Dünyanın neresinde olunursa olunsun halktan yana, hak ve özgürlüklerden yana sanat yapan biri varsa onun ceza alması, hatta hapishaneye konu...
Dünyanın neresinde olunursa olunsun halktan yana, hak ve özgürlüklerden yana sanat yapan biri varsa onun ceza alması, hatta hapishaneye konulması kaçınılmaz olur. Geriye kalanlar sistemin şarkıcısı ve oyuncusu olurlar.
Bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robson
İnci dişli zenci kardeşim
Kartal kanatlı kanaryam
Türkülerimizi söyletmiyorlar bize.
Korkuyorlar Robson
Şafaktan korkuyorlar,
Görmekten, duymaktan, dokunmaktan korkuyorlar.
Yağmurdan çırılçıplak yıkanır gibi ağlamaktan,
Sımsıkı bir ayvayı dişler gibi gülmekten korkuyorlar.
Sevmekten korkuyorlar, bizim Ferhat gibi sevmekten (Nazım Hikmet)
Mayıs ayını konser ve tiyatro yasakları kaplayınca, Nazım Hikmet’in Amerikalı siyahi şarkıcı Paul Robeson için yazdığı bu şiir aklıma geldi: Bize türkülerimizi söyletmiyorlar.
İlk yasak Eskişehir’den geldi. 12-15 Mayıs tarihlerinde düzenlenmesi planlanan müzik festivali Eskişehir Valiliği tarafından yasaklandı.
Ardından Aynur Doğan’ın Kocaeli’nin Derince ilçesinde vereceği konser Derince Belediyesi tarafından iptal edildi.
Sonra Metin-Kemal Kahraman kardeşlerin Muş’ta vereceği konser Muş Valiliği tarafından yasaklandı.
Son olarak Amed Şehir Tiyatrosu’nun 28 Mayıs’ta Kocaeli Çayırova’da sahneleyeceği Kürtçe “Don Kixot” oyunu iptal edildi.
Nazım Hikmet’in de şiirinde belirttiği gibi şafaktan korkuyorlar, görmekten, duymaktan, dokunmaktan, gülmekten, sevmekten korkuyorlar. Korktukları her şeye yasak getiriyorlar.
Yasaklar sadece bugüne ve Türkiye’ye özgü bir durum değil. Bu nedenle Paul Robeson örneğini verdim.
Nazım Hikmet’in “Bize türkülerimizi söyletmiyorlar” dediği Paul Robeson’un yaşamı birçok ilklerle doludur. Örneğin Amerika’da baroya kayıtlı olan ilk siyahi avukattır. Yine bas bariton sesiyle Londra’da Othello’yu oynayan ilk siyahi şarkıcıdır.
Paul Robeson tiyatroya ilgisi nedeniyle avukatlığı bırakıp oyunculuğa başlar. Bu arada insan hakları, yoksullukla mücadele, ırkçılık konularında konferanslar verir. “Özgürlük” adında bir gazete çıkartır. Antifaşist Yahudi Komitesi’ni kurar.
Paul Robeson sadece Amerika’da yaşanan hak ihlallerine karşı mücadele vermez, nerede yaşanırsa yaşansın hak ve özgürlüklerin önündeki engellere karşı durmaktan çekinmez. Örneğin Nazım Hikmet’in özgürlüğüne kavuşması için mücadele verir. Bunun için Nazım’ın dört şiirini besteleyip söylemeye başlar. 1950 yılında Dünya Barış Konseyi’nin verdiği Barış Ödülü’nü Nazım Hikmet’le paylaşır.
Paul Robeson yaptığı bu mücadeleler nedeniyle 1949 yılında New York’ta Ku Klux Klan’nın bir saldırısında linç edilmek istenir.
Asıl saldırı McCarthy döneminde gelir. İfade vermek için Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi’ne çağrılan aydınlardan biri de o olur. Yapılan sorgulamalarda McCahrthyci terör dalgasına teslim olmadığı için yasaklar konur, türkü söylemesi yasaklanır.
Bu kısa özgeçmişten de anlaşılacağı gibi, Paul Robeson veya benzeri aydın duruşuna sahip sanatçıların sürekli cezalar alması sebepsiz değildir. Dünyanın neresinde olunursa olunsun halktan yana, hak ve özgürlüklerden yana sanat yapan biri varsa onun ceza alması, hatta hapishaneye konulması kaçınılmaz olur. Geriye kalanlar sistemin şarkıcısı ve oyuncusu olurlar. Sistemin oyuncusu ya da şarkıcısı olanlar bugün de olduğu gibi saraylarda ağırlanır.
McCarthy döneminde estirilen terör dalgasından sadece Paul Robeson nasibini almadı. Bu dönemde New York’ta 33 öğretim üyesi işten atıldı, 283 öğretim üyesi istifa etmek zorunda bırakıldı. Kaliforniya Üniversitesi’nde 100 öğretim üyesi işten çıkartıldı. Los Angeles’te ise 30 bin öğretmen fişlendi.
Howard Fast, Artur Miller, Dashiell Hammett, Lilian Hellman, Pete Seeger gibi birçok yazar, oyuncu, müzisyen Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi’nde ifade vermeye çağrıldı. Bunlardan bir kısmı hapis ve para cezası aldı. Aralarında Charli Cahplin, Orson Welles, Lilian Hellman’ın da olduğu üç yüzden fazla oyuncu, yönetmen, senarist, müzisyen, bu yargılamaların ardından film, televizyon ve müzik şirketleri tarafından boykot edilerek iş yaptırılmadı. Bu sanatçıların iş bulabilmeleri için Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi’ne gidip itiraflarda bulunmaları gerekiyordu.
Charli Chaplin ve Albert Einstein Amerika’yı terk etmek zorunda kaldı.
Birçoklarının en demokratik ülkelerden biri olarak gördüğü Amerika’nın 1940’lı ve 50’li yıllarında yaşananlar bize hiç yabancı gelmiyor değil mi? Yabancı gelmiyor; çünkü bugün yukarıda yaşananların en katmerlisini yaşıyoruz da ondan. Kanun Hükmünde Kararnamelerle işlerinden atılan akademisyenler, hukuksuz bir şekilde hapishanelere doldurulan avukatlar, gazeteciler, mühendisler, mimarlar, üniversiteliler, konserleri, tiyatro oyunları yasaklanan sanatçılar Türkiye’nin değişmez yazgısı haline geldi.
Ortaçağın karanlık dönemlerinde Engizisyon Mahkemelerinde yapılan yargılamalar ve işkencelerde de bu korkunun izlerini görürüz.
Giordano Bruno bunun için Roma Katolik Kilisesi’nin Engizisyon Mahkemesi’nde yargılanıp “sapkın” ilan edildikten sonra diri diri yakılarak idam edildi.
Galileo Galilie bunun için Roma Engizisyon Mahkemesi’nde yargılandı.
Hallacı Mansur’un elleri, kolları kopartılarak işkence ile öldürülmesi, Nesimi’nin derisinin yüzülmesi, Pir Sultan Abdal’ın idam edilmesinin de nedeni bu korkuydu. Ya da Nazım Hikmet’ten bugüne aydınların, sanatçıların haksız yere hapishanelere konulmaları, Sabahattin Ali’den Musa Anter’e yazarların katledilmesinin nedeni de bu korku olmalı.
Son zamanlarda yaşanan yasakların sadece türkü söylemeye karşı alınan bir tavır olarak düşünmemek gerekiyor. Aynur Doğan ve Metin-Kemal Kahraman’ın Dersimli sanatçılar olmaları ve Kürtçe ve Zazaca türkü söylemeleri, Amed Şehir Tiyatrosu’nun Kürtçe oyun sahnelemesi, yasakları aynı zamanda Kürtçeye karşı bir tutum ya da yasak olarak da görmeyi gerektiriyor.
Bu yasaklar aynı zamanda kendileri gibi düşünmeyen insanların yaşam biçimine bir müdahaledir. Kendinden olmayanları ötekileştirme, terörist ilan etme hamlesi olarak da görmek gerekiyor.
Bu yasaklar aynı zamanda AKP’nin yirmi yıldır yürüttüğü yasakçı politikaları daha çok tırmandıracağının, kendi bekâsını bu yasakçı politikalarda gördüğünün en önemli göstergelerinden biridir.
“Nerede bir türkü söyleyen görürsen korkma yanına otur; çünkü kötü insanların türküleri yoktur” demişti Neşat Ertaş.
İyi insanlardan, iyi insanların türkü söylemesinden korkuyorlar. Türkü söyleyenlerden hiçbir kötülük gelmeyeceğini bilmelerine rağmen, korktukları için yanlarına oturmak yerine türkülere yasaklar getiriyorlar.
Miletli filozof Thales milattan önce 5. yüzyılda “Türküleri yakanlar, yasaları yapanlardan daha güçlüdür” demişti.[1] Bu kural 2500 yıldır hiç değişmedi. Hangi yasakları getirirlerse getirsinler, bu yasakları hangi yasalara uydurmaya çalışırlarsa çalışsınlar, türküleri yakanların ve söyleyenlerin gücü, türküleri yasaklayan yasaları yapanlardan daha büyüktür. Bütün yasaklara rağmen insanlar türkü söylemeye, türküler söylemek için bir arada olmaya, gülmeye devam edeceklerdir. (RASİM ÖZTAŞ - SENDİKA.ORG)
Dipnot:
[1] Bazı kaynaklarda bu sözün İngiliz oyun yazarı William Shakespear’a ait olduğu belirtilir.
Hiç yorum yok