AN

On üçüme henüz basmıştım. Hayatımı diri tazeliği içinde, dünyanın en tatlı içeceği gibi yudumlamaya hazırdım. Ve dünyanın en güzel çiçekleriyle bezenmiş bir bahçede gezinmek gibiydi hayatta olmak, benim için. Fakat gerçeklerin genç kızlık aklımın alamayacağı kadar acı olabileceğini bilmiyordum henüz. Sonra öyle bir anda hayallerinle ördüğün o kozadan gerçeklerin dünyasına çıkman gerekiyor.

Annemden ilk öğrendiğim, gülmenin kötü bir şey olduğuydu. "Öyle orospular gibi gülme, birilerinin yanındayken," demişti annem. Anlayamamıştım, ama "Neden?" diye sormaya da korkmuştum; sert bir kadındı çünkü ansızın şamarı yapıştırıverirdi suratımın ortasına. Arkadaşlarımın yanı falan da dinlemezdi ha!

Genç kızlığa adım atıyordum. O yaşta hâlâ dayak yemek ağrıma gidiyordu ya, anneme karşı koyamıyordum işte! Kendisi de doğduğundan beri onun bunun elinde büyümüştü; anlatmazdı ama neler yaşadığını tahmin edebilir insan. Biraz da bundandı sanırım, hoyratlığı. Babam da sertti, fakat ondan o kadar korkmazdım; bağırır, azarlar, içti mi çabuk sakinleşir, hatta elini enseme kor, "Doktor olacak benim kızım," derdi.

Memelerim iyice belirginleşmişti; göğsümü içime içime çekmekten kamburum da. Annem evde olmadığı zamanlarda aynanın karşına geçer, uzun uzun kendimi seyreder, gülerken nasıl göründüğüme bakardım. "Biliyor musun Ayten, sen git gide bana kardeşimi hatırlatıyorsun, o da böyle senin gibi çok güzel gülerdi; ona baktıkça içim umutla dolar, dertlerimi unuturdum," dediğinde Ahmet Abi, başımı eğip yüzüne bakamadığımı, her yerime, kulaklarıma kadar ateş bastığını hatırlıyorum.

Bizim apartmanda oturuyordu Ahmet Abi, üniversitede okuyordu. Kıvırcık, saçlıydı; kömür gibi kara gözleri vardı. Apartmana girişte, ya da yolda rastlaştığımızda beni durdurur, bir iki kelam etmeden geçmezdi. Onu, elinde kalın kitapların arasına sıkıştırdığı koca T cetveliyle hatırlarım. Başımı kaldırıp, kaş altından, yüzüne bakmaya çalışırken, "Peki, ne yapıyor kardeşin, o da okuyor mu?" diye sormuştum. O, hayatının en zor sorusu karşısında ne yapacağını bilemezmiş gibi donup kalmış, sonra, "Hoşça kal Kara Kız," demiş ve çabucak yürüyüp gitmişti.

Okuldan geldiğim bir gün, annemin babama hararetle bir şeyler söylediğini işitmiştim. Babam neredeyse hiç konuşmuyordu. O hep böyleydi; her zaman dağınık saçları, haftadan haftaya tıraş ettiği sakalı, kan oturmuş açık mavi gözleri ve dudağının kıyısına yapışık gibi duran sigarasıyla boş boş bakardı; sanki dünyada olan biten hiçbir şey onu ilgilendirmez gibi. Annem için ne düşünür, onunla severek mi evlenmişler, aile olmak onun için ne ifade eder... Hayal kurar mı mesela, gelecek için neler düşünür? Buna benzer bir sürü gereksiz sorular biriktirirdim babam için, fakat hiçbir zaman soramadım.

Hep ertelemiştim; bir gün uyarına gelirse, sohbet edecektik baba kız, ikimiz, o vakit aklımdaki bütün soruları soracaktım. Ona kendi hayallerimi anlatacaktım. "Baba bak ben, doktor oldum, yüzünü kara çıkarmadım!" diyecektim büyük bir gururla. Hatta o içerken, kendime de rakı koyacaktım; kadeh tokuşturacaktık baba kız, ikimiz. Benimle ne kadar gurur duyduğunu söylerken koyverecekti; sıkı sıkı sarılacaktım göğsümü ıslatan gözyaşlarına. Sonra, sonra aşka gelip o hep sevdiği, benim de sevdiğim türküyü çığıracaktı: "Şu uzun gecenin gecesi olsam. Sılada bir evin bacası olsam. Dediler ki nazlı yârin çok hasta. Başında okuyan hocası olsam."

"Tanrım, bö...b.. böyle bir anda bunları düşünüyor olmam ne tuhaf!" Ölürken, hayatının film şeridi gibi gözünün önünden akması böyle bir şey mi acaba?

Kendimi gizleyip dinlemiştim, neler söylüyor diye. "Normal okula yollarsak orospu olacak ötekiler gibi, öldürürüm de gene yollamam," diyordu annem. Sonunda her şeyi anlamıştım. Okul tercihim bana sorulmamıştı bile.

Okuldan çıkar çıkmaz doğrudan eve gelmek zorundaydım; biraz geciksem annem hemen sebebini soruyordu. Yeni yaşantıma, üzerime geçirdiğim kıyafetlere, hızla değişen yeni çevreme, alışamıyordum bir türlü; okula, derslere ve sınıf arkadaşlarıma alışamadığım gibi.

Her şey bana yabancı, mesafeli ve irkilticiydi. Bedenim bile artık bana ait değilmiş gibi geliyordu, aynaların önünde vakit geçirmeyi de bırakmıştım. Boğuluyordum, gizli bir el hep boğazımdaydı; derin bir boşluğa düşmüşüm, uğraşıyorum ama çıkamıyorum. Rüya değil, kâbus değildi; istemediğim, başkasına ait bir hayatı yaşıyor gibi hissediyordum. Eski arkadaşlarıma rastladığımda içim ateş düşmüşçesine yanıyor, beni lafa tutmasınlar, soru sormasınlar diye, aceleyle kaçıyordum. Onları ancak uzak mesafeden, sohbet ederlerken, şakalaşır gülüşürlerken seyrediyordum, gözyaşlarımla. Elveda hayat!

"Bana ne oldu böyle, neden yerde yatıyorum, bu insanlar neden başıma birikti? Annem nereye gitti? Anne!

Daha ilk senemde okulu bitiremeyeceğim anlaşılmıştı. Bıraktım; ben mi onu bıraktım, o mu beni, bilemiyorum. Ama ne olursa olsun üzerime bir rahatlık, bir huzur gelmişti. Bir sene kaybetmiştim ama olsundu! Şimdi artık istediğim okula gidebilirim diye düşünüyor olsam da, annemin buna şiddetle karşı çıkacağı endişesi içimi kemiriyordu. Öyle de oldu. "Otur evde, yarın bir gün evleneceksin, iş öğrenmeye bak," demişti annem. Hayallerim sönmüştü birer birer. Hayat ışığım sönmüştü. Babama gitmemin faydası olmayacaktı, çünkü annemin ağzına bakıyordu; o ne söylese annemim dediği oluyordu sonunda. Babam hayatından bezmiş gibi dolanırdı ortalarda, yorgun, mutsuzdu. İçtiği zamanlar keyfi yerine gelirdi gelmesine de, bulutun arasından kafasını çıkarmaya uğraşan kış güneşi gibi yok olurdu hemencecik. Bunun kadarcık bir keyfi de annemle cebelleşerek harcamak istemiyordu sanırım. Her şeye rağmen iyi ki bir ailem var diyebilmek isterdim!

Biçki dikiş kursuna yazılmak istediğimi söylemiştim anneme, karşı çıkmadı, memnun bile oldu. İyi bir aile kızı, maharetli bir eş olmak varsa ucunda, her isteğime olur verirdi. Bir yandan hızla yemek yapmayı öğreniyordum, misafir ağırlamayı, edebimle oturup kalkmayı; bir koca nasıl hoş tutulur, nasıl memnun edilir, onu da eve gelen ya da bizim evlerine oturmaya gittiğimiz kadınlardan öğreniyordum.

Bunlardan biri, henüz evlenmiş, Hayriye adındaki kadın kulağıma eğilip "Yatakta orospu olacaksın, o vakit adam kölen olur, senden başkasına gönül indirmez," demişti de ağzım açık kalmıştı. Annem bana her vakit orospular gibi olmamamı tembihler dururdu ya, aklım karışıverdi. Beni bu kadınların kucağına bilerek mi atmıştı karar veremedim, ama ne olursa olsun, annem mahrem kalması gereken o konularda benimle yüz göz olmayı istemezdi.

Sonunda evlendim. Bir arkadaşımın düğün gecesinde göstermişlerdi kocamı. Sonra istemeye geldiler. Beğenmiş miydim, bilmiyorum, içimde bir kıpırdanma olmamıştı. Bir kere evlenmiş boşanmış. Benden epeyce büyüktü, fakat problem etmedim, kendimi ait hissetmediğim bu evden kurtulayım da gerisi vız gelir, diye düşünmüş olmalıyım. Kendi tabirleriyle "deli gibi aşık" olup da daha bir yıl bile geçmeden boşanan arkadaşlarım vardı. "Bahtın olacak," derdi büyükler, bahtın olmadı mı ne yaparsan yap, faydasız. Evet, evlilik biraz da şans işiydi, dengini bulma meselesiydi.

O ilk geceyi hatırladıkça bugün bile titriyorum. Kocam üstümde tepinirken, ben ölü gibi kaskatı yatıyordum. Sonunda hiddetlenip birkaç şamar vurdu yüzüme; ellerimle yüzümü korumaya çabaladıkça daha da hırsla vuruyordu. O zaman anlamıştım, demek ki, annem beni bu günlere hazırlamak için ikide bir döverdi. Sonradan, hangisinin beni daha fazla acıttığını, yaraladığını düşünüp durmuştum.

Dayaklar sonraki günlerde de devam etti. "Artık dayak yeme uzmanı oldum, şampiyonluğum da yakındır" diyerek kendimi tiye almayı bile öğrendim. Tokadın ne zaman ineceğini kestirip yüzümü kapatıyordum ellerimle. Dayağın acısından çok, yüzümde izi kalmasından korkuyordum; utanıyordum, aileme, ele güne karşı... Tendeki yaralar zaman geçince iyileşiyordu da...

"B..ben bben yaralandım mı? Neden her yanımdan kanlar sızıyor, bu olanlar bir kâbus mu..."

Yine o günlerden birinde annem bana gelmişti. Hâlimi gördü ve "Sen de kim bilir ne yaptın, altta kalmamışsındır tabii. İnsanın başına ne gelirse dilinden gelir, unutma. Evlilik içinde olur böyle şeyler, büyütme. Bunlar evliliğin tuzu biberidir. Hem vaktiyle baban da beni az dövmedi. Ne yapacan kızım, bizim kaderimiz bu!" dedi. O an ilk defa onun için üzüldüğümü, acıdığımı hissettim. Aklınca beni teselli ediyor, acımı alıyordu.

Annem herkese çabucak yetiştirmiş tabii; o evlilik öncesi bana tüyo veren Hayriye çıkageldi bir gün, ummadığım şekilde. Onun da annemden aşağı kalır yanı yoktu bir bakıma, fakat yaratıcılıkta kimse onun eline su dökemezdi. Bir dahaki dayak faslını fırsata dönüştürmemi söyledikten sonra, "Sen de onun üstüne atla, kulağının memesini ısır, bak gör nasıl deli danalar gibi kızışacaksınız, sonra bana dua edersin," dedi.

O sevgisizlik sarmalı içinde hamile kaldım. Düşürmek için denediğim yollar işe yaramamıştı. Kaderde ne varsa o olurmuş. Hamileliğim sırasında kocam ve ailesinin bana olan tavırlarında belirgin bir dönüşüm olmuştu. Kocam canım ne ister diye soruyor, "Aman kendini fazla yorma" "Aman dikkat et!" "Sakın ha, ağır kaldırma" gibi şeyler söyleyerek beni ne kadar önemsediğini, koruyup kolladığını göstermek istiyordu. Benim için ağzından bir tek iyi söz çıkmamış olan kayınvalidem, günaşırı uğruyor, her seferinde de elleri dolu gelmeyi ihmal etmiyordu.

Sonunda doğumhanedeydim. Az bir süre sonra muhtemel anne olacaktım. Oraya gelene kadar hep ölmeyi dilemiştim, fakat şimdi yaşamak arzusuyla doluydum. Ne tuhaf bir döngü!

Kız olduğunu söylediklerinde ne yapacağımı bilemedim. Kocamın ve ailesinin memnuniyetsizliği bir yana-onlar oğlan istiyorlardı-kızım da benimle aynı kaderi paylaşacak diye korkuyordum. Fakat şimdi iyi ki kız doğmuş diyorum. Onu asla kimselerin eline bırakmayacaktım. Özgür bir dünyada, güçlü, ayakları üstünde durabilen, özgüveni tam, özgür olmak için her ne olursa olsun göze almaktan korkmayan, gerçek bir insan, olarak yetiştirmek için, gerekirse hayatımı feda edecektim.

Çocuğum iki yaşına bastığında, karşı konulmaz bir çalışma isteği meydana geldi bende. Hayatımın tekdüzeliğinden bıkmış, bunalmıştım, belki hayata yeniden tutunurum umuduyla bir arkadaşım ve ben küçük bir yemek yeri açmaya karar vermiştik. Kocama açtığımda küplere bindi, bağırıp çağırmaya başladı. Çocukla kim ilgilenecekti? Bakıcı tutacağımı söyleyince de "Kazandığını bakıcıya vereceksen ne diye çalışıyorsun o vakit?" dedi. Bu defa onun istediği olmayacaktı, ne olursa olsun vazgeçmeyecektim.... Ne olursa olsun! Hem bir şeyin farkına da varmıştım, dik durur, geri adım atmazsam kocam bir noktadan sonra pes ediyordu. "Pekâlâ," dedi, "artık kendi başınasın, benden sana kuruş çalışmaz." Hah, tam da buydu işte! Hep ona bağımlı olayım, ondan para dileneyim ki, bana dilediği gibi davranabilsin. İstediği buydu.

Dükkânı açtık! Küçük fakat şirin bir mekân oluşturmuştuk. Müşteriler, çevredeki esnaftandı daha çok. Getireceği para önemli değildi benim için; bir süreliğine de evimden uzaklaşabileceğim, ruhumu dinlendirebileceğim bir uğraş olsun, yeterdi.

Günden güne kocam bana düşman oldu. Ne yapsam, bir bahane bulup beni aşağılamaktan zevk alıyordu. Yaptığım yemekleri, gömlek ütülerini beğenmiyor, "Hizmetçi alsam senden daha iyidir," diye kendince aşağılamaya çalışıyordu. Bir gün, "Artık benim için yalnızca çocuğumun anasısın. Şu haline bak, ayı balığına döndün. Kadın gibi gelmiyorsun bana. Çirkinsin! Tiksiniyorum seni gördükçe" gibi şeyler söyledi. Peşinden yatağını ayırdı. Beni bu derece yaralamasına izin verdiğim için kendimden nefret etmeye başladım. Acıyordum da kendime, insan kendine acır mı? "Niye bu kadar zavallısın," diyordum. "Neden kurtulmuyorsun. Daha nereye kadar sabredeceksin?" Bir an evdeki bütün hapları içip kendimi banyoya kilitlemeyi düşündüm; kızım olmasaydı, bir an tereddüt etmezdim.

Kocamın bir kadınla ilişkisi olduğunu öğrendim. Epeydir şüpheleniyordum zaten. Üzüldüm mü, hayır! Kırılmadım da. Kişi, sevdiği, değer verdiği insanların darbelerinden örselenir... Sadece öfke duyuyordum, bütün bu olanlar neden benim başıma geliyor hep, diyerek.

Aldatıldığım gerçeği, uzun zamandır planladığım, kocam olacak heriften kurtulmak için bir fırsat olarak duruyordu şimdi önümde! Planımı uygulamanın bundan daha uygun zamanı olamazdı. O gün akşam eve döndüğümde kocam annesinin getirdiği yemeklerden yiyor, televizyon seyrediyordu bir yandan da. Kızım odada uyuyor olmalıydı. İçeri girdiğimi görmemiş gibi, hiç istifini bozmamıştı. Selam verdim, karşılık almayacağımı bildiğim halde. Bir anlık ama bana yıl gibi gelen bir sessizliğin ardından "Senden boşanıyorum" dedim.

 "Zınk" diye durdu. Taş kesilmişti âdeta. Yarı açık ağzının kenarındaki yağ bulaşığı ayakkabı cilası gibi parıldıyordu. Kirli sakallı yanakları bulldog köpeğininkiler gibi sarkmıştı. Göbeği tekneden taşan hamur gibi yayılmıştı kucağına. Gözleri ölü ölü bakıyordu.

Bunları neden daha önce fark etmemiştim! "Ne dedin sen?" Bunu ağzını yana doğru eğerek, alaycı, küçümseyen bir ifadeyle söylemişti. "Duymadım, bir daha söyle!" "Bal gibi de duydun, seni terk ediyorum. Bir daha söyleyeyim mi?" Ürküten bir sessizlik oldu, televizyon sayılmazsa. Masadan yavaşça kalktı, önümden geçip hole çıktı. Dış kapının kapandığını işittim. Bir süre öylece kaldım, oturduğum yerde, bundan sonra olabilecekleri kafamda eğip bükerek. Çok mu ani olmuştu? Çok mu ileri gitmiştim? Başka nasıl söylenirdi ki? Kendi yaptığıma kendim de şaşırmıştım zâhir!

Ortalığı toplamış çıkma hazırlığı yapıyordum, arkadaşım erkenden çıkmıştı. Kocam göründü kapıda. Sakince içeri girdi. Düşünceli görünüyordu. Benzi soluktu. Hal ve tavırlarından tedirgin olmuştum, korktum. "Hoş geldin," dedim sesim titreyerek, ağzım kurumuştu, dilimin damağıma yapıştığını hissettim. Heykel gibi dikiliyordu önümde, öylece gözlerimin içine bakıyordu. Elim ayağım dolaştı, oturmak için sandalyeye doğru yönelmiştim ki sert bir tekmeyle düşürdü beni. Tekme tokat girişecek şimdi, diye düşünüyordum. "Boşanmak istiyorsun ha" dedi, gözlerinde ateş çakıyordu. "Beni terk edeceksin!" Canımın yanmasından çok korkuyordum. "Dur, konuşalım, sakin ol," dedim, bir yandan ellerimle onu engellemeye çalışıyordum. Sonra eli arkasına gitti, bir tabanca vardı şimdi elinde. Oyun yapıyor sandım önce, beni korkutmaya çalışıyordu, zaten tabanca da gerçek değildi ki, kurusıkıydı! Silahı bana doğru tuttu.

İlk patlama sesiyle kulaklarım sağır oldu. Bağırıyordum avazım çıktığı kadar. "Anneeee" "Anneciğim!" Etimden aşağı boşalan kanın oluk oluk kucağıma doluşunu seyrederken hâlâ ne olduğun anlamamış gibiydim, şaşkın şaşkın bağırıyordum. Bir yandan da kızımı dünya gözüyle bir daha görebilecek miyim, diye düşünüyorum. Bir patlama sesi daha uğuldadı kulağımda. Ardından bir daha..."Anneeee" "Annec" "An..."

Bir balon kadar hafiflemiştim, yukarı doğru yükselirken. Aşağıda biriken kalabalığı seyrediyorum. Orta yerde bedenim yatıyor, boylu boyunca. Bir kan deryasının içine düşmüş gibi bedenim. "Ambulans nerde kaldı," diye bağırıyor biri. (ERHAN CEYLAN _ BİAMAG)

Daha yeni Daha eski