adeta çırpınarak yaptığı hareketlerin içinde ve önünde yer alarak gerçek yaşamın içinde harekete geçiren bir siyasal önderliğin zamanıdır! (OĞUZHAN KAYSERİLİOĞLU - SENDİKA.ORG)
Dipnotlar:
[1] Bu konuda Şubat-2020’de çıkan bir yazıdan (https://sendika.org/2020/02/koalisyonun-bir-gelecegi-var-mi-oguzhan-kayserilioglu-el-yazmalari-577207/)
“İşte, açıkça görülüyor ki, dünya tarihinde ilk defa bütün yeryüzünü kaplama kapasitesi kazanan bir sistem olan kapitalizm, insanlığa dayatıp yaşattığı 1. ve 2. paylaşım/“Dünya” savaşları öncesinde olduğuna benzer bir “tıkanma” içine girdiği için, daha önce insanlığa ulaşabildiği yerlerde yaşattığı yıkımı ve kan banyosunu yeniden ama bu sefer bütün yeryüzü çapında dayatıyor.
Evet, tabloya bütünlüklü bakarsak, sermaye güçlerinin, içinde çırpındıkları çok yönlü krizlerini şimdi ellerinde olan çok daha yıkıcı silahlarla ve çok daha fazla yıkım ve insan kanıyla aşmaya çabaladığını görüyoruz.
Ama, belki de ek olarak “farklı” bir bakışa da ihtiyacımız var. 20. yüzyılda yaşananların diliyle konuşarak yanlış yapmış olmayız, ama belki de sadece o dönemin kavram seti içinden anlamlandırarak sorunun bütün yönlerini görebilmiş, ulaştığı derinliğini ve günümüze özgü yapısını anlayabilmiş değilizdir.
Belki de, sorunu özellikle günümüzün özgün küresel dinamikleri açısından da değerlendirmemiz gerekiyor olabilir. Somut-tarihsel olmak diyalektik maddeci bakışın ana yönelimlerinden birisi değil midir?
Lenin, tekelci kapitalizmin henüz belirginleştiği 20. yüzyılın başında, tekellerin yapısal olarak demokrasiye değil “siyasi gericiliğe” eğilimli olduğunu vurgulamıştı. Sonra yaşanan faşizm gerçekliği Lenin’in ne kadar haklı olduğunu netçe gösterdi.
İşte, kapitalizmin günümüzde ulaştığı aşamanın öne çıkan kimi yapısal özellikleri tam da Lenin’in vurguladığı “siyasi gericileşme” sürecinin yeni ve özel bir zirvesine doğru sürüklenmemizi belirliyor.
Sermayenin ve işçi sınıfının günümüzdeki toplumsallaşma düzeyinin toplumların neredeyse tümünü kapsayacak bir derinliğe ve yayılıma ulaşması ve bağlı olarak, “uzlaşmaz” nitelikte yapılandırılmış emek-sermaye çelişkisinin kendisine özgü sertliği ve uzlaşmazlığıyla toplumları tümüyle sarıp sarmalaması, burjuva demokrasisi ile birlikte düşünülebilir mi?
Toplumsallaşma düzeyinin tarihsel zirvesine çıkan günümüz işçi sınıfının, yeni oluşan özgün bölükleri üzerinden artık üretim alanlarından çıkan “dolayımlarla” değil ama her tarafını kapsadığı toplumsal yaşamın bütününde “doğrudan” ve olağanüstü zengin biçimlere bürünerek kendisini gerçekleştirmesi ile burjuva-demokratik bir siyasal düzen birlikte düşünülebilir mi?
Sermaye güçlerinin demokrasi aldatmacasıyla üzerinde hegemonya kurabileceği ve bu hegemonyadan toplumsal meşruiyet üreteceği “ara sınıflar” artık toplumların içinde ne kadar alanı kaplıyorlar ve hangi ağırlıktalar?
Sermaye güçleri, kapitalist sistemi zorlayan sosyalist sistemin çözülerek dağılmasıyla üstündeki “şirin gözükme” baskısından kurtulunca ve devletlerinin elinde dünya tarihinde hiç olmayan güçte silahların ve teknik olanakların olması gerçekliğine güvenerek, acaba kazanılmış bütün demokratik mevzileri tasfiye etmeye ve hatta insanlığa şimdiye dek görmediği bir cehennemi yaşatmaya mı hazırlanıyor?
Evet, aslına bakılırsa, üstünde birlikte düşünmemiz gereken bir sorun var:
Acaba, çağımıza özgü, sistemin içinde çözümü olmayan ve hızla yeryüzüne bir kanser hücresi yayılan işsizlik, ekolojik yıkım ve bilimsel-teknolojik gelişmeyle yapısal uyumsuzluk gibi kalıcı gerçeklikler üzerinden yapısal sınırları belirginleşen ve zamana yayılan nesnel bir iç-yıkım yaşamaya başlayan sermaye düzeninin ürettiği özel ve kalıcı bir gerici siyasal alan gerçekliğinin içine sürükleniyor olabilir miyiz?
Türkiye’de olup bitenler de ancak böylesi bir yeni küresel gerçekliğin içinde mi gerçek anlamını kazanabilir?
Söz gelimi, ülkemiz gerçekliğinde, tarihsel olarak birbirinin zıddı ve hatta birbirine düşman olarak yapılanmış Erdoğan ve Ergenekon alanları acaba böylesi bir yeni gerçekliğin yerel ortağı olarak geçmişlerini aşıp özel türden-günümüze özgü bir gericilik zemininde birleşmeye mi yazgılılar?
Evet, bu soruları sorup cevapları üzerinde düşünelim, ama olup bitenler ömrü tükenmiş bir sistemin kendi doğal işleyişinin bir sonucu olarak kendisiyle birlikte insanlığı da gün be gün oluşturduğu günümüze özgü bir cehenneme sürüklemeye çalıştığını gösteriyor.
Her durumda, komünistlerin yaptıklarıyla veya yapamadıklarıyla tüm insanlığın kaderini de belirleyeceği özel bir tarihsel dönemin içinde olduğumuz anlaşılıyor. Tarihin çağrısını duymak, yüklediği sorumluluğun ciddiyetini ve ağırlığını anlamak ve ona uygun davranmak gerekiyor.”
* Ek olarak, aynı konuda 2002-3 döneminde yazdığım “Zamanımız ve Biz” broşürünün “Yaşayan Marksizm” dergisinde çıkan özetinden bir bölüm…
“Öte yandan, çıtayı yukarı çekip, “önleyici” savaş konseptine, mevcut küresel düzenin düzensizleşmesi nesnel eğiliminden ve ufukta görülen olası kaotik durum/durumlar zemininden bakarsak; petrol ve doğal gaz stoklarını kontrol etme ve böylece emperyalist blok içindeki ABD inisiyatifini güçlendirerek orta vadeye yayma stratejisinin, daha yüksek bir zemindeki sorunlara göre nispeten konjonktürel özellikte olduğunu görebiliriz. Şimdi yapılan hamleleri, aynı zamanda, kapitalist sistemin uzaktan duyulan ölüm çanlarına yönelik “önleyici” bir stratejik iradi müdahaleler zincirinin ilk adımları olarak da değerlendirmeliyiz.
Sırf bir “yeniden paylaşım” değil, ama aynı zamanda, bir yeni “küresel düzen”oluşturma savaşı da söz konusudur. 50 yıl sonra günümüze bakanlar, şimdi içinde olduğumuz sürece, 3. Paylaşım Savaşı değil de 1. İmparatorluk Savaşı ya da 1. Küresel Düzen Savaşı diyebilirler.
Görülen odur ki, mevcut düzensizleşmeye, düzen oluşturucu yönde bir baskı yapılmak ve olası bir kaotik durum engellenmek isteniyor. Küresel-sistemik bir kriz, nesnel bir kaçınılmaz olgu olarak kabullenilerek, sürekli kriz ortamında sistemi sürdürebilmenin iradi arayışları yapılıyor. Aynı süreci, mevcut krizden bir çıkış arayışı olarak da görebiliriz. Sürekli irili ufaklı savaşlar yapılacak ve her fırsatta yüksek küresel gerginlik yüklenerek, yeryüzünün üstünde yaşayan insanların baskılanması sağlanacaktır. Bu gerginlik kimi zaman nükleer silahlar kullanılarak dehşet düzeyinde şoklarla zorlanacaktır.”