"Çocukluğunuzun en güzel yıllarını, umudunuzu sonsuz bir itaatle teslim edersiniz o ruh emicilerine. Ben başımı o parmaklıkları olan pencerenin dışına çıkardım. Bedenim sokakla buluştu, ruhum hala iyileşmekte. Yani hayata döndüm. Ama Enes hayatta değil"
“Pencereden kafanızı dahi çıkaramazsınız. Dışarıyla bağlantınız koparılır. Ancak Kuran dersimizi geçersek bahçeye çıkmamıza izin verilirdi. Dışarı çıkmak, gökyüzünü solumak ödüldü. Bir keresinde heyecanlanmışım, veremedim dersimi. Kuran hocası kuranı suratıma fırlattı. Utanan ben olmuştum. Yedi yaşındayım. Bir erkeğe aşk mektubu yazdım diye herkesin önünde fırça yemiştim. Yaptığımın kötü bir şey olduğunu söylediler. Bir sürü kurs gezdim. Hep uyumsuz olduğumu, ayak uyduramadığımı söylediler. Çok isyankârmışım bu kafayla ihya olmazmışım. Öyle dediler. Tarikat yurtları böyledir işte… Çocukluk aşkınızı alır elinizden. Çocukluğunuzun en güzel yıllarını, umudunuzu sonsuz bir itaatle teslim edersiniz o ruh emicilerine. Ben başımı o parmaklıkları olan pencerenin dışına çıkardım. Bedenim sokakla buluştu, ruhum hala iyileşmekte. Yani hayata döndüm. Ama Enes hayatta değil. Bunun sorumlusu sistematik bir şekilde psikolojik şiddete maruz bırakan tarikatlar ve destekçileri…”
Bu sözler küçük yaşlardan beri okul yerine cemaat evlerine gönderilen, okuma yazmayı dahi kendi çabasıyla evde öğrenen, bunları anlatırken boğazı düğümlenen Ayşe’nin hikayesinden. Ayşe gibi binlerce genç, aileleri tarafından baskıyla cemaat ve tarikat yurtlarına gönderiliyor.
Ailesinin zoruyla cemaat yurdunda kaldığı ve oradaki baskıcı koşullara dayanamadığı için yaşamına son veren 19 yaşındaki üniversite öğrencisi Enes Kara’nın ölümüyle birlikte cemaat ve tarikat yurtları tekrar gündeme geldi. Biz de mikrofonumuzu Ayşe’ye uzatıp Enes’lerin, Ayşe’lerin neler yaşadığını anlatmasını istedik.
Biraz kendinden bahseder misin?
23 yaşındayım. Üniversite öğrencisiyim. Altı yaşıma geldiğimde annemin isteğiyle medreseye başladım. Çocukluğumun büyük bir kısmını kurs kurs gezerek geçirdim. Annem Süleyman Ağa denilen cemaate mensup. Babam ise ekonomik konularda biraz daha sola yakın bir tarafta bulunuyor. Ancak o da bu cemaate bağlı. Biz iki kardeşiz. Ben ve kız kardeşim anne ve babamın ortasında kalmış durumdayız.
“Ailesi cemaate bağlı olan çocuklar için medreseye gitmek dışında bir seçenek yok”
Medreseye nasıl ve ne zaman başladın?
Ailesi cemaate bağlı olan çocuklar için medreseye gitmek dışında bir seçenek yok. Bu, aileler arasında bir gelenek. Çocukları medreseye gidecek yaşa geldiğinde direkt oralara verilir. 2000’lerin başında hafız olmam için annem beni de medreseye gönderdi. O zamanlar gizli gizli gidiyorduk. Sabah erken saatlerde bizi eğitim verilen evlere cemaate ait servisler götürüyordu. Bu servisler siyah camlarla kaplı, dışarıdan içerisinin görünmediği ve siyah perdeleri olan servislerdi. Biz bu servislere gizli gizli binerdik, kimse bilmezdi bizim medreseye götürüldüğümüzü çünkü bu yasaktı. Serviste ablalar olurdu bize hosteslik yapan. Onların eşliğinde medreselere giderdik.
“Bu evlerin çoğu gizlidir, ne siz dışarıyı görürsünüz ne dışarısı sizden haberdardır”
Medrese ortamını anlatır mısın biraz, nasıl bir yerdi, nerelerde olurdu bu medreseler?
Medreseler genellikle cemaatin ablaları tarafından açılan yerlerdir. Bu evlerin çoğu gizlidir. Yani dışarıdan kimse bilmez buraların cemaate ait evler olduğunu. Ben medreseye gittiğim dönemlerde beş farklı ev gezmiştim. Buraların çoğu genellikle birbirine benzer. Örneğin; bu evlerde asla koltuk bulunmaz. Bir salon var ve ortasında halıfleks serili. Oturmak için sadece minderler vardır. Yemekler yerde yenilir. Pencereler demir parmaklıklarla çevrili ve perdeler sürekli kapalıdır. Ne siz dışarıyı görürsünüz ne dışarısı sizden haberdardır. Buralara asla telefon sokulmaz çünkü korkuları var. Bu korkular; sosyal medya üzerinden dünyayla bağlantı kurmak, sorgulamak, araştırmak gibi şeyler. “Kafanız bulanmasın diye yasak bunlar” diyorlardı. Kısacası onlar her şeyi sünnet usulüne göre yaparlar. Yani öyle söylerlerdi. “Biz her şeyi sünnet usulüne göre, peygamberimizin yaşam tarzına göre yapıyoruz” derlerdi ve ailelerimiz onlara sonsuz itaat ederlerdi. Hiçbir şeyi sorgulamazlardı.
“Eve gitmek benim için büyük bir özgürlüktü”
Medresedeki bir gününüz nasıl geçiyordu?
Ben devamlı bu evlerde yatılı kalmıyordum. Ancak birkaç kez kendimi denemek için yatılı kaldım. Güne Kuran eğitimiyle başlıyorduk. Akşam olup yatana kadar çeşitli dini eğitimlere tabi tutuluyorduk. Çoğunlukla Kuran ayetlerinden ezberler yapıyorduk.
Ablalar hep uzun robadan elbise dedikleri vücut hatlarını belli etmeyen şeyleri giyiniyorlardı. Bize de yatmadan önce onlardan giydirirlerdi. Onların altına da tayt giyinirdik. Külotlu çorabı sünnet usulüne aykırı buldukları için giydirmezlerdi. Kafamıza türbanları bağlayıp öyle yatırırlardı. Böyle yatmak istemeyenler olunca da “Öyle yatarsanız melekler bulunduğunuz yere gelmez” şeklinde uyarıyorlardı. Herkesin ayrı yatağı yorganı vardı. Asla kimsenin birlikte uyumasına izin vermezlerdi.
Dışarıyla tamamen bağlantınız koparılıyor. Mesela bazen dışarıdan yemek söylerdi hocalar. O sırada bazı öğrenciler kim geldi diye merak edip kapıya gittiklerinde hocalar hemen o öğrencileri odaya koyup kapıyı kapatırdı. Sadece ezberlememizi istedikleri şeyleri ezberleyince ödül olarak bahçeye çıkmamıza izin verilirdi. Ama ezberleri yapamamış çocuklar yine dışarı çıkamazdı. Tabii bu kural da her zaman geçerli değildi. Haftanın birkaç günü yine bir abla eşliğinde çok kısa bir zaman bahçeye çıkabiliyorduk. Yani bize verilen en büyük ödül buydu. Ama tabii o an bizim için ultra bir şeydi. Psikolojik olarak bunun bir ödül olarak verilmesini anlayamıyorsunuz o yaşlarda. Ödül kavramı üzerine düşünmeye başlıyorsunuz sonra. Çünkü bu herhangi bir şey değil, çikolata vermiyor size. Bu çok büyük bir şey, sorgulanabilecek bir şey. Ama benim için sürekli kalan arkadaşlarıma göre bu durumlar çok zor bir şey değildi. Çünkü ben evime gidip gelebiliyordum. Bunun özgürlüğünü yaşayabiliyordum. Eve gitmek benim için büyük bir özgürlüktü. En büyük korkum orada yatılı kalmaktı.
“Okuma yazmayı bile ben kendi kendime evde öğrendim”
Hep medreseden bahsediyorsun, okula gitmiyor muydun?
Benim dönemimde üç ayda bir sınıf atlama sistemi vardı. Medresede ya da Kuran kurslarında okuyan öğrencileri alıp Milli Eğitim Bakanlığı’na ait bir okula götürüyorlar orada üç ayda bir verdikleri eğitimle sınıf atlatıyorlardı. Bu eğitimlerin sonucunda ortaokuldan başlayarak biz Milli Eğitim’e bağlı okullarda eğitim görmeye başlıyorduk. Benim okula başlama sürecim aslında hayatımın değişmeye başladığı andı diyebilirim. Hiç unutmam, bir gün kapımıza bizim mahallenin okul müdürü dayandı. “Sizin okul çağında çocuğunuz varmış, neden okula göndermiyorsunuz” diye aileme sordu. Medreseye gizli gittiğimiz için tabii, sebebi söylenmedi müdüre. Dolayısıyla ailem istemese de ben mecburen okula başladım. Annem benim başörtülü olmamı istiyordu. Hatta ileriki aşamalarda çarşafa bürüneceğimi düşünüyordu. Ama işte o müdürün kapımıza dayanmasıyla birlikte benim hayatım da değişmeye başladı. Okuma yazmayı bile ben kendi kendime evde öğrendim. Zaten medreselerde okuma yazma öğretilmiyordu. Orada öğrendiğiniz ilk harf Arapça oluyordu.
“Başörtüsünü çıkarabildiğim tek yer okuldu, okul benim için özgürlük alanıydı”
Annenin başörtüsü takmanı istediğinden bahsettin, hiç taktın mı?
Ortaokula başladığımızda ben artık âdet gördüğüm için annemin baskısıyla başörtüsü takmaya başladım. Tabiî başlarda heveslendim. Annem beni alışverişe çıkardı. Yeni kıyafetler aldı. O zamanlar ben anneme tamamen kapanmayacağımı, deneyeceğimi söyledim. Daha sonra bir aile toplantısı oldu. Oraya gittim. Herkes beni çok takdir etti. Başörtüsünün çok yakıştığını, artık bir kadın gibi görünmeye başladığımı söylediler. O an ben kendimi hem iyi hissettim hem de kötü. Çünkü artık “Ben bunu çıkaramayacağım” dedim. Çıkarırsam beni sevmeyeceklerini düşündüm. Ve ben o zamanlarda başörtüsünü hiç çıkaramadım.
Ertesi gün anneme son bir kez başörtüsünü çıkararak saçlarımın rüzgarla buluşmasını istediğimi söyledim. Annem bana bunu onaylamayacağını ve kalbime sormam gerektiğini söyledi. Bunun üzerine ben vicdan yaptım ve çıkaramadım başörtüyü.
Başörtüsünü çıkarabildiğim tek yer okuldu. Orada aslında hayatımla ilgili bir sınır kapısı vardı. Başka bir hayata geçiş yapıyordum. Okul benim için özgürlük alanıydı. Dışarısı ise cehennem gibi bir yerdi. Daha sonrası için travmalar bırakan bir yer. Okulda daha özgürdüm. İstediğim kişiydim. Aslında iki ayrı karakter oluyordum hayatta. Okulda olan Ayşe ve dışarıda olan Ayşe. Sonra kendime şu soruyu sordum: Hangi Ayşe benim? Bu soruyla birlikte ben değişmeye başladım.
“Sanki bedenim ve ruhum arasında bir fark vardı”
Ortaokuldan sonra imam hatipe başladım. Orada bunalıma girmeye başladım. Kendimi oraya ait hissetmiyordum. Farklı farklı şeyler sorgulamaya başladım ve ilk yılımda okulu bıraktım. Ailem başka okula gitmemi istemediği için ben de okula gitmek istemedim. Böylece açık öğretime yazıldım. Açıktan okulum devam ederken tiyatro ve İngilizce kursuna başladım. Sosyal hayatım genişledikçe ben de gelişmeye başladım. Böylece sol çevreye yönelmeye başladım. Kendime kitaplar almaya başladım. İlk Deniz Gezmiş’i tanımaya başladım. Ona özendim ve kendime bir parka almak istedim.
Bir gün arkadaşım bana bir kitap hediye etti. Ahmet Ümit’in “Sultanı Öldürmek” kitabı. Annem okuduğum her yazarı inceler. Kitabı buldu evde. Paramparça etti. O paramparça olmuş sayfaları hala saklarım. Bana çok şey hatırlatır. Sonra gazete almaya başladım. Zaman Gazetesi’nden başka gazetenin girmediği eve Cumhuriyet Gazetesi soktum. Bu onlar için çok sert bir geçiş oldu. Annem o gazeteleri okumamı istemediği için harçlıklarımdan kesinti yapmaya başladı. Aldığım gazeteleri saklardı okumayayım diye.
Böylece ben sol bir çevrenin içine de dahil olmaya başladım. Ama başörtülüyken kendini daha fazla ispatlamaya çalışıyorsun. Çünkü başörtülüysen sana söyledikleri tek şey var: “Sen AKP’lisin.” Oysaki ben sadece başörtülüydüm. Sonradan kendimi tekrar sorgulamaya başladım. Artık başörtülü olmak istemiyordum. Aynaya baktığım zaman hissettiğim kişi, başörtülü olan kişi değildi. Orada bir kopuş yaşadım. Sanki bedenim ve ruhum arasında bir fark vardı. Ben bir süre o boşlukta yaşadım.
Kız kardeşim de başörtüsü takmak istemiyordu. Hatta ilk önce o çıkardı başörtüsünü. Bunu anneme söylediğinde annemin verdiği tepki beni çok etkiledi. Annem kız kardeşime dedi ki “Başörtüsünü çıkarırsanız ben yokum hayatınızda. Okula gidemezsiniz. Ben bunu istemiyorum.” Siz ne istiyorsunuz, diye sorulmazdı zaten.
Daha sonra ben bir yıl sürecek bir depresyona girdim. Başörtülü bir şekilde evden dışarı bile çıkmak istemiyordum. Zamanla, uzun olan tuniğimi kısalttım. Başörtüsü yerine şapka taktım. Daha sonra ben, annemden gizli açıldım. Bir yıl boyunca böyle yaşadım. Bunu üniversiteye başladığım ilk yıl yaptım. Artık yeni bir hayata başlıyordum. Beni tanıyacak olanların benim kendimi hissettiğim şekilde tanımasını istiyordum. Şu an hala üniversitedeki arkadaşlarım önceden kapalı olduğumu bilmezler, bilsinler de istemiyorum.
Bir yıl boyunca aklımda sürekli şu vardı; karşıdan karşıya geçerken olur da bana bir araba çarparsa ailem beni öyle bulmasın. Bulacaklarsa da başımda başörtüsü olsun. Çünkü ne diyeceğimi bilemezdim o an. Sürekli bunun için dua ediyordum. Eve giderken bile en ücra sokaklardan gidiyordum ki tanıdık kimse beni görmesin. Sürekli bir tedirginlik yaşıyordum.
Benim aslında evde salon ile odam arasında bile faklı bir hayatım vardı. Salonda hep dini kitapların olduğu bir yer vardı. Odamda daha çok sol çevreye ait kitaplar. Bu arada sol çevreye yönelmem ilk olarak aileme karşıt bir görüş olsun diye yaptığım bir şeydi. Ama daha sonra cemaat çevresindeki ataerkil söylemler, kadın bedeni üzerindeki söylemler, politikalar beni sol tarafa daha çok yaklaştırdı. Şu an ne solcu ne sağcıyım. Tamamen insani değerlere göre yaşamaya çalışıyorum hayatımı.
Mesela arkadaşlarımla kendi semtim içerisinde görüşemezdim. Olabildiğince ailemden, medresedekilerden ve çevremden uzak yerlerde zaman geçirmeye çalışıyordum. O zamanlarda en büyük destekçim kız kardeşimdi. Sürekli beni idare ediyordu.
İlk önce kız kardeşim çalıştığı işyerinde alkışlar eşliğinde açıldı. Annem duymuş. Kardeşime niye açıldığını sordu. Kardeşimin verdiği cevabı hiç unutamıyorum. “Başörtülüyken koşamıyordum. O kadar çok dolanıyordu ki boynuma, güneşi saçlarımda hissedemiyordum. Bunları hissetmek istiyordum” dedi. Ben de o gün söylemeye karar verdim. O gün benim en uzun gecemdi. Dayanamadım artık. Söyledim anneme ve annem o gece sabaha kadar ağladı. Çünkü annemin korkusu başörtüyü çıkarmam değildi. Daha sonra yaşayacağım değişimlerdi. Bu durumu başlarda kabul etmedi ama artık alıştı.
“Mastürbasyon yapmak haram”
Bu yurtlarda evlerde yatılı kalan arkadaşların var mıydı, yatılı kalanlarla kalmayanlara farklı davranıyorlar mıydı?
Evet vardı. Kalanların en zorlandığı şeylerden biri de sabah namazına kalkmak. Oradaki kurallardan biri de gece yatarken abdest alıp yatmak. Bir gün o zamanlar benimle yaşıt olan bir arkadaşım anlatıyor. Gece yatağından su içmeye kalmış ve karşısında hocayı görüyor. Hoca kıza çok su içmemesi gerektiğini abdestinin bozulabileceğini söyleyerek yatağına gönderiyor. Arkadaşım bundan o kadar etkileniyor ki yıllar sonra bile bu travmadan kurtulamıyor. Yatılı kalanlara zor gelen bir şey de aile özlemi oluyor.
Yatılı kalan bazı erkek çocukları haftada bir ya da iki kez evlerine gidebiliyorlardı. Oralarda kalan yakın arkadaşlarımın sonradan bana anlattığına göre eve gidip telefonu eline alan çocukların ilk açtığı şey porno oluyormuş. Kurs içinde “Mastürbasyon yapmak haram” gibi söylemler bile oluyormuş. Kendi özel hayatlarını yaşayamıyorlar, yattıkları odalarda bile denetleniyorlar.
“Adet olunca günahlarımızın başladığını söylerlerdi”
Kız çocuklarına da cinsellikle ilgili şeyler söyleniyor muydu?
Bize erkek çocuklarına söyledikleri gibi cinsellikle ilgili herhangi bir şey söylenmiyordu. Böyle şeylerden kaçınılıyordu. Ama ufaktan şunlar söylenirdi bize: Erkeklerle göz göze gelmek haram. İlk baktığında bir şey olmaz, ikinci baktığınızda bu bilinçli ve haramdır. Bunları hatırladıkça ben çevremde bir erkeğe baktığımda ikinci bir kez bakmamak için kendimi tutardım. Bu acayip suçlu hissettiriyordu bana kendimi. Ben bir daha baktım ama şimdi ne yapacağım günaha mı girdim diye düşündürtürdü. Sürekli zaten bir günah korkusuyla büyütülüyorsunuz. Mesela adet dönemiyle ilgili biyolojik olarak bilgilendirilmiyorduk, bunun hakkında bilgilendirildiğimiz tek konu, adet günü geldiğinde günahlarımızın başladığıydı. “Erkeklerle konuşamazsınız, başörtüsü takmalısınız” gibi şeyler söylenirdi. Kadın kahkaha atmasın derlerdi nasıl oturacağımıza kadar onlar karar verirdi.
Ben ilk adet olduğum günü hatırlıyorum. Kendime ilk söylediğim şey “günahlarım başladı” sözüydü. O an tek hissettiğim şey korkuydu. Günahlarım başladı ve başörtümü takmalıyım. Bu muhafazakar ailelerde yaşayan birçok çocuğun ortak korkusudur. Adet olduğu zaman günahlarının başlamasından korkar. Çünkü bunun korkusuyla büyütülüyorlar.
“Enes’in katilleri cemaatler devlet içinde yapılaşmış tarikatlar”
Enes Kara’nın intihar haberi duyunca ne hissettin, ailenin tepkisi nasıl oldu?
Enes’in haberini duyduğumda hissettiğim ilk şey üzüntüden önce öfke oldu. Belki aynı şeyi yaşadığım için geçmişe dönük bir öfkeydi. Bir hayat kaybı oldu. Bunun sebebi ve suçluları var. Öfkemin sebebi cemaatler devlet içinde yapılaşmış tarikatlar ve destekleyen devlet. O yüzden Enes’in katilinin de onlar olduğunu düşünüyorum. Babası her ne kadar aklamaya çalışsa da cemaatin sorumluluğu elbette ki var. Enes yaşamak istemediği bir hayatı yaşıyordu. Aileler o kadar itaat ediyor ki bunlara sorgulamıyorlar bile.
“Aynı Ayşe’yim ben”
İlk anlattığın Ayşe ile şu an ki Ayşe aynı kişiler mi yoksa değişti mi?
Zaten Ayşe değişecekti. Ve değişti de aslında bu bir dönüşüm. Her insan kendi içinde dönüşümü yaşar. Bugün düşündüğümüz sahip olduğumuz fikirler yarın değişebilir. Ben bunu doğal karşılıyorum. O günlerdeki Ayşe ile bugünlerdeki Ayşe’yi karşılaştırdığımda değişen bir şey olmadı. Aynı Ayşe’yim ben. Olması gereken şey oldu yani fikirlerim değişti sadece. (SENDİKA.ORG - Söyleşi: Ceylan Bulut)