Dönem romanları çalışmasına Mahir Öztaş’ın Koparıldığımız Topraklar (YKY, 2009) romanıyla devam ediyorum. Romanı 3. kez okuyorum ve epeyce not çıkarttım ama henüz yazmadım.
Koparıldığımız Topraklar’ın, dönem romanlarından oldukça farklı bir yanı var. Diğer hepsi Türkiye’nin iç gelişmeleriyle başlayıp sürerken, bu roman, beklenmedik bir şekilde, 1968 hareketinin seyrine Avrupa’dan katılıp Türkiye’deki öğrenci hareketleriyle devam ediyor. Romanın anlatıcısı (ve baş kahramanı), o yıllarda, Avrupa’da Hippy gezgini gençlere katılan Türkiye kökenli bir gezgindir. Londra’daki anarşist işgal evlerinde yaşar, Pirenelerin eteklerindeki üzüm bağlarında diğer gezgin gençlerle üzüm toplama işçiliği yapar, bağlarda çalışarak kazandığı kısıtlı parayla, yine Hippy gençlerle birlikte, yere serilen uyku tulumlarında sevişilen Magic Bus adlı külüstür minibüslerle Hindistan’a ve Uzak Doğu’ya seyahat eder ve sonunda, 1970’lerde Türkiye’ye dönüp öğrenci hareketlerine katılır. Bu yazdıklarım elbette özetin özeti ve ayrıntıları yazacağım inceleme yazısında ele alacağım ama bu kadarı, romanın izlediği döngü ve evrensel çerçeve hakkında bir fikir veriyor sanırım.
Hippy (Çiçek Çocukları) akımı, özellikle Türkiye’de ve daha da acısı Türkiye’nin 1968 hareketi içinde en yanlış bilinen ve dışlanan bir akımdır. Oysa Hippy akımı, bana kalırsa, 68 dünya devrimci hareketinin ana damarlarından biri, hatta sistem dışılığıyla en devrimci olanıdır.
Dünya 68 hareketinin üç ana damarı vardır: Vietnam savaşı aleyhtarı gençlik hareketi; köhnemiş öğretimi protesto eden öğrenci hareketleri ve kapitalist düzenin tüm kurumlarına, özellikle de cinsiyetçiliğine (II. Dalga Feminizmi de hatırlayalım burada) hayat tarzıyla itiraz eden Hippyliktir. Bu damarların içinde en radikal olanı Hippyliktir, çünkü bu akım, burjuva kurumlarını olduğu gibi, burjuva hayat tarzını da kökten reddetmiş ve bu akıma katılan gençler, bir bakıma, ışığa koşan kelebekler gibi kendilerini yakma pahasına sistemin tamamen dışına atılmaya cesaret etmişlerdir.
Demin de dediğim gibi, Türkiye 68 gençlik hareketi, bence kültürel nedenlerle bu akımı küçümsedi, bırakın sırt çevirmeyi, kaale bile almadı. Hatta, kendi aralarındaki tartışmalarda “hippy”lik bir suçlama olarak bile kullanıldı. Çünkü Türkiye 68 hareketi esasen “milli kurtuluş” ideolojisine, dolayısıyla bu ideolojinin tarihi önderlerine (Atatürk) bağlıydı, milliyetçiydi, kültürel konularda, özellikle cinsellik konusunda sağcılar kadar tutucuydu.
1995 yılının Ocak ayında, Mehmet Ali Birand’ın 32. Gün programındaki, Doğu Perinçek, Bülent Uluer ve Ertuğrul Kürtçü arasında geçen, yıllardır tekrar tekrar izlenen (bu arada komedinin sınırlarını iyice genişletmek için “Yuki” sesli versiyonları da üretilen) şu çok ünlü ve bol küfürlü “tartışma”yı yeniden izlersek orada, Türkiye’deki “68’lilerin” “Hippy”lik konusunda ne kadar yanlış bir saplantı içinde olduklarını görürüz. Doğu Perinçek, Ertuğrul Kürkçü’yü aklı sıra zor duruma düşürmek amacıyla, sırf bir dönem uzun saçlı olduğu için, “sen Hippydin o zamanlar” suçlamasını ileri sürüyor. Bülent Uluer ise “sen Hippy bile olamadın” derken, yanılmıyorsam Kürkçü de “18 yaşında Hippy, 48 yaşında zımba gibi devrimci” gibi bir laf ediyor. Tabii ki, D. Perinçek’in sözleri, 68 gençliğinin o zamanlar (ve halen) Hippyliğe nasıl baktığını ortaya koyuyor ama, otuz yıla yakın zaman geçtikten sonra bile (1995’te) Uluer’in “sen hippy bile olamadın” demesi, bu konudaki görüşlerinin Perinçek’inkinden esasında pek de farklı olmadığını ortaya koyuyor. Oysa D. Perinçek’e verilmesi gereken cevap, “hippy değildik, keşke olabilseydik. Hippylik, o dönemin en devrimci akımlarından biriydi” olmalıydı. Tabii ki, bu tür ideolojik sorunlarda beklentiler hiçbir zaman karşılanmaz. Daha doğrusu, ideoloji her zaman hayatın gerisinden gelir.
Bir başka örnek daha vermek istiyorum. Bu da benim Yarılma kitabımdaki bir anlatı. Ege’deki tütün mitinglerinden dönüşte biz Dev-Genç’liler İzmir’e uğruyoruz. “Devrimci gruba” destek vermek üzere özel bir üniversiteye gidiyoruz topluca. “Mini etekli, son derece şık giyimli burjuva kızlarını görünce hepimizin gözleri dışarı fırladı. Çamurlu ayakkabılarımızla, uzamış sakallarımızla ve hırpani parkalarımızla yumuşak halıların üzerinde yürürken tam bir barbarlar ordusuna benziyorduk. Kızlara hava atmak için bu ‘barbar’ görünümümüzü daha da abarttığımız kesindi.” (s. 337). Sonra seçimlerin yapıldığı konferans salonuna gidiyoruz. Ve tam bir şok: “Meğer bu grup, ‘savaşma seviş’ sloganını temel alan, ‘seksüel devrim’i savunan gençlerden oluşuyormuş. Onlara, şöyle epeyce yukarılardan, ters ters baktıktan sonra, aynı barbar görünümümüzle çıkıp gittik özel üniversiteden.” (s. 338)
Bu özel üniversitenin zengin ailelerden gelen öğrencilerinin hippy olmadıkları muhakkak ama “savaşma seviş” sloganını benimsemeleriyle bu akımdan etkilendikleri ve sırf bu tutumlarıyla bile, o sırada “cinsel perhizciliği” neredeyse doğaçlamadan benimsemiş bizim gibi Dev-Genç’lilere göre daha ileri bir noktada oldukları bir gerçek. Onlara karşı kibrimizin altında aslında cinsel bir aşağılık duygusunun yattığını tespit edelim bir kere. Ben bile, yirmi yıl önce (2000’de) bu satırları yazarken, bizim halimizi alaya almakla birlikte, özel üniversiteli gençlerin hakkını gereğince vermediğimi tespit ediyorum bugün. Tutucu önyargılar kolay kolay silinmez, belki bütün ömür boyu sürer gider.
Hippyliği elimizin tersiyle bir kenara itmemizin yukarda saydığım nedenlerinin yanı sıra, bu akımın barışçılığı da biz o zamanki devrimci gençlerin hoşuna gitmezdi. Oysa Hippylerin barışçılığı da onların üstün yanıydı. Aslında “savaşma seviş” sloganı, bugün de geçerli olan esaslı bir anti-savaş yönelimin ifadesidir.
Dahası, 1980’lerde ortaya çıkan ve tüm Avrupa’yı saran Punk akımı da hippy soy zincirinden gelen çok önemli bir harekettir. “No future”, “No Work” sloganlarıyla sistemin “geleceğe koş” ve “çalış” çanına ot tıkayan Punk akımı, belki de hippy deneyiminden ders çıkararak, toplumsal mücadelede “barışçılığı” bir kenara bırakmıştır. Hem punkları, hem de onların günümüzdeki bir yansıması olarak kabul edilebilecek “nachdemo”cuları Londra ve Zürih’teki gösterilerde bizzat gözleme olanağını buldum. 1990’da, Trafalgar Meydanı’ndaki meşhur Polltax Riot’unda, sol örgütler militanlarını polisle çatışmaktan uzak tutmaya çalışırken, yırtık naylon çoraplarını jartiyerle tutturmuş, üzerlerinde kombinezonla gezen Punk kızların ellerinde sopalarla polise nasıl giriştikleri gerçekten görülecek şeydi. Hippy geleneğini yırtık pırtık giysileriyle sürdüren nachdemocuların da, ağır gösteri yasalarına rağmen (örneğin poliste “yıkıcılık” kaydı bulunanlar kolay kolay iş bulamaz) Zürih’te kendilerini sakınmaksızın polisle nasıl çatıştıkları da öyle.
Hiç unutmam, Türkiye’nin ilk anarşist dergisi olan Kara 1986 yılında çıktığında, 1970’lerin mücadelesinde yenilmiş ve içeri düşmüş solcu gençlere karşı yapılan neo-liberal aşağılamalara karşı çıkmış ve “yenilen asilere çiçek verin” diye yazmıştı.
Bugün de solun tamamına, “yıllardır hor görülen çiçek çocuklarına çiçeklerini geri verin” desek çok şey mi istemiş oluruz? (Gün Zileli - www.gunzileli.com - gunzileli@hotmail.com)