Başlık bilerek kışkırtıcı seçildi ama bu bir seçim yazısı değildir, baştan söyleyelim. Fiili seçim sürecinin gündem belirleyiciliğine kapılm...
Başlık bilerek kışkırtıcı seçildi ama bu bir seçim yazısı değildir, baştan söyleyelim. Fiili seçim sürecinin gündem belirleyiciliğine kapılma hevesine bir itiraz. Fiili seçim süreci siyasal ortamın mutlaklaştırılmış bir eğilimle akacağına dair algıyı güçlendiriyor. Altılı muhalefet seçimleri kazanmaya kilitlenmişti. Sosyalist hareketlerin çoğunun da ekonomik krizin yarattığı sonuçlar üzerinden bir çıkış yaratma çabaları seçim olasılığı altında gölgeleniyor. Toplumun bir kesimi seçimlerle en azından kötü günlerin biteceğine dair beklenti içerisine giriyor.(Enteresandır önemli bir kısmı henüz bu heyecanı yaşamıyor.) İktidardaki şebeke bir seçim daha kazanabilmek için yeni bir seçim hilesinin yasal zeminini hazırlamakla meşgul. Bu plan içerisinde HDP’siz bir seçim hazırlığı var.
Herkes seçim hazırlığı içerisindeyken, egemen sınıfların düşünsel hegemonyasının bir ürünü olarak yerleşikleşmiş rasyonel düşünme biçiminin egemenliği altında hareket eden öznelerin ihmal ettiği ya da kısmen göz önünde bulundurduğu başka olasılıklar ise git gide güçleniyor oysa ki.
***
Bu toplumda milyonlarca insan açlıkla, pahalılık, işsizlik ve krizle mücadele etmeye çalışıyor. Ekonominin kötü yönetilmesinin ötesinde bir birikim rejimi krizi söz konusuysa eğer, buradan kısa vadede yeni bir birikim modeli çıkacağını öngörmek zor. Dolayısıyla var olan ekonomik tablonun olası bir seçimle toparlanacağını, bölüşüm ilişkilerinin kısa sürede düzenleneceğini, seçimlerle birlikte yeni bir sınıflar arası denge sağlanacağını iddia etmek güç görünüyor.
Uzun vadeli bir anafora işaret eden bu tablo birçok faktörden besleniyor. Bunların başında da gıda krizi geliyor. Görünüşe göre salt gıdanın adaletsiz dağılımı ile ilgili olmayan onu da içeren ama aynı zamanda çevreleyen bir üretim kapasitesi düşüklüğü de söz konusu. Buraya birkaç ayda gelmedik. Yıldan yıla uygulanan tarımda kapitalistleşme uygulamalarının, ithalata dayalı gıda politikalarının ekonomik krizle/döviz kurlarının yükselmesiyle ve Ukrayna savaşıyla birleşmeleri dehşet verici sonuçlar doğurmaya başladı.
Gıda ve tarım alanında faaliyet gösteren irili ufaklı, kimileri tekelleşmiş üstelik de finansallaşmış şirketlerin eline bırakılan gıdanın üretimi ve arzı şimdi bütün bu politikaların bedellerinin milyonlarca insana ödetileceği bir gerçeklikle yüz yüze bırakıyor bizleri.
***
Seçimler ise bir olasılık olarak git gide güçleniyor. Gidişat, bir restorasyon gidişatı. Düzen yeni bir birikim arayışında ve yeni bir sınıfsal denge kurma telaşında. Bu telaş biz sosyalistler tarafından kısmen ihmal edilen bir kaygıdan ileri geliyor. O da her şeyin alt üst olabileceği bir ortamın belirme ihtimali. Aç insanlar ne bir parti programını ne bir seçimi ne de bir kurtarıcıyı beklemeksizin her şeyi yapabilir zira.
Yıllara yayılan bir neoliberal tahribatın, uluslararası sistemin ekonomik ilişkilerde ve toplumda yarattığı köklü dönüşümün ürünüyle karşı karşıyayız. Sınıflar arası uçurumun hem krizle hem de pandemiyle birlikte derinleşmesi, gıda krizi, ekolojik kriz… Bunların hiçbiri herhangi bir düzen içi hareketin bir çırpıda çözebileceği sorunlar olmadığı gibi çözmek isteyeceği sorunlar değiller. Zaten asıl mesele bu. Siyasetin sınıf çıkarlarıyla yapıldığına dair en temel ilkenin bu puslu ortamda sürekli akıllarda kalması gerekiyor.
Bu bizleri olası bir restorasyonun sınırlarına götürüyor. Egemen sınıf ittifakları bu tablodan en az hasarla çıkma telaşında iken biz içerisinde bulunduğumuz anın ihtiyaçlarına biraz daha yakından bakalım.
Toplumsal Hareketler Düzen Sınırlarında mı Geziyor?
Ortaya çıktıkları dönemde yeni toplumsal hareketler olarak adlandırılan toplumsal güçler (Göçmen hareketleri, kadın hareketleri, gıda adaleti hareketleri, yerli hareketleri, ulusal kurtuluş hareketleri, ekoloji hareketleri gibi) için başlarda Marksizm dışı yaklaşımların yorumları tartışma yarattı. Bu yorumlara göre Sovyet deneyimi sonrası devrim iddiasından vazgeçen ve etkisini yitiren bir işçi sınıfı mücadelesi söz konusuydu. 19. ve 20. yüzyıllardaki işçi sınıfının genişleyen birliğinin sonucunda ortaya çıkan komünizm deneyimleri son buluyordu.
Toplumsal dönüşümün devrimler yoluyla değil de yasal ve siyasal demokratik zeminde gerçekleşecek reformlar yoluyla olabileceği mantığından hareketle bu görev, yeni gelişen toplumsal hareketlere veriliyordu. Bu hareketlenmeler gerçekten de yıllara yayılan mücadele pratiklerinde kapitalizmi yıkıcı bir aksiyonda bulunamadılar.
İddiamız odur ki, bu toplumsal hareketlere atfedilen bu reform görevi metafizik bir kurgudan ibarettir. Bu hareketlerin içlerinde reform eğilimi güçlü olsa da yasalcı zeminlerden beslenseler de bu hareketleri kapalı ve mutlak, homojen ve değişmezlik atfetmek büyük bir siyasal yanılgıya işaret ediyor.
Bugün içerisinde bulunduğumuz an, reform yoluyla bir geçişin planlaması değil, kapitalizmin sınırlarıyla yüzleşilmesi anıdır. Toplumsal hareketler şimdi bu düzenin en katı uygulamalarıyla yüzleşiyor ve düzeni komünist bir biçimde dönüştürmek olmasa bile, kapitalist dünyanın şu anki haliyle sunamayacağı demokratik yaşamsal taleplerle kuşatıyorlar.
Eğer derdimiz salt bu toplumsal hareketler olsaydı yazıya bu biçimde devam ederdik. Ama asıl iddiamız tüm bu toplumsal hareketlerin merkezinde halen işçi sınıfının olduğu iddiasıdır.
Bir başka hareketlilik ve bizleri asıl heyecanlandıran hareketlilik işçi sınıfı cephesinde yaşanmaktadır.
Sermayenin somut gündelik hareketi bir yandan sermayenin toplumsallaşması biçiminde ortaya çıkarken, diğer yandan geniş bir nüfusun proleterleşmesine neden oluyor. Emek faaliyeti bir yandan değersizleşiyor ve işçi sınıfı yeni katmanlarla zenginleşiyorken, diğer yandan mülksüzleştirme politikaları da emek gücünü satmaktan başka bir geçim kaynağı olmayan kitleler yaratıyor. Bu kitlelerin sınıf kimliğini arayış çabalarının birer sonucu olarak çeşitli sektörlerdeki grev ve direnişlere tanık olduk, oluyoruz.
Şimdi tekrar yukarıdaki toplumsal hareketlere dönecek olursak, sistemi revize etmekle yıkmak arasında gidip gelen bir kararsızlığın belirleyici olacağı bir döneme girdiğimiz anlaşılıyor. Gıda talep etmek, ekolojik yıkımın durdurulmasını talep etmek ya da başka herhangi bir demokratik talepte bulunmak, birikim saplantısının üzerini örtmekte zorlanan kapitalist birikim yasalarına çarpma eğiliminde. Bu, şu anda fiilen deneyimleniyor. Özellikle gıda ve iklim adaleti konusunda yakın gelecekte bu hareketler büyük yüzleşmeler yaşayacaklar. Üstelik toplumsallaşma süreci devam eden işçi sınıfı hareketiyle de yer yer ittifak zeminleri de beliriyor. Falcılıkla değil, gidişatın yorumlanmasıyla ilgili bir öngörü. Burada birçok başka toplumsal hareketi ihmal ettiğimin farkındayım.
İşte bu gidişat, bütün rasyonel senaryoları tehdit eden bir gidişat. Ne seçim yasası ne seçim hilesi ne altılı partinin heyecanının üzerini örtemeyeceği bir gidişat bizleri bekliyor.
Erdoğan’ın şahsında cisimleşmiş düzen, kendi muhalefetiyle bir didişmeye giredursun. HDP ve sosyalistlerin de seçim planları hazır oladursun. Buna bir itiraz yok. Ama gidişat başka.
Dolayısıyla “Seçim yasası Erdoğan’ı kurtarır mı?” sorusunu altılı ittifakın kazanıp kazanmaması, bir seçim matematiği hesaplarına girilip girilmemesinin ötesinde bir başka anlamı var. Herhangi bir seçim yasası bu gidişatı durdurabilir mi ki? Daha kritik bir soru, olacaklara ne kadar hazırız? (HASAN DURKAL - ELYAZMALARI.COM)
Hiç yorum yok