OSMAN KAVALA'YA AÇIK MEKTUP: ADİL BİR YOL BULMALIYIZ ARTIK

Dava dosyanız Türkiye’de yargıya dair umutsuzluğun en belirgin güncel kayıtlarından birisine dönüşmüş durumda. İHAM’ın yargılandığınız mahkemece her nasılsa tanınmayan sıradışı kararı davanızı zaten yeterince trajik hale getiriyor. Fakat 1930’ların bir savcısının Hikmet Kıvılcımlı davasında, “Doktor Hikmet için delil arayacak kadar safdil değiliz…” sözlerinin bugün sizin yargılanma sürecinizde bir kez daha yankılanıyor olması dava sürecinizin ne kadar talihsiz bir biçimde ilerlediğini de gösteriyor. Yüz yıl sonra yine aynı sözlerin yargılandığınız mahkeme salonunda yankılanmaya devam etmesi, insanda derin bir umutsuzluk duygusu yaratıyor. Bir yargıç olarak bütün bunlara şahit olmak ise oldukça acıtıcı. Yirmi altı yıldır kürsü tarafında bulunan bir yargıç olarak şüpheli/sanık sıralarına bakmak bana her geçen gün daha da büyüyen bir huzursuzluk duygusu veriyor…

Neler oluyor bu ülkenin yargısında? Bu ülkenin hep ilk ödevi olması gereken yargı bir kez daha nerelere sürükleniyor? Nelere alet oluyor? Bir akademik araştırmacı olarak tarihe bakmak ve ne kadar az ilerlediğimizi ve hatta hep en başa döndüğümüzü görmek birçok hukuksuzluk ve haksızlığı normalleştirme ve beraberinde kayıtsızlık tehlikesini getirirken, bir hakim olarak davanızı takip etmek bulunduğum statü nedeniyle trajik bir kaygı ve umutsuzluk yaratıyor.  Şimdi işte bunun için ‘yargılanan‘ bir insan olan size, ‘yargılayan merci‘deki bir yargıç olarak yazıyorum… Son 25 yıldır akademik çalışma yapan ve 26 yıldır da hakimlik görevini yürüten birisi olarak Türkiye yargısının üzerindeki bu ebedi lanete sizin davanız üzerinden müdahale etmek tam da bu nedenle benim için artık bir görev haline gelmiş durumda…

Sayın Kavala,

Üzgünüm…

Sadece sizin için değil binlerce yargılanan yurttaş için de üzgünüm. Sadece bugün için değil bütün bir yargı geçmişi için üzgünüm. Sadece bugün yargıç olduğum için değil geçmiş yargı tecrübelerim ve gördüklerim için de… Yargılayan ve yargılanan arasındaki ahlaki fark Türkiye’de olağan olanın tersine işlediği için üzgünüm…

Şimdi burada yargılayan bir yargıç olarak benimle yargılanan bir sanık olarak sizin bu şekilde yüzleşmemiz, bir dava hakkında ortak bir kanaate varmamız herkes için ibret verici olmalıdır Osman bey. Yargıçların yasaya uymaya çağrıldığı, buna rağmen yasalara karşı koymaya devam ettikleri bir ‘garip Türkiye hikayesi‘ daha yaşıyoruz işte. Hayatının yarısını yargı mensubu olarak geçiren bir insanın yargılanan bir insana söyleyebileceği daha başka sözleri olmalıydı değil mi? Fakat heyhat..

Sayın Kavala,

Bir yargıç olarak Türkiye yargısının hukuka ve yasalara karşı savaşan bütün o hallerini gördüğümde sadece üzgün olmakla yetinmemem gerektiğini biliyorum. Bir şeyler yapmalıyım. Bir şeyler yapmalıyız. Daha adil bir yol bulmalıyız. Bir yargıç ile bir ‘sanık‘ın Türkiye yargısında yer değiştirmesini, yargılayan ve yargılanan arasındaki kültürel ve ahlaki farkı darmadağın eden bütün o geleneksel ve güncel pratiklerle yüzleşmemiz gerektiğini biliyorum. Yeni ve daha adil bir yolu buralardan bulmalıyız öncelikle… İşte bunu sizinle birlikte yapmak için, benim bir yargıç olarak hikayem ile sizin bir sanık olarak hikayenizin birleştirilmesinin verimli ve insani sonuçlara yaklaştıracak bir yol olduğu kanaatindeyim… Önce davanızdan başlayacağım sonra kendi adalet serüvenime geçeceğim…

Delilsiz yargılama olur mu?

Sayın Kavala,

Türkiye yargısı kimin yargıladığı ve kimin yargılandığı sorularının cevaplanmasının zor olduğu bir gelenek oldu hep. Bugün de aynı durum geçerli. Hakkınızdaki ‘Gezi iddianamesi‘ni ilk okuduğumda şaşkınlık içinde kalmıştım. Savcı suçun ne olduğunu, buna ilişkin delillere nasıl ulaştığını, suçun delillerini nasıl bir sıraya dizdiğini, nasıl kurduğunu, bütün bunların da sizin eylemlerinizle alakasını bize anlatmıyordu. Ama iddianame yazıyordu. Aynı iddianamenin içine sanık olarak hepimizin adını – savcının kendisi de dahil- dahil etmek mümkün hale geliyordu böylece. İddianame adeta bütün bir Türkiye yurttaşlarına yönelik bir itham olarak hazırlanmış gibiydi. Halbuki ceza hukuku öncelikle devletin/yargının ve öncelikle savcının sorgulanması üzerine kuruludur. Sonra şüpheli/sanık sorgulanmaya başlanır. ABD’de bu şart çok daha keskindir örneğin ve bu durum ABD yargısında yurttaşlık ve kamuoyu alanlarının daha güçlü etkiler göstermesine yol açmıştır. Bu gerçek bir yargılamanın ön şartıdır. Savcı, ‘deliller nelerdir‘, ‘nasıl elde edilmişlerdir‘, ‘hangi mantıksal ilişkiler içinde sunulmuşlardır‘, ‘bütün bunların şüpheli ile ilişkisi nedir‘ sorularını cevaplamak zorundadır iddianamesinde. Yargı, yani savcılık ve mahkeme, bu yolla, anayasal eşitlik ve özgürlükler temelinde sorgulanıp sınavı geçerse bir yargılama süreci başlayabilir. Aksi halde dava ve yargılama açıkça orada bitmiştir. Çünkü orada bir yargılama olduğuna dair bir işaret bile konmamıştır. Orada yargılanan artık ve hala savcı ve yargıçlardır…

Sizin iddianame ve duruşma zabıtlarıyla İHAM kararını okuyunca ister istemez kendime dönmek zorunda kaldım… Türkiye yargısı ile ilk karşılaşma anıma…

‘Sizi size şikayet edemiyorum, sizi tarihe şikayet ediyorum!’

Sayın Kavala,

Benim mesleğimi yapan herkesin onu hakimliğe taşıyan bir anısı vardır mutlaka. Benimki oldukça trajikti. Henüz bir çocukken babamın beni izlemem için götürdüğü bir yargılamaya şahit olmuştum. Kahramanmaraş katliamı sırasında halkı korumak için direnen devrimcilerin yargılandığı 12 Eylül yargılamalarından birinin yapıldığı Hatay Sıkıyönetim Mahkemesi’nde bir sanık (Hamit Kapan) çekilen tırnaklarını herkesin gözü önünde mahkeme heyetine dosyaya konmak üzere sunmuş ve “Bana yapılan işkencelerden en hafif olanlarından birisinin hatırasıdır bunlar. Bütün o yalan ifadeler, bunlara dayanan iddianameler işte bunlarla üretildi. Mahkemenizin tırnakları incelemesini istiyorum..” demişti. Çok gerçek bir sahneydi. Fakat önüne konan ve bir insanın teninden kanlı bir pençeyle alınmış tırnaklar karşısında mahkeme başkanının şöyle dediğini hatırlıyorum: “İşkenceler olmasa bu suçları nasıl çözeceğiz?”. Sanık avukatı Emin Değer, mahkeme heyetinin bu tepkisi karşısında dayanamamış ve heyete, “Sizi size şikayet edemiyorum, sizi tarihe şikayet ediyorum…” diyerek salonu terk etmişti. Heyet haliyle talepleri reddetti. Yargılama yeniden aleladeliğe döndü….

O gün hem avukat hem de hakim olmak geçmişti içimden…

Yıllar geçti ve hakimlikte karar kıldım. İlk yargı tecrübeme eklenecek ne çok şey olduğunu bizzat yargıçlık görevimde gördüm. Kürsüye oturduğum ilk yıl ‘1944 ırkçılık-Turancılık yargılaması‘ üzerine bir araştırma yaptım ve ODTÜ’de master tezi olarak sundum. İçlerinde Nihal Atsız ve Türkeş’in de olduğu 24 Türkçü hakkındaki davanın nasıl açıldığını ve nasıl yargılandıklarını araştırmış ve master tezi olarak sunmuştum. Bu kadarla kalmadı tabii ki, 1929 ve 1950 TKP yargılamalarını da inceledim. 1955 İnsan Hakları Derneği yargılamalarını inceledim. Daha geriye de gitmek istedim. Mithat Paşa’nın Aydın valisi iken derdest edilip getirildiği Çırağan Sarayı’nın bahçesindeki çadır mahkemesini de araştırdım. Hacıbektaş postnişini Hamdullah Çelebi’nin Kırşehir yargılamasını da… Daha ileriye gidip, İzmir suikasti davası, Saidi Nursi’nin 1935 Eskişehir, 1944 Denizli yargılamalarına baktım. Tabii ki Yassıada’yı, ‘köpek, bebek, mama, cımbız davaları”nı da inceledim… İlk çocukluk hatıram kadar dehşet vericiydi tez araştırmalarımda karşılaştıklarım. Gene de yitirmedim umudumu. Hakimlik kürsüsüne oturduğumun sekizinci yılında ise doktora tezimi yazdım. ‘Anti-terör hukukunun Türkiye, Federal Almanya, Birleşik Krallık ve ABD’deki serüvenini‘ ele aldım. Türkiye ve dünyanın Federal Alman Ceza Usul yasasındaki ilk değişiklik ile birlikte 1969’dan bu yana yaşadığı travmatik hukuk anlayışı ve yargılama süreçleriydi doktora tez konum. Devletler, kendi elleriyle yurttaşlarını birer ‘düşman organizma‘ya dönüştürüyorlar ve o andan itibaren kolaylıkla yargılamaya başlıyorlardı. Aslında yargılamıyorlar bizzat infaz ediyorlardı. Bu bir düşman ceza hukuku değildi sadece. Bütün bir hayatımızı teslim alan ve anayasal temel normun artık değişmiş/değiştirilmiş bir ‘yeni hukuk‘ haliydi. 1960’ların sonlarında üretilmeye başlanan ‘terörist‘ öznesi, modern hukukumuzun içine sokulan ve bütün bir hak ve özgürlüklerimizin kaybının makulleştirildiği ulusal ve uluslararası alandaki elli yıllık bir yaratıktır maalesef. Burada düşmanı yargılamak değildi amaç sadece. Hukukun ve hayatın ta kendisinin lağvedilmesiydi olan biten… Türkiye, bu lanetli süreçleri en keskin ve katı uygulayan ülkelerden birisi oldu zamanla…

Hemen arkasından ise Türkiye yargısının yakın dönem hatıraları içinde en canlı haliyle yer alan  ve askerlerin yargılandığı davalar geldi. Ergenekon ve Balyoz davalarında Gülen cemaati mensuplarının nasıl haksızlık ve adaletsizlikler yaptığını da hem gördüm ve hem de bunlar hakkında sayısız yazılar yazdım, konuşmalar yaptım. Gülencilerin yakın olarak hissettiğim nefretleriyle karşılaştım. Şimdi Gülen cemaati mensuplarının ne durumda olduğunu görüp onlar için de üzülüyorum. Çünkü onlara da hukuk uygulanmıyor. Mağrurken mağdur oldular. Ama bu gerçek onlara reva görülen hukuk dışılıkları meşru hale getirmiyor. Gülen cemaati mensuplarının veya mensubu olduğu iddia edilenlerin yaşadıkları hukuk dışılıklar da ibret verici bir ders olarak Türkiye yargı tarihinin müfredatına eklenmiş durumda…

Çok uzattım biliyorum. Ama artık şunu söylemenin zamanı; Türkiye her gelip geçen iktidarın hak ve adalet taleplerini ezdiği, buna karşılık aynı iktidar mensuplarının ‘düşük‘ haline geldiklerinde ise hak ve adalet istediği bir siyasi ve hukuki geleneğin içinde buldu tüm yargısal ve hukuksal kişiliğini… Ne büyük talihsizlik! Fransızlar 18’inci yüzyıldan bu yana ceza hukukları ile övünmekteler ve o dönemlerden bu yana ‘milli gurur‘larına eklemekle olağanüstü bir heyecan duymaktalar…

Peki Türkiye’nin gururu? Biz bırakın kendi yasalarımız ve anayasamıza uymayı, altına imza koyduğumuz sözleşme ile kurulan İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin kararlarına karşı koyarak yaratıyoruz garip ‘milli gururumuz‘u… Hukuk dışılık ‘milli gururumuz‘ olabilir mi? Hak ve özgürlüklerin çiğnenmesini ‘milli kimlik‘ olarak görmek ne kadar trajik… 

Belki şunu açıkça söylemeliyiz artık: Biz gerçek bir cumhuriyet yargısı yaratamadık… Yurttaşların ortak dünyasını, etik değerlerini taşıyan bir adalet mekanizmamız olmadı. Tersine, yargı etkili bir siyasi silah olarak rakiplere yöneltilen bir araç olarak kaldı hep…

Hala yorulmadık! Hala bir yol bulamadık!

Adaletsizliklerin yasına değil bugünün adaletine ihtiyacımız var!

Türkiye bugüne kadar bir ‘rehin yargısı‘ olarak kaldı maalesef. Düşmanlar için ‘delil aramanın saflık olduğu‘ anlayışına dayalı bir yargılama geleneğimiz ve kültürümüz var. Bektaşi şeyhi Hamdullah Çelebi 1826 sonrası rehindi yargının elinde. Mithat Paşa da 1881 sonrası… 1926’da İzmir suikasti davasında Cavit bey de… 1935’de Eskişehir’de Saidi Nursi de…1938’de Dr. Hikmet Kıvılcımlı da… 1944’te Nihal Atsız da… 1950’de Behice Boran da… 1960 sonrası başbakan Adnan Menderes de… Bütün o cemaatin hazırladığı ve kendi amaçları için kullandığı Ergenekon ve Balyoz davalarında yargılananların çoğu da… Saymak çok yorucu olacaktır hepsini… Şimdi herkes bunların sadece birinin veya bir kaçının yasını tutuyor… Tutabiliyor… Kendi çekiştirdiği yerden mağduriyet talep ediyor. Fakat başkalarının yaraları ile kendi yarasını iyileştirmeyi, demokrat bir yargı hareketi yaratmayı bir yenilgi olarak görüyor… Üstad Demir Küçükaydın Türkiye’de bir ‘demokrat hareket‘ olmadığını tespit etmişti yıllar önce haklı olarak. Gerçek bir cumhuriyet yargısının kurulamadığı yer, tüm bir toplumun birer yurttaş olmaktan çıkıp birer ‘rehin’ olarak kaldığı yer de burası maalesef…

Size bu çok iyi bildiğiniz ve hatta ‘konusu‘ haline getirildiğiniz süreçler konusunda malumatlar sıralamak değil niyetim. Lütfen yanlış anlamayın. Bütün bunları sizin davanızı tarih nezdinde anlaşılabilir kılmak için de anlatmıyorum. Tam tersine bütün o adaletsiz yargılamalara dönük birikmiş lanetlerin şimdi ve bugün harekete geçmesi için yazıyorum. Türkiye’de yargı sorununun bütün o lanetli tarihinin ve geleneğinin en azından sizin davanızda tersine çevrilebileceği bir tarihi imkana sahip olduğumuzu göstermek için yazıyorum. Geçmişteki ‘yargı faciaları‘nın bir tekini bile kınayan bir Türkiye yurttaşının bugün bu davayı iki yüzlülük yapmaksızın kabul etmesi mümkün değildir. Artık geçmiş adaletsizliklerin yasına değil, bugünün adaletine ihtiyacımız var ve Türkiye’de yargı ve adalet bakımından gerçek ve sahici bir yol açmamız şart. Türkiye yargısı, gerçek bir cumhuriyet yargısı olmalıdır. Yurttaşların delilsiz yargılandığı rehin istasyonu değil…

Evet umuda ihtiyacımız var ve umutsuzluk bugün güç ve iktidarın yaygınlaştırmaya çalıştığı en temel duygu halini aldı. Oysa bütün o yargıçlık tecrübelerimden ve araştırmalarımdan öğrendiğim bir başka şey daha var; bütün o ‘umutsuz davalar mezarlığı‘ aslında en çok da umudu besliyor. Çünkü adaletsizliğin iktidarı uzun sürmüyor. O talihsiz davaların tümü yargılandı ve lanetlendi çünkü.

Ağlayabilseydiniz anlayabilirdiniz!

Bütün o geçmiş adaletsiz yargılamaları eleştiren Necip Fazıl da, “Ağlayabilseydiniz anlayabilirdiniz…” demişti bir Cumhuriyet yargıcının profilini çizdiği ‘Reis Bey‘ piyesinde. Yargıcın kendisini, donatıldığı katı ve keskin anlayıştan ancak böyle teskin edebileceğini düşünüyordu. Anlamaktan ve anlatmaktan daha derin bir ‘şey‘ olduğunu düşünüyordu belli ki ‘ağlamakta‘… Bütün İslamcı kuşakların adalete dönük iç çekişlerini bir ethosa taşıyordu bu ifade. Devam ediyordu aynı piyeste, ‘bir masumu kurtarmak için bin suçluyu salıvermek‘ten söz ediyordu ceza hukuku anlayışında Necip Fazıl. 

Nereden nereye? Ne ağlamak ne de anlamanın huzursuzluğu var artık aynı zihinlerin bir çoğunda… O huzursuzluk ‘bir suçluyu salıverip bin masumu cezalandırmak‘ olarak huzur buldu maalesef..

Bir tarihi yargı tecrübesinin daha sonuna doğru geldiğimiz bugünlerde daha çok anlamaya ve umuda ihtiyacımız var artık. Her gücü yetenin her şeyi ezip geçmesine karşı durmak için ölmüş bir adalet talebinin yasına değil, bugün ve yaşayan bir adalet mücadelesine ihtiyacımız var. Mağdurların mağruriyet talep etmesine değil, demokrasi ve hukuk istemelerine ihtiyacımız var artık… Türkiye’nin de gerçek bir demokrat harekete…

Sayın Kavala,

Bir ‘yargılanan‘ olarak sizin hikayeniz ile bir yargıç olarak benim hikayemin birbirine bağlanmasından söz etmiştim değil mi mektubumun başında? Evet Türkiye yargısının tarihini bir çırpıda özetleyebilecek bir yargılama sürecinin içindesiniz. Tıpkı benim yargıçlık da dahil ömrümün adalet tecrübelerini özetleyebilecek bir süreç olduğu gibi… Ömrümün ilk yarısında gördüğüm yargı facialarını ömrümün ikinci yarısında bir yargıçken de gözlemeye devam etmek trajik gelebilir. Evet bu doğru. Ama tüm bunlara rağmen umudumu tek bir an bile yitirmememi sağlayan bir inanç ve cesaret gördüm her bir trajik davada. Çünkü yukarıda andığımız her bir adaletsiz dava bize gösterdi ki, cılız bırakılmaya çalışılan her ses güçlenerek çıkıyor ve Türkiye’ye yeni bir şans daha veriyor. Sizin davanızın sonucunun ve özgürlüğünüzün Türkiye için artık kaçırılmaması gereken bir fırsat olması gerektiğini düşünüyorum. Akademisyenlik ve avukatlığa devam edeceğim ömrümün son çeyreğinin umutsuzluk olarak özetlenmeyeceğini işte bundan dolayı biliyorum. Daha adil bir dünyaya yönelik hala umudum var ve bunun için mücadele etmeye devam edeceğim… Tıpkı sizin bir ‘yargılanan‘ olarak orada mücadele ettiğiniz gibi… Bu yargının içindeki binlerce yargıç ve savcının da bu gerçekleri er geç öğreneceklerine inanıyorum hala…

Sayın Kavala,

En kısa zamanda özgürlük diliyorum size. Ama daha önemlisi Türkiye yargısına diliyorum özgürlüğü… İçinde olduğu karanlıktan çıkması, nihayet yeni ve adil bir yola düşebilmesi için…

Saygılarımla… / Dr. Orhan Gazi Ertekin/ Yargıç-Demokrat Yargı Hareketi Sözcüsü

(METNİN ÜST BAŞLIĞI TARAFIMIZCA KONULMUŞTUR. ASIL BAŞLIK METNİN BAŞINDADIR - GAZETE DEMOKRAT)

Daha yeni Daha eski